Sütlüce de dünyanın felaketlerini kendileri için karlı bir yatırım aracın dönüştürmek uğraşısındaki çok uluslu su şirketlerinin kontrolünde olan ve her toplantısı bir pazarlama etkinliği de olan Dünya Su Konseyi’nin toplantısı yapılıyor.
Toplantının amacının ne olduğunu iyi bilen ve buna itirazı olan göstericiler düzenin bekçiliğini yapan polis tarafından kıyasıya ve acımasızca dövülüyor. Böylece su pazarlamacılarına ne kadar polis devleti olduğumuzu, bize yatırım yapmaları halinde Bolivya da olduğu gibi sorun yaşamayacaklarını, üç beş solcunun da icabına rahatça bakılacağını göstermiş oluyoruz. AB liderlerine de Türkiye demokrasisinin olgunluk düzeyini göstererek AB’ye ne kadar hazırız mesajını iletmiş oluyoruz.
Polis için gösterici tek bir anlam ifade ediyor baş belası. Bitmeyen nöbetlerin, amirlerin keyfiliğinin, geçim sıkıntısı ve daha bir çok sorunu gösterici de simgeselleşiyor ve polis tüm bu sıkıntılarının acısını onlardan çıkartarak “aşırı güç kullanıyor”.
Salonda tacir hükümetin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül pazarlama ayinini uygun olarak Türkiye’nin 10 yıl içinde su bakımından yoksul ülkeler düzeyinde olacağını söylüyor. Oysa dünyada kişi başına düşün su miktarı 2000 metreküpün altında olan her ülke su yoksulu sayılıyor. Bir ülkenin su zengini olabilmesi için kişi başına düşen yıllık ortalama su miktarının en az 10 bin metreküp olması gerekiyor. Oysa Türkiye’de kişi başına düşen su miktarı Cumhurbaşkanın ifadesi ile 1830 metreküp civarında. Yani dünya da su yoksulu kabul edilmek için saptanan bin metreküpün üzerinde.Ama su kaynakları bakımından yeterlik ölçüsü olan kişi başı 2000-2500 metreküpün altında.
Bu söylemin hemen ardından şu söylenir genel olarak, su bakımından geleceğimizin kararmaması için kaynaklarımızı verimli kullanmalıyız, hâlâ boşa akan bir sürü akarsuyumuz var, öyleyse onları da değerlendirmeliyiz. Yani her akarsuyun başına bir baraj dikmemiz gerekir. Büyük ölçekli barajların su derdine çare olup olmadığı bir bakıma, verdiği zararlar artık sağır sultanın bile duyduğu bir gerçeklik. Buna rağmen baraj pazarlamacıları her akarsuyun barajla çevrilip hapsedilmesini istiyorlar.
Biz kendimizi su yoksulunun da yoksulu olan Ortadoğu ülkeleri ve Afrika ile kıyasladığımızdan hâlâ su kaynakları bakımından kendine yeterli ülke konumunda görüyoruz.
Oysa Kişi başına düşen su miktarı ortalama 5000 metreküpün altında olmayan AB ülkeleri yahut Kişi başına ortalama 10 bin metreküp suya sahip ABD ile Kişi başına 92 bin metreküp suya sahip Kuzey Amerika ülkeleri ile kıyaslandığımızda biz basbayağı bir yoksul ülkeyiz.
Hem yoksuluz, hem de savurgan, hem de vurdum duymaz. Çünkü gelecekte kullanmamızda fayda olacak yeraltı su kaynaklarımızı adeta sömürürcesine, yağmalarcasına kullandığımızdan Konya ovası gibi tarım ambarı olan bölgelerde derin obruklar (çöküntüler) oluşuyor.
Su kaynaklarımızın pek çoğu yaz aylarında aşırı kullanım nedeniyle kuruma noktasına yakın azalıyor.
Akarsularımız ise adeta birer kanalizasyona dönüşmüş halde sanayi kuruluşları bir yandan da, kentler bir yandan akarsulara atıklarını boşaltıp duruyorlar, Bunun sonucu zaman zaman yaz aylarında ishal, kumsu ve hatta koleramsı belirtiler ortaya çıkıyor. Henüz bir salgın yaşanmadıysa sanırım ilahi güçlerce (!) korunuyor oluşumuzdandır. Mikroptan ya da zehirli atıklardan kurtulanlar ise bu kez klordan içilemeyecek kadar berbat haldeki suları içmek zorunda.
Ama durun belediyeler tarafından kentlere verilen sudaki yegane tehlike aşırı klor değil. Arsenik, hatta ağırı metal kirliliği kentlere verilen içme sularında mevcut ve bunlar için basit arıtma yeterli değil, bu maddelerin sudan uzaklaştırılabilmesi için ileri düzeyde biyolojik arıtma gerekiyor ve buna sahip olan metropol şehir sayısı bile çok az. Türkiye’deki belediyelerin çoğunda basit arıtma dışında ileri arıtma tesisi mevcut değil. Yani koleradan, dizanteriden yahut aşırılaşmış ishalden ölmezseniz, bu kez arsenik başta olmak üzere ağır metalden dolayı kanserden öleceksiniz.
Şehir şebeke suyunun durumu bu olunca haliyle ambalajlı su sektörü adeta “zil takıp oynuyor” deyimine uygun bir halde.. Çünkü sokak dili ile “işler ayna”.
Pazarın rakamsal büyüklüğü 2007 yılı verileriyle 1.2 milyar dolar. Türkiye’de 2006 yılında ise kişi başı ambalajlı su tüketimi yılda 91 litre olarak gerçekleşti. Fransa’da bu rakam 142 litre, İtalya’da 176 litre, İspanya’da 143 litre.Pazar her yıl %11 büyüyor. 2007 yılında tüketilen su miktarı 10 milyar litre. 2008 verileriyle kişi başına paketlenmiş su tüketimi ise 105 lt civarında. Yani AB ülkelerini yakalamaya az kaldı. 2009 yılında ise bundan daha fazla rakam bekleniyor.
Sektörde tüketimin yüzde 80’lik kısmını damacana su satışı oluşturuyor. Damacanayı ise sektörün yüzde 20’lik kısmını oluşturan pet şişe takip ediyor. Su sektöründe üretim ağırlıklı olarak İstanbul, Adapazarı, Bursa ve İzmir’de yapılıyor. Satışın en fazla olduğu bölge ise yine Marmara. Sağlık Bakanlığı verilerine göre sektörde ruhsatlı 226 tesiste üretim yapılıyor. Bunların 167’si kaynak suyu, 31’i maden suyu, 7’si işlenmiş içme suyu, 20’si içme suyu, 1’i de işlenmiş kaynak suyu tesisi olarak faaliyet gösteriyor. Pazar bu denli büyüyünce yatırımcıların yani uluslararası su tekellerinin de iştahını çekiyor. Pazar payına gelince Nestle’nin yüzde 29, Coca Cola’nın 18.4, Danone’nin 10.5, Yaşar Holding’in 13.7, Aytaç’ın 14.3. Piyasanın yüzde 70’i ise yabancı şirketlerin..
Ancak nüfusun büyük bölümü hala musluktan su içmeyi tercih ediyor. Çünkü damacana su tüketecek gelir düzeyine sahip değiller. Muhtemelen bu yıl ekonomik kriz ve işsizlik nedeni ile damacana su satışları düşebilir, Gerçi yaz aylarında sıcaklığa bağıl olarak artacak pet şişi su tüketimi bunu telafi edebilir de. Ama sadece bu yetmez. Her kaynak hatta her akarsu özelleştirilebilsin ki Türkiye su ihraç eden ülkeler arasına da girsin, Eh tüccarlığı ile övünen hükümet de ülkemiz kalkınıyor diye övünç duysun.
Ve Dünya Su Konseyi’nin bu yılki teması su da özelleştirme. Konsey yöneticisi Loic Fauchon’un şu sözleri dikkat çekici: “İnsanlar su faturasına cep telefonu kadar ödeme yapmaya razı olursa hiçbir sıkıntı kalmayacak. İnsanlar cep telefonu kullanmadan da yaşabilirler, ama su kullanmadan yaşayamazlar. Arabaların vergilerine harcadığımız vergilerin yüzde 5’ini suya harcamazsak su sorununu çözemeyiz.”
Bolivya ve Hindistan suyun özelleştirilmesinin vahim sonuçlarını göstermesi bakımından ibret verici kabul edilebilir ama daha vahimleri var.. Bolivya’da suyu özelleştiren devlet, halkın yağmur suyu biriktirmesini bile yasakladı. Hindistan’daki suyun sahibi de akarsuyu polis gücüyle koruyor, “su hırsızlarına” karşı. Bolivya da suyun özelleştirilmesinde çok kan aktı. Bir çok insan Bolivya polisi ve jandarması tarafından Suez, Vivendi gibi dünyanın belli başlı su tekelleri için öldü.
İngiltere’de su zamları sonrası faturası kesilenlerin karşılaştığı durumlar da özelleştirmenin sakıncalarına dönük bir başka örnek olarak gösterilmekte. Birmingham’da toplu konut sitesindeki abonelerin su bedelini ödeyememesi sonucu suları kesilince, sakinler tuvalet gereksinimlerini gelişigüzel hatta merdiven altlarında giderip, dışkısal atıklarını da sağa sola atmışlardır.
Yine özelleştirmeye dönük bir başka eleştiri su fiyatlarının artışı ve bunun yoksullar için 30 kat daha pahalıya gelmesidir. 30 kat örneği Moritanya için verilen bir örnektir. Kamu kurumlarınca yoksul bölgelere su verilemediğinden özel kuruluşlar bu bölgede tankerler ile su satmakta ve bu da normalin 30 katı fiyatlarla olabilmektedir. Neredeyse hemen her yerde özelleştirmelerin ardından su fiyatları zamlanmaktadır. OECD’in 1992 Meksika Raporunda bu olguya dikkat çekilmekte başkent Mexico City’de suyun özelleştirilmesinin ardından su tarifelerinin önemli ölçüde arttığı ve bu artışın kırsal kesimdeki su fiyatlarını da arttırdığı vurgulanmıştı.
Hükümet Su konseyini Akarsu özelleştirmeleri ile selamlayadursun, İstanbul da yapılan su zammı bile ucu ucuna yaşayan yoksul İstanbulluları bunalttı. Akarsuların özelleştirilmesi halinde ise Türkiye‘de Bolivya’daki gibi sosyal patlamalar olmayacağı çok açık.
İşte bu şartlar altında birileri su savaşlarının kapıda olduğunu, savaş çıkmaması için iyi bir Su Yönetimi şart deniyor. Bundan kastedilen ise su kaynaklarının yönetiminin özel şirketlere devri, yani ya su kaynakları özelleşecek ya de savaş çıkacak.
Birileri pet şişe suyu bir silaha dönüştürüp şakağımıza dayıyor ve “ya paranı ya canını” diyor. Bu şantaja boyun eğmemek için sandıkta her şeyi iyi düşünün çünkü attığınız her oyun size cüzdanınızdan çekilen para,gıkınız çıkarsa da patlayacak bir savaş olarak dönmesi çok olası.