Evler daima topraklanır, böylece bir yıldırım çarptığında toprağa aktarılır. Hükümetin politikası aynı kalırsa, iklimin tetiklediği kasırga ve sel vakaları geldiğinde böyle bir koruma olmayacak. O halde toplumun tümünü topraklamalıyız.
Tadil etmekten daha verimli olduğundan bazı yerlerde ekolojik bir ev yapmak için köhne bir evi yıkanlar sübvanse ediliyor. Maalesef, parçalanmakta olan bir sosyal konutta yaşasak bile, toplum olarak böyle bir lüksümüz yok. Başlarında, herkesin kendisini hakim veya bakan var saymaması için, yurttaşların merkezi bir güce gerek olduğunu kabul ettiği bir ‘toplumsal sözleşme’ye dayanan ulus-devletin inşa edildiği iki yüzyıllık bir dönemin sonu yaklaşıyor. O zamanlar, gücün devlete aktarımı ‘modern zamanların büyük keşfi’ olarak tanımlanarak, temsili demokrasi biçiminde şekillendirildi.
Bir ulus-devlet, muhayyel bir topluluktur. Büyük bir dayanışma sağlanması için bir ülkedeki herkesin birbirini tanımasına gerek yoktur. Aslında, bir ülke, bir devletten daha fazlasıdır; bir millete tanınma ve korunma sağlar. Bu, ilerleme ideali ile sarmalanmıştır: Toplum, ekonomik genişlemeyi mali destekçi alarak sürekli ilerler.
Ucuz iş gücüne dayanan sanayileşme, toplumsal çatışmaya yol açtı ki bu da ekonominin, demokrasi ve refah devletinin kalkınmasının içine gömülü hale gelmesiyle sonuçlandı. İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, örneğin Belçika’da 1944 Toplumsal Paktında (1) görüldüğü gibi, işverenlerin, sendikaların ve hükümetlerin; herkesin diliminin daha büyüyeceği anlamına gelen elbirliğiyle ‘pastayı büyütmek’ konusunda anlaştıkları kilit bir an vardı. Bu paktlar, ekonomik büyümeyi ve doğal kaynakların giderek artan kullanımını temel alıyordu. Bunun yanında, Avrupa Birliği, savaştaki ülkeler için ekonomik işbirliği yoluyla daha güçlü bir siyasi topluluk yaratmak amacıyla çözüm önermek üzere yaratılmıştı.
Çember şimdi tamamlandı, ama biz farklı bir bağlama vardık. İyimserliğin yerini tehditler aldı. İnsanlık, evinin yanıp kül oluşunu aldırış etmiyormuş gibi seyrederken, iklim altüst oluyor. Neoliberal küreselleşme, ekonominin toplumsal yapıdan ayrıştırılıp soyutlanmasına ve refah devletinin çökmesine yol açtı. Bu da, demokrasi modelimizin artık çözüm üretemeyeceğini ifade ediyor. Bozulma daha da kötüleşiyor: Ülkeler hala ‘muhayyel topluluklar’ mı? Trump’ın devletleri ve May’in krallığı ne kadar birleşik? Nesiller arasındaki, yoksullar ile süper-zenginler arasındaki, kentsel ile kırsal arasındaki büyük farklardan ne haber? Aşırı-sağ partilerin başarısı, sorunun, bazı yurttaşların hoşnutsuzluğundan daha büyük olduğunu ortaya koyuyor ve tanımanın ve kimliğin öneminin yansımalarına götürüyor. Sarı yelekliler protestolarının patlak vermesi, sosyal talepler yanında ilgi ve saygı için de bir çığlık niteliğinde.
Sırada ‘Arendtvari’ bir devrim var
Ghent (Belçika) şehrinden saygıdeğer yazar Pierroo Roobjee yakınlarda DS Dergisine verdiği bir röportajda şunları söyledi: “Her şeyin sonuna gelinmiş gibi görünüyor”. Her ne kadar demokratik evimizi bir yenisini yapma umuduyla yıkmak olmasa da, yeni bir başlangıç yapma zamanı. Sırada bir devrim var, ancak bu, filozof Hannah Arendt’in tanımladığı gibi yeni toplumsal ilişkileri içinde barındıran özgürlüğü yeniden kurma devrimi.
Böyle bir toplumsal sözleşmenin çerçevesini iki düzeyde inceleyelim. İlk düzey, üç temel varsayımla ilgili. Varsayımların ilki, ‘insanlığın doğal dünya ile ilişkisi vardır’. Modern insanoğlu, kendisini doğanın efendisi ve sahibi görüyor; bunun sonucunda da şimdi biyoçeşitlilik her bölgede azalıyor ve ekosistemler küresel olarak çöküyor. Doğanın, demokrasi içindeki konumuna dair bir tartışma başlatmanın zamanı gelmedi mi? Peki ya doğanın hakları?
İkinci varsayım, toplumun örgütlenmesi ile ilgili. Ulus-devlet ortaya çıktığında, kamu hizmetlerinin pazarın hemen yakınında kurulmasının önemli bir örgütlenme ilkesi oluşuna yatırım yapıldı. Bunun kayıtsız şartsız bir başarı olduğu kanıtlanmadı: İktisatçı Nicolas Stern iklim değişikliğini ‘Dünyanın gördüğü en büyük piyasa aksaklığı olarak tanımlıyor. Bununla birlikte, hükümet politikasına bel bağlamak da yeterli değil. Örgütlenmenin üçüncü ve görünen o ki dikkate alınmamış bir yöntemi müşterekler yaklaşımı, yurttaşların kendilerini ve herkese ait olanı –hava, deniz, vb- örgütlemesi, ama kimsenin idarecilik yapmamasıdır. Müşterekler, yeni sözleşmede kritik bir rol oynayabilir mi?
Üçüncüsü, modernleşmeden beri sürekli artan üretim ve tüketimin iyi bir şey olduğu sorgusuz sualsiz kabul edildi. Bunun, bir yandan yeryüzünün zenginliklerini tüketirken, diğer yandan yoksullaşmaya yol açacağı uç bir düşünceydi. Peki insanların, büyümeye ihtiyaç duymayacak bir ekonomiyi başarmalarını sağlayacak bir gelecek yaratmaya ne dersiniz?
İkinci düzeyde, bu soruların yanıtları, aşağıda çeşitli alanlarda gösterildiği gibi, toplumun yeniden örgütlenmesine götürecek farklı bir toplumsal sözleşmenin çerçevesini çizecek.
Temsili demokrasiden diyalog demokrasisine
Temsili demokrasi, kendi sınırlarına dayandı düşüncesi giderek zemin kazanıyor; ikinci Brexit referandumu için Timoty Ash’in ortaya attığı argümanda olduğu gibi; “daha geniş bir sürecin parçası olabilir- belki de yurttaşlar kongresinin” (2). Esas itibariyle, bu uzatılmış bir siyasi diyalog süreci. Bu, Belçika’da 2010-2011 yılları arasında resmi bir hükümetin olmadığı dönemdeki bir demokratik yenilik pratiği olan yurttaşların inisiyatifi G1000 ile ilişkilendirilebilir (3). Sorunun tamamen toplumun bir türlü çare bulamadığı iktidar sorunu ile ilgili olduğunu fark ettiğimizden, bugün artık yapılacak iş daha kapsamlı. Siyasetin, bir toplum oluşturma potansiyelini yeniden keşfetmek ve farklılıkları bağdaştırmak, olabildiğince çok yurttaşı kapsayan bir dizi deneyimi gerektirir. Şayet farklı arka planlara sahip insanlar sorunları tartışırlarsa, en azından aynı gerçeği konuşurken birbirlerinin perspektifini anlayacaklardır. Çünkü Arendt’in yazdığı gibi, eğer insanlar, Dünya hakkında çoğulcu bir biçimde ve her bir katılımcının olaya nasıl baktığı noktasında konuşmayı isterse, bir “ortak ilgi”, bir “ara nokta” gibi bir kamusal alan ortaya çıkar. Basitçe ifade etmek gerekirse, pek çok büyük projenin, ortak bir gayeye bağlanmak istediklerini fark eden insanlarla bir mutfak masasında doğması tesadüf değildir. Böyle bir ortak platform şimdi Merkel ve Doğu Almanya arasında olduğu kadar Macron ve Fransa kırsalı arasında da yok.
Toplumsal adalet
Yeni bir toplumsal sözleşme, eğer eşitlik ve adalete dayandırılırsa destek kazanacak. Tepe yöneticilerin sekiz günde ortalama bir işçinin bir yılda aldığını kazanması, bir toplumda birlikte yaşamak açısından çok az şey vaat ediyor. Böyle bir gerçeklik, iklim fırtınalarına alternatif olabilecek toplumsal protesto sarmalları gösterecektir. Büyüme koşuluyla pastayı bölüşmeyi seçen 19. ve 20’nci yüzyıl ilerleme modelinin, gezegenin sınırları dahilinde mevcut olanların dağıtılmasını öneren 21’inci yüzyılın denge modeline dönüştürülmesine ihtiyaç var. Ve hiç şüphesiz ki, dijitalleşme devrinde, dışlananlara yönelik farklı bir refahın yeniden dağılımı modeline ihtiyacımız var. Haftalık çalışma süresinin kısaltılması ve temel gelir gibi yeni sistemin yapı taşları, yoğun tartışmaları ve deneme olanaklarını hak ediyor.
Cesur mali politikalar
Sık sık dile getirilen bir argüman, sürdürülebilirliğe geçiş çok maliyetli olacağı ve en basit haliyle bunun için para olmaması. Bu argüman, şayet mali dünyada özel bankalar kilit oyuncularsa ve öyle kalacaklarsa anlamlı olabilir. Mali ekonomik krizin çözümüyle bunun manasızlığı aşikar hale geldi. Bankalar batmasın diye devletler aşırı borçlu hale geldiler ve Belçika gibi küçük bir ülkenin etiket fiyatı 100 milyar Euro oldu. Avrupa bu duruma nasıl eğiliyor? Üye ülkeleri, sosyal yardımları kısacakları, kemer sıkma politikası deli gömleğini giymeye zorlayarak. Aynı zamanda Avrupa Merkez Bankası, özel bankalara sürdürülebilir projelere yatırım yapma zorunluluğu getirmeden (büyük ölçekli varlık alımları olarak da bilinen nicel gevşeme, ‘quantitative easing’, veya QE olarak) anormal miktarda para sağladı. Neyse ki, QE metodu, yeni sosyo-ekolojik sözleşmeye uygulanabilir: ‘Yeşil QE’deki aşırı miktardaki paralar sosyo-ekolojik dönüşüm projelerine yatırılabilir. Bankaları kurtardıktan sonra, gezegenin kurtarılmasına ne dersiniz?
Hakkaniyetli bir vergi sistemi
Performansının çok büyük ölçüde iyileştirilmesine ihtiyaç olan diğer bir alan daha var: Vergi sistemi şu anda olumlu bulduğumuz biçimde (istihdamdaki) vergileri azaltmakta ve sakınılması gerektiği halde çevrenin aşırı kullanımını gereken düzeyde vergilendirmemekte. Bütün bunların üstüne çok uluslu şirketler, hemen hemen hiç bir vergi ödemiyorlar. Çevresel kullanımlar için ağır vergiler koyacak ve istihdam yaratacak geleceğin vergi politikalarını oluşturmak için en uygun zaman. Sistemin yapılabilirliği, eko-temettülerden sıkı bir karbon vergisine yeni araçlara bağlı. Toplam olarak bu, bir yandan yurttaşların çabalarına destek verirken diğer yandan sürdürülebilir topluma geçişe yapılacak yatırımlar için önemli miktarda para sağlar. En basit şekliyle, örneğin, eko-temettülerin bir kısmı yurttaşlara dağıtılır. Böylece dizel daha pahalılanır; ama yurttaşlar ekolojik seçimler yapabilmelerini sağlayacak kaynaklara sahip olurlar. Eğer eko-temettülerin diğer kısmı da özel araçları gereksiz hale getirecek şekilde toplu taşımaya harcanırsa, yararı ikiye katlanır.
Doğanın hakları
Modernleşme her bir bireyin özgürleşmesini bir öncelik haline getirdi ve bunda da haklıydı. Bu durum, temsili demokrasi, her bir yurttaşın seçme hakkının olması ve anayasal özgürlükler olarak yansıdı. Bugün artık soru, doğanın temsiliyetini nasıl ekleyeceğimiz. Bunun çeşitli yolları var. Sosyoloji uzmanı Bruno Latour, öğrencileri için hayvanların, bitkilerin ve nehirlerin haklarını savunmaları gereken bir dizi iklim konferansı simüle etti. Senatoyu neden Gezegenin İlk Meclisi (First House of the Planet) haline dönüştürmeyelim? Doğanın haklarının verilmesine yönelik küresel olarak açık bir eğilim ortaya çıkmakta. Ekvador, yerli toplulukların ve ekosistemin haklarını anayasasına dahil ederken; Yeni Zelanda bir nehre tüzel bir kişilik verdi. Bu tartışma Avrupa’da ne zaman başlayacak?
Evi topraklamak
Evler daima topraklanır, böylece bir yıldırım çarptığında toprağa aktarılır. Hükümetin politikası aynı kalırsa, iklimin tetiklediği kasırga ve sel vakaları geldiğinde böyle bir koruma olmayacak. O halde toplumun tümünü topraklamalıyız. Yeryüzünü insan faaliyetlerinin bir arka planı olarak görerek ihmal etmek, artık altından kalkılamayacak hale geliyor. Avustralya’da 50°C dereceye çıkan sıcaklarla normal bir hayat yaşamak mümkün değil. (Bruno) Latour ayrıca yeryüzüne bağlantımızın giderek artan önemini vurguluyor. Bu, yani kimlik politikalarını insanların topraklarını korumalarına bağlamak geleneksel olarak sağ bir temaydı. Ancak, meskun çevreye karşı mücadelelerini sadece doğanın değil, aynı zamanda bir kişinin köklerinin bulunduğu ülkesinin korunması olarak tanımlayarak; Sağ’ın heimat (anayurt) kavramını tekeline almasına izin vermeyen Almanya’daki Bavyeralı Yeşillerin gösterdiği gibi farklı bir yaklaşım mümkün. Bu, homojen bir ‘kan ve toprak’ söylemi değil, daha çok yerel farklılıklara adil davranan net bir yaklaşım.
Bugüne dönersek
Toplumsal sözleşme kavramı, çocukları evlerde ve dershanelerde toplumsallaşan her bir yeni nesil tarafından zımnen kabul edildiğini var sayar. Öğrencilerin bugünkü iklim yürüyüşleri, her ne kadar egemen toplumsal söylemleri sorgulasalar da, sadece mevcut toplumsal sözleşmenin reddi olarak kabul edilemez. İklim gençlerinin mesajı basit olarak şöyle: “siyasetçiler, işinizi yapmıyorsunuz”. Toplumsal sözleşmenin karşı taraf, yani devlet, siyasi hükümet tarafından ihlal edildiğini beyan ediyorlar. Cin tamamen şişeden çıkmışken, şu an, bu umutlu neslin siyasi bilincinde geri dönüşsüzlük için olumlu bir nokta, -ekolojik girdabı engelleme şansımızı yoluna sokabilecek bir toplumsal tepe noktası- haline gelebilir.
1- Toplumsal Birliğe Dair Taslak Mutabakat (Draft Accord on Social Unity) olarak da bilinen Toplumsal Pakt, Alman işgali altındaki Belçika’da Nisan 1944 yılında sonuçlandırılan gayrı resmi bir siyasi antlaşma idi. Savaş sonrası uygulanacak, refahın yaygınlaşması ve toplu sözleşme de dahil çeşitli sosyal reformlar üzerinde anlaşıldı.
2- Timothy Ash, De Standaard, 12/1.
3- 2007-2011 Belçika siyasi krizinin ortasında, Haziran 2010 federal seçimleri, Hollandaca konuşan ayrılıkçı ve muhafazakar Flamanlar’ın kurduğu Yeni Flaman İttifakı’nın ve Fransızca konuşulan Wallonia’nın birlik yanlısı Sosyalist Partisi’nin seçim zaferini gördü. Bunu izleyen hükümet kurma süreci, bir rekor kırarak toplam 541 gün sürdü.
Makalenin İngilizce Orijinali
Yazar: Dirk Holemans (Green European Journal)
Yeşil Gazete için çeviren: Sema Alpan Atamer