Kategoriler: Yeşeriyorum

Soykırım limited şirketi: 'Çekirgeleri Dinlemek' / Kaya Genç

Arundhati Roy’un yeni kitabı ‘Çekirgeleri Dinlemek’, adını Hrant Dink’e ithaf edilen bir konuşmadan alıyor. Roy’un okura sunduğu çarpıcı argümanının odağında, neo-liberalizmin felsefesiyle soykırım pratiklerinin huzursuz edici ortaklığı var. Yazar, en çok seyredilen televizyon kanallarından yüz binlerce tirajlı günlük gazetelere uzanan bir medya aygıtının çeşitli terör eylemlerindeki şüpheli ve sanıklar hakkında yaptığı hayat kaydırıcı yayınları da anlatıyor.

Bundan iki yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’nin Albert Long Hall binasında kuş cıvıltıları arasında konuştuğumuz Arundhati Roy, bize “İsrail, Birleşik Devletler ve Türkiye’nin oluşturduğu ‘şer ekşeni’ne (axis of evil) Hindistan’ı da ekleyin,” demişti. “Siz bir Avrupa Birliği üyesi olmak için mücadele ediyorsunuz, biz ise Birleşik Devletler’den biri olmak için.”

Hindistan’ın kuzey doğusundaki Meghalaya eyaletinde doğan Arundhati Roy (onu en çok Küçük Şeylerin Tanrısı isimli Booker ödüllü romanıyla tanıyoruz) hayatının son on beş yılını, etkileri dünya çapında takip edilen, kapitalist/neo-liberal/erkek iktidarına karşı yürüttüğü şiddetli bir savaşa adadı. Osman Akınhay’ın harika çevirisiyle bu haftadan itibaren Türkçede okuyabileceğimiz son kitabı Çekirgeleri Dinlemek, 2002-2009 yılları arasında yazılmış dergi makalelerini, insan hakkı ihlalleri üzerine sunumlarını, web yazılarını, bir hikâyesini ve George W. Bush’un Delhi hayvanat bahçesinde yaptığı hayali bir konuşmayı dramatize eden bir tiyatro metnini içeriyor. Okudukça görüyoruz ki, bu metinlerdeki başlıca kritik nesnesi olan Hindistan hükümetinin pratikleri, Roy’un iki yıl önce söylediği gibi, Türkiye, İsrail ve Birleşik Devletler arasındaki ideolojik birliğin bir başka çeşitlemesi. Sayfaları çevirdikçe bize uzak olabileceğini düşünebileceğimiz bu dünyanın aslında içinde yaşadığımızı fark ediyoruz. Neo-liberalizmin felsefesi, özgül farklılıklarına karşın küresel boyutta etkili olan stratejilerin örgütlenişine önayak oluyor.

Çekirgeleri Dinlemek’te anlatılan, en çok seyredilen televizyon kanallarından yüz binlerce tirajlı günlük gazetelere uzanan bir medya aygıtının çeşitli terör eylemlerindeki şüpheli ve sanıklar hakkında yaptığı, aceleye gelmiş ve sonuçları itibarıyla hayat kaydırıcı yayınlar örneğin, bizim için çok tanıdık ve güncel. Beş (veya altı) silahlı saldırgan tarafından 13 Kasım 2001’de Hindistan Parlamentosu’na düzenlenen ve saldırganlarla birlikte sekiz güvenlik görevlisiyle bir bahçıvanın ölümüyle sonuçlanan olayın ardından Hindu milliyetçisi ana akım medya, bunu ülkede yaşayan Müslümanlar kadar komşu Pakistan’a da bir savaş açma vesilesi olarak temsil etti. Bu çerçevede devletin aygıtları (polis ve medya) tarafından yoğun bir işkenceye maruz bırakılan ve teröristlere yardım ve yataklıkla suçlanan sanıkların masumiyetleri ortaya çıktığında, kimse onlardan özür dilemedi.

Hindistan’ın 11 eylül’ü
Bir başka tanıdık uygulamaya, devlet destekli linç eylemlerine geçelim. 27 Şubat 2002’de Hindistan’ın Godhra eyaletinde 500 kişilik bir radikal grubun saldırısı sonucunda 58 Hindu, yanarak ölmüştü. Çekirgeleri Dinlemek’in çarpıcı açılış bölümünde (‘Demokrasi: Kendi Ülkemizde Onu Kimler Temsil Eder?’) Vadodara’da yaşayan bir okuru Roy’a Godhra tren felaketinin ardından yaşanan ayaklanmalar sonucunda, bir arkadaşının göstericiler tarafından yakalandığını, karnının yarıldığını ve içinin hâlâ yanmakta olan paçavralarla doldurulduğunu anlatıyor. Hindu milliyetçileri eski Kongre milletvekili İhsan Cefri’nin evini kuşatmış, kalabalık evinden zorla çıkardıkları Cefri’yi linç etmişti. Çekirgeleri Dinlemek’te Roy’un incelediği bir başka mesele, Hindistan’ın Kaşmir eyaletindeki insan hakkı ihlalleri. Kaşmir’in bağımsızlığını destekleyen Roy’un 2008’deki Mumbai saldırıları üzerine yazdıkları ise, kitaptaki bütün yazıları bütünleyici bir nitelik taşıyor. Senatör John McCain, saldırılardan sonra “Eğer Pakistan hükümeti saldırının arkasındaki kötü adamları yakalamakta Hindistan’a yardımcı olmazsa Hindistan’ın Pakistan’daki terörist kampları bombalayacağına dair duyumlar aldım,” diyor ve Washington’un bunu engellemek için hiçbir şey yapamayacağını söylüyor. Çünkü yaşanan olay, ‘Hindistan’ın 11 Eylülü’dür.’

Buradan kitabın asıl meselesine geliyoruz. Roy’un argümanına göre, Birleşik Devletler’in öncülük ettiği ‘demokrasi koalisyonu’yla demokrasi arasında büyük bir uçurum ve dahası, bir karşıtlık var. 1989’da Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Hindistan hükümeti İsrail ve Birleşik Devletler’in en hevesli müttefiklerinden biri oldu. Bu süreçte Hindistan, Kaşmir’de bir askeri kuşatma başlattı, tıpkı İsrail’in Filistin’de, Birleşik Devletler’in Irak ve Afganistan’da yaptıkları gibi. Ancak girilen ittifakın asıl amacı, ülkenin ‘ittihat’ ve ‘terakki’si, yani birlik ve gelişimiydi. Gayri safi yurt içi hasılanın (GYSH) yükselmesi, yeni konut projelerinin hayata geçirilmesi, Hindistan’ın Birleşik Devletler, Japonya ve Çin gibi rakiplerini geride bırakıp bir ‘dünya devi’ olması, sinema endüstrisi Bollywood’un Amerikan sinema aygıtının uluslararası kârlarını geçecek oranda kazançlar elde edebilmesi için, Hint kültürünün kendi içindeki ayrık otlarını kesmesi, ‘Müslümanlar’ gibi ‘modernlik dışı’ özneleri gerekirse imha etmesi gerekiyordu. Bu yolda her tür önlem ve pratik mübahtı, ne de olsa Birleşik Devletler himayesinde Hindistan demokratikleşiyor, ‘modern dünyanın vazgeçilmez bir parçası’ haline geliyordu.

Ve nihayet, kitabın bizi daha da çok ilgilendiren meselesine, yakıcı yüreğine ulaşıyoruz. 2008 yılında Roy’u İstanbul’a getiren ‘katastrof’, yukarıda tarif edilen tür bir modernleşmenin ‘bu topraklarda’ yıkıp geçtiklerinin hatırasını, varlığını yazılarında ve konuşmalarında yaşatmayı bir hayat pratiği haline getiren gazeteci Hrant Dink’e düzenlenen suikastti. Roy’un Uluslararası Hrant Dink Vakfı için Dink’in birinci ölüm yıldönümünde yaptığı (‘Çekirgeleri Dinlemek’ başlıklı) konuşma bir kez daha Türkiye modernleşmesindeki hedefler ve araçlar (ends and means) meselesini bize hatırlatıyor. 1915 katastrofunun sorumlusu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin adından yola çıkıyor Roy; ne pahasına ittihat, ne pahasına terakki diye soruyor.

Çekirgelere dair anlattığı yürek burkan hikâye şu: Arundhati Roy’un dostu David Barsamian’ın annesi Arexie, 1915’te on yaşındaymış. Yaşadığı (Diyarbakır’da bulunan) Dubne köyünü basan çekirge sürülerini hâlâ hatırlıyormuş Araxie; köyüler çekirgelerin kötü olaylara alamet olduğunu söyleyip dertleniyormuş ve gerçekten de köylülerin başına geleceklerin bir işareti olmuş bu çekirgeler ve 1915 katastrofu yaşanmış.

Salman rüşdi ve şürekası
Bugün inandırılmaya alışık olduğumuzun aksine, çekirgeler ‘demokrasi düşmanı barbarların’ değil, demokrasi havarilerinin gelişini haber veriyor. Üstelik Roy bunun tarihsel arka planını da önümüze seriyor: Birleşik Devletler, bir soykırım üzerine (Amerikan Yerlileri) kurduğu uygarlığını başka soykırımlarla (Vietnam, Hiroşima) mükemmelleştirdi. 1876 ile 1902 arasında, 20. yüzyıldaki faşizm deneyimlerinin teorik ve pratik önçalışmasının büyük oranda yapıldığı bir dönemde, Hindistan’da yaşanan kıtlık 12.2 ile 29.3 milyon kişinin hayatına mal olurken, Britanya İmparatorluğu Hindistan’dan kendi topraklarına hammade ve yiyecek taşımayı sürdürüyordu (çünkü ‘şov devam etmeli’ydi).

Bugün ise Hindistan’ın kendi egemenleri, soykırım olarak tanınabilecek suçların uygulayıcısı konumunda. Otuz milyondan fazla kişi Hindistan’daki baraj inşaat projeleri yüzünden evsiz kaldı, büyük şirketlerin devletle işbirliği içinde ülkeyi kalkındırma projelerine karşı haklı bir direniş sergileyen Maocu gerillalar güvenlik güçleri tarafından imha edilmeye çalışıldı. Buna ancak ‘boynuz kulağı geçti’ denir; fakat benzer uygulamalara imza atmış olan, imza atan bir devlet geleneğinin tanımladığı yurttaşlar olarak, Çekirgeleri Dinlemek’te Hindistan’a yöneltilen eleştirilerin Türkiye’deki pratiklerle bağlantısını kurmaktan da hiç geri durmamamız gerekiyor.

Mumbai saldırılarını anlattığı etkileyici yazısında Arundhati Roy, neo-liberalizmin buradaki çeşitli zenginlik sembollerinin ülkedeki korkunç gelir dengesizliğini de gösterdiğini söylemişti. Bu durumun ifade edilmesi, bir süredir demokrasi havarilerinin korkutucu liderlerinden olmayı seçmiş Sör (ve romancı) Salman Rüşdi’nin öfkesini üzerine çekmişti. “Mide bulandırıcı sözler, Arundhati Roy kendinden utanmalı,” diyen Rüşdi ve şürekası, Hindistan ve Çin ve ‘gelişmekte olan pazarlar’ın diğer örneklerinde ittihat ve terakki getirecek bir ekonomik kalkınmacılığa inanmaya devam edebilirler elbette, itiraz etmeyiz. Ama onlara inanmayı çoktan bıraktığımızı söylememize de izin verin. Bu saf liberal erkekler yerine, erkek egemenliği, sömürgecilik, emperyalizm ve özgürlük sorunu arasındaki bağlantıları romanlarında yeniden kuran Jane Austen’ın takipçilerine inanıyoruz. Yani Şok Doktrini kitabında şeceresi Adam Smith’e ve elbette daha öncesine uzanan bir baskıcılık söylemini ifşa eden ve bunun günümüzün liberalleşme pratikleriyle bağlantılarını kuran Naomi Klein’a ve bize çekirgeleri dinlemeyi öğreten, Arundhati Roy’a.

Beyaz bereli genç çocuklar
Ben Hrant Dink’le hiç tanışmadım; bu şanssızlığı ömrümün sonuna dek telafi etme şansım da yok. Onun hakkında kendi yazdıkları, söyleyip yaptıkları ve hayatını nasıl sürdürdüğünden öğrendiğim kadarıyla şundan eminim ki, eğer bir yıl önce burada, İstanbul’da olsaydım, bu şehrin kış havası esen sokakları ve caddelerinde “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Hrant Dink’iz” yazılı dövizlerle onun tabutunun arkasında sessizce yürüyen yüz bin kişinin arasında ben de olurdum. Hatta belki de elimde, “1 milyon 500 bin + 1” yazılı bir döviz taşırdım. Eğer öyle bir şey olsaydı, Hrant Dink’in tabutunun arkasında yürürken zihnimin içinde acaba neler gezinirdi? (…)

Ben buraya ‘küresel entelektüel’ rolü oynayıp size ders vermeye ya da 1915’te Anadolu’da meydana gelen olaylarla ilgili belleği (veya bu olayların unutuluşunu) saran sessizlikte bir gedik açmaya gelmiş değilim. Hrant Dink bunu yapmaya çalışan biriydi ve bedelini hayatıyla ödedi.

İstanbul’a geldiğim gün saatlerce sokakları arşınladım ve güzel, esrarengiz, heyecan verici bir şehirleri olan İstanbul halkına imrenerek bakarken, bir arkadaşım bana şehirde birdenbire göze çarpmaya başlanan beyaz bereli delikanlıları gösterdi. Bu genç çocuklar başlarına geçirdikleri beyaz bereyi, Hrant’ı öldürürken kafasında aynı beyaz bere olan çocuk katille dayanışma olsun diye takıyorlardı. Açıkça ortadaydı ki, bu suikastla hedeflenen hem Hrant’ı cezalandırmak, hem de bu ülkede Hrant’ın cesaretinden (yalnızca söze dökülemez olan şeyi dile getirmesinden dolayı değil, aynı zamanda düşünülemez olanı düşünme cesareti göstermesinden) esinlenebilecek başka insanlara gözdağı vermekti.

Hrant Dink’i katleden merminin üzerinde bu mesaj yazılıydı. Üstelik bu, Türk devletinin görüşlerinden daha farklı bir çizgide durmaya cüret etmiş Orhan Pamuk, Elif Şafak ve diğerlerinin aldıkları ölüm tehditleriyle de iletilmekte olan mesajdır. Hrant Dink’in kendisi de öldürülmeden önce, ‘Türklüğü’ alenen aşağılamayı cezai bir suç olarak telakki eden Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesi uyarınca üç defa yargı önüne çıkmıştı. Bu mahkemelerin her biri Türk devletinden Türkiye’deki faşist sağ harekete, Hrant Dink’in meşru bir hedef olduğu yönündeki sinyali oldu. Oysa gerçekleri söyleyerek Türklük nasıl aşağılanabilir? Türklüğün ne olduğunu sınırlayıp tanımlama hakkı kim(ler)dedir?  Kitaptan

ÇEKİRGELERİ DİNLEMEK
Demokrasi Üzerine Saha Notları
Arundhati Roy
Çeviren: Osman Akınhay
Agora Kitaplığı, 2010
352 sayfa

(Radikal Kitap’tan alınmıştır)

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar