Haklar ve Araştırmalar Derneği, “İklim Değişikliği ile Mücadelede Bir Uyumsuzluk Deneyimi: Karaburun Yarımadası Rüzgar Enerji Santralleri” başlıklı bir rapor hazırladı.
2014-2020 yıllarında İzmir’in Karaburun Yarımadası’nda projelendirilen rüzgar enerji santrallerinin (RES), iklim değişikliği ile mücadelede uyumsuzluk (maladaptation) örneği olarak incelendiği ve yol açtığı hak ihlallerinin görünür kılmayı hedefleyen raporda, yenilebilir enerji projelerinde uyumsuzluğa emsal teşkil eden uygulamaların Karaburun özelinde yarattığı sonuçlar tartışıldı.
Geçen süre zarfında yarımadanın başta RES’ler olmak üzere, taş ocakları, ve balık çiftlikleri projeleri yüzünden yarımadanın ekolojik ve ekonomik kapasitesinin kaldıramayacağı ölçüde bir yıkım ile karşı karşıya kaldığına dikkat çekilen raporda şu ifadeler yer aldı:
Temiz enerji adı altında yarımadanın zeytinlikleri ve nadir ormanlık alanları yok edildi. Kadimden bu yana en önemli geçim kaynağı olan keçi yetiştiriciliğinin olmazsa olmazı otlak, çayır ve mera alanları RES projelerine tahsis edildi.
Keçi yetiştiricilerinin bu alanlara girişleri engellendi. Sulama göletleri parçalandı. Yarımadadaki RES uygulamaları, aslında temiz ve yenilenebilir bir enerji kaynağı olarak desteklenmesi gereken bir enerji üretim aracının nasıl bir rant ve ekolojik kırım aracı haline geldiğinin en ağır örneklerini sundu.”
Rapora göre, RES’ler, toplam yüzölçümü 484 km2 olan Karaburun Yarımadası üzerinde yaklaşık 430 km2 ‘lik bir alana yayılmış durumda, yani yarımadanın %89’luk bölümü RES projelerine tahsis edildi.
Hem yatırımı tamamlanan projelerdeki kapasite artışları hem yeni RES girişimlerinin de sürdüğüne işaret edilen raporda şunlara dikkat çekildi:
Karaburun Yarımadası’nın engebeli coğrafi yapı nedeniyle tarım ve hayvancılığa elverişli alanları oldukça kısıtlı ve bu nedenle de çok değerlidir. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre Karaburun Yarımadası’nın 484.000 dekarlık yüzölçümünün sadece 38.473 dekarlık kısmı (%8.4’ü) tarım alanıdır. Çayır ve mera alanının oranı ise sadece % 0.2’dir.
Yarımadanın arazi varlığına ait envanterler ve burada faaliyette olan RES projelerinin uygulandığı arazilerin niteliklerine dair tablo bir arada değerlendirildiğinde, tüm RES faaliyetlerinin Yarımada’nın orman, çayır ve mera arazileri üzerinde kurulu olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.”
‘İklim krizinin sonuçlarını derinleştiriyor’
Türkiye’nin iklim krizi ile mücadeleye yönelik politikalarının krizin çözümüne değil sonuçlarına odaklı politikalar olduğuna dikkat çekilen raporda, yenilenebilir enerji üretimi olarak kabul edilen yöntemlerin bütüncül bir iklim mücadelesi perspektifi üzerinden değil, sermaye için yeni teşvik ve kredilerle güçlendirilmiş yeni bir “kalkınma” ve “ekonomik büyüme” imkânı üzerinden tartışıldığı kaydedildi.
“Yenilenebilir enerji politikalarının bütüncüllükten uzak olması, proje bazlı somut uygulamalarda ciddi insan ve doğa hakkı ihlallerine, iklim krizi ile mücadeleyi değil krizi derinleştirici etkilere yol açmaktadır” denilen çalışmada, iklim değişikliği ile mücadelenin sadece teknik konu olmayıp ekonomik ve sosyal politikaları etkilediği ve belirlediği vurgulanarak şu ifadeler kullanıldı:
“İklim değişikliği ile mücadele adı altında kötü planlanmış eylemlerin, yerelle etkileşimleri göz ardı etmiş kararların yol açtığı yıkıcı sonuçları, iklim değişikliği ile mücadelede bir başarı öyküsü olarak sunmak mümkün değildir.
Bir enerji yatırımının –somut çerçevede bir RES projesinin- kategorik olarak yenilenebilir enerji yatırımları sınıfında tanımlanması, o yatırıma kendiliğinden bir yeşil/temiz enerji payesi vermez. Yenilenebilir enerji projeleri de dahil olmak üzere, bu tür yatırımlar için sorulması ve
cevaplandırılması gereken soru şudur: Ne için ve ne pahasına? Yayla köyü için bu soru, ne yazık ki yerinden edilme olarak yanıtlanmıştır.İklim değişikliği ile mücadele altında tasarlanan yenilenebilir enerji politikalarının, yerelin doğasını, ihtiyaçlarını ve itirazlarını göz ardı etmesi ve bunun neticesinde bir köyün yerinden edilmesiyle sonuçlanacak denli ağır bir insan hakları ihlaline yol açması, üzerinde dikkate durulması gereken bir sorundur. Karaburun Yarımadası öznelinde yaşanan bu durum, benzer sonuçlarını Türkiye’nin farklı pek çok noktasında tekrarlamaktadır.
Öneriler
Derneğin raporundaki kimi öneriler ise şöyle:
- Yenilenebilir enerji uygulamaları, iklim değişikliği ile mücadele politikası ile uyumlu olmalıdır. Enerji üretim modelinin “yenilenebilir” olarak tanımlanması, tek başına iklim krizi ile mücadele için yeterli değildir.
- Doğa merkezli (ekosantrik) çözümlerden, gıda ve su güvenliğinin sağlanmasına, sosyal ve ekonomik olarak kırılgan gruplar, kırsal topluluklar için yerel kalkınma, adalet, eşitlik, toplumsal cinsiyet ilişkileri gibi temel prensiplerin yeniden tanımlanmasına yönelik dönüşümsel uyum politikalarının üretilmesi gerekmektedir.
- Yerelin ihtiyaçlarını, yerel kalkınma ekonomilerini ve doğasını yok sayan
yenilenebilir enerji uygulamalarının, insan ve doğa hakları ihlallerine yol açtığının farkına varılmalıdır. - İklim değişikliğinin insan haklarına etkileri her aşamada analiz edilmeli ve buna uygun politikalar üretilmelidir. İnsan Hakları Eylem Planı’ndaki (İHEP) hedefler hayata geçirilmelidir.
- İHEP’te 8.AMAÇ ana başlığı, “Kırılgan Kesimlerin Korunması ve Toplumsal Refahın Güçlendirilmesi” olarak tanımlanmıştır. Bu kapsamda, Hedef 8.7’de “Sağlıklı ve Yaşanabilir Çevrenin Korunması” bir alt hedef olarak belirlenmiş ve bu hedefin ilk faaliyeti olarak “İklim değişikliğinin temel insan haklarına etkileri analiz edilecek ve sonuçlar kamu politikaları oluşturulurken dikkate alarak kamu politikalarının belirlenmesi ve uygulanması yönünden öneriler:
alınacaktır.” denilmiştir. - Bu faaliyetten sorumlu kurumun, bu alanda en büyük hak ihlali üreten kurum olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak belirlenmiş olması, dikkat çekicidir. Yine de iklim değişikliği meselesinin, İnsan Hakları Eylem Planı’nda hak ihlali doğuran bir mesele olarak doğrudan ele alınmış olması önemlidir.
Raporun tamamı için tıklayın