Ana Sayfa Blog Sayfa 4967

Van’da çadır kuyruğu 1 kilometreyi aştı

Hükümet yetkililerinin açıklamalarının aksine Vanlılar’ın en büyük sorunu barınma yani çadır eksikliği. Erciş ilçesinde dün gece depremzedelere çadır dağıtımına başlandı. 1 kilometreyi bulan kuyruğa giren depremzedeler saatlerce beklemek zorunda kaldı, isyan etti.

Erciş İlçesi’nde dün gece depremzedelere çadır dağıtılmaya başlandı. İlçe Jandarma Komutanlığı önünden yapılan dağıtımda çadır alabilmek için depremzedeler oluşturdukları yaklaşık 1 kilometrelik kuyrukta saatlerce bekledi.

Kriz merkezine isimlerini yazdıran depremzedelerde çadırlarını almak için kapatılan Erciş-Van karayolu üzerinde yaklayık 1 kilometreye varan uzun kuyruklar oluşturdu.

Yaklaşık 4 bin depremzede saatlerce bekledikleri kuyrukta çadırlarını aldı.

Depremzedeler, en büyük sıkıntılarının çadır olduğunu belirterek, “Artçı sarsıntılar nedeniyle evlerimize giremiyoruz” dedi. Çadır dağıtımı sırasında sorun yaşanmaması için jandarmada sıkı önlemler aldı.

Arama kurtarma ekipleri öncelikle enkazlarda canlı belirtisi olan bölgelerde çalışmalarını yoğunlaştırırken, yakınları göçük altında kalanlar geceyi yine enkaz başlarında geçirdi.

Enkazların yanında yaktıkları ateş ile ısınmaya çalışan aileler, ekiplerin dinleme yapmasının ardından enkazların başına geçerek, yakınlarından bir ses ve mutlu bir haber almaya çalıştı. Geceyi çadırda geçirenler ise çadırlarının önünde yaktıkları ateş ve yaptıkları çayları yudumlayarak ısınmaya çalıştı.

Van’da ‘çadırlar satılıyor’ iddiası

Bazı depremzedelere göre bölgeye çok miktarda yardım geliyor ancak dağıtım adaletsiz ve düzensiz. Bazı depremzedelerin iddiası ise korkunç: Birden fazla çadır alıp köylerde parayla satanlar var.

Van Erciş’te belediye stadına kurulan çadırkentte hayat çok zor. Yardımlar çığ gibi ancak insanlar dağıtımın adaletsiz gerçekleştiğine inanıyor.

Milliyet’ gezetesinde yer alan haberine göre çadırkentin sakinlerinden Devrim Altın, birden fazla çadır alıp köylerde insanlara parayla satanların olduğu duyumunu almış. Burada herkes ilçeye yardım yağdığı konusunda hemfikir ancak daha fazla yağma olmaması için yardımların çadırlara teker teker dağıtılmasını istiyorlar. Aşık Ünal, çocuklarıyla beraber çadırda kalan onlarca kadından biri. Yardım dağıtımı sırasında erkeklerin önüne geçtiğini boynu bükük anlatıyor: “Erkeksen ya da kocan varsa yardım almak kolay. Benim kocam yok. Önüme geçen adamlarla başa çıkamıyorum. Varlık içinde yokluk yaşıyoruz burada.”

‘Donduk, ilgilenen olmadı’
Elimde kağıt kalem gören çocuklar koşarak dert anlatmaya başlıyor: “Abla dün gece sokaklarda kaldık. Yerlerde uyuduk. Hava nasıl soğuk. Donduk abla, bir ilgilenen olmadı.”

Çadır bulup yerleşenler şanslı olarak düşünülse de durum pek öyle değil. Sebebi de battaniye ve ısıtıcı dağıtımı yapılmaması. Kızılay yetkililerinin “Bizden bu kadar” deyişi karşısında çaresiz kalınmış. Ancak tek sorun ısınma değil. Daha beteri var: Tuvalet yok. Tuvalet ihtiyacı herhangi bir yerde karşılanıyor. Çöpler içinse henüz bir düzenleme yok, yerlere atılıyor. Felaketzedeler salgın hastalık olmasından korkuyor.

‘Adamlarına dağıttılar’
Erciş Kaymakamlığı’nda kurulan kriz merkezinde iki gündür çadır krizi yaşanıyor. Çadır almak için sıraya gelen insanların hınca hınç doldurduğu avluda izdiham yaşanıyor.
İnsanların ihtiyacından fazla çadır almasına isyan eden Yasin Çağlar, “Ağrı’dan gelen araçları insanlar yollarda durduruyor. Kim ne alırsa artık. Benim bazı komşularımda birden fazla çadır var. Muhtarlarsa gelen çadırları kendi adamlarına dağıttı, bize kalmadı.”
Vefa Toptaş ise yardım istediği bir polis memurunun kendisine “Ben senin çobanın mıyım?” dediğini söylüyor.

‘Polis silah çekti’ iddiası
Mahmut Polat’tan sabah vakti çadır almak için gelen insanların ortasında ekip otosundan inen bir sivil polisin silah çektiğini öğreniyoruz:
“Askeriyenin yakınında yardım için bekleyen en az 200 kişi vardı. İnsanların önünde bir polis silah çekti havaya, ‘Ulan’ diye bağırdı. Olay yok bir şey yok. Param olsa satsalar çadır alacağım. 4 çocuğum var, kaç gündür rezil olduk ortalarda.”

Wall Street protestocuları California’da polisle çatıştı

Wall Street’i, gelir dağılımı eşitsizliğini, bankaları ve ekonomik politikaları eleştiren ‘‘Wall Street’i İşgal Et’‘ girişimi taraftarları, bu kez de California Oakland’da polisle çatıştı.

Polis yaklaşık bin kişilik gösterici grubuna karşı göz yaşartıcı gazla müdahale etti.

Polis yaklaşık 2 haftadır Frank Ogawa Meydanı’nda kamp kuran göstericilerin kampını kaldırmıştı.

New York’da bir ay önce başlayan gösteriler kısa sürede Amerika’nın diğer eyaletlerine de yayıldı.

Aralarında, Amerikan folk müziğinin ünlü sesi, 60’lı yılların protest müzik akımının efsane isimlerinden Pete Seeger’ın da bulunduğu bazı Amerikalı müzisyenler, ‘‘Wall Street’i İşgal Et’‘ eylemine katılan göstericilere destek veriyor.

(en)

Behzat Ç.’nin ilk gişe geliri depremzedeye

Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm” filminin ilk günkü gişe gelirinin Van’daki depremzedelere gideceği açıklandı.

Televizyon dizisi “Behzat Ç.”nin sinema versiyonu “Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm” galası İstinye Park Sinemaları’nda yapıldı. Terör olayları ve Van depremi nedeniyle galaya gelenlere siyah kurdela dağıtıldı. Erdal Beşikçioğlu “Adam Film üzerine düşeni yapacaktır. Gösterimin yapılacağı ilk gün gişe gelirlerinin kendi üzerine düşen payını bağışlayacaktır. Bunlar Van’daki depremde zarar gören ailelere gönderilecek” diye konuştu.

Galanın bu dönemde yapılmasına getirilen eleştirilere üzüldüğünü belirten Beşikçioğlu “Ertelemeyi düşündük, ancak ortada bir ürün var ve biz de bu ürünü göstermeye geldik, eğlenmeye gelmedik” dedi.

Deprem bölgesi daha da soğuyacak

Deprem bölgesi Van’da, yağışlar etkisini artırarak devam edecek. Hava sıcaklığı bölge genelinde 2 ila 4 derece azalacak. Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nden alınan bilgiye göre, deprem bölgesinde yarın yağışın etkisini artırarak devam edeceği tahmin ediliyor. Yağışların, gündüz saatlerinde yağmur, akşam saatlerinden sonra karla karışık yağmur, yüksek kesimlerde ise kar şeklinde olması bekleniyor.  Sıcaklığın bölge genelinde 2 ila 4 derece azalması, günün en yüksek hava sıcaklığının 6 ila 9, gece ise eksi 2 ila artı 2 derece arasında seyretmesi öngörülüyor. 28 Ekim Cuma günü de bölgede yağışın etkisini azaltarak devam edeceği, gündüz saatlerinde genellikle yağmur şeklinde görülecek yağışların, akşam saatlerinden sonra karla karışık yağmur, yükseklerde ise kar şeklinde olacağı tahmin ediliyor. Hava sıcaklığında ise önemli bir değişiklik beklenmiyor. 29 Ekim Cumartesi günü ise bölgede sabah ve öğle saatlerinde hafifleyerek devam edecek yağışın akşam saatlerinden itibaren bölgeyi terk edeceği öngörülüyor.

(Ajanslar)

İHOP’tan yeni Diyalog ve yeni çeviriler

İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP), İnsan Hakları İçin Diyalog’un 8. sayısını yayımladı. İHOP, 113 sayfalık bu sayının konularını şöyle özetlemiş:

12 Eylül 2010 günü yapılan halkoylamasıyla darbecileri koruyan Anayasa’nın Geçici 15. Maddesi yürürlükten kaldırıldı. Hemen ertesi günü, insan hakları savunucuları ve darbenin mağdurları suç duyurularında bulundular ve nihayet geçtiğimiz günlerde, cuntanın hayatta kalan iki üyesi Kenan Evren’le Tahsin Şahinkaya, ayrıcalıklı bir muamele görseler de, savcılara ilk ifadelerini verdiler.

Son derece gergin ama bir o kadar da heyecansız bir seçim süreci yaşadık, Meclis yenilendi. Ancak yeni Meclis, ciddi krizlerin eşliğinde çalışmalarına başladı.

Türkiye’de bunlar olurken, komşu ülkelerde, ciddi halk ayaklanmaları baş gösterdi. Bazı diktatörler, ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar; henüz direnenlerin akıbetlerinin de aynı olması kaçınılmaz gibi görünüyor.

Özellikle Türkiye’deki gündeme uygun olarak bu sayıda, temsilde adalet konusunu tartışıyor. Bu çerçevede Ahmet Murat Aytaç, Kavramlar bölümünde, “Temsilde Adalet” kavramını ele aldı. Aynı şekilde, Dosya’da Nergis Canefe, ‘temsilde adalet’; Nisan Kuyucu da, ‘yargıda kadın temsili’ konusunu incelediler. Kerem Altıparmak ise Yüksek Seçim Kurulunun bağımsız adayların adaylıklarının iptaline ilişkin kararlarını irdeledi. Tarhan Erdem’le yapılan Söyleşi de yine aynı konuda…

Gündem’de, İHOP tarafından hazırlanıp yayımlanan KCK Davası Raporuna, Avrupa Parlamentosu’nun 2010 Türkiye Raporuna, Türkiye’nin de imzaladığı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ne, seçimlerde yaşanan gerginliklere ve önemli ihlallere ve toplu mezarlarla ilgili gelişmelere yer verdik. Kısaca değindiğimiz bu gelişmelerin yanı sıra, bu bölümde Melek Göregenli ve Evren Özer tarafından hazırlanan “Medya ve İnsan Hakları Örgütlerinin Verilerinden Hareketle 1980’lerden Günümüze Türkiye’de İşkence: Epidemiyolojik Bir Başlangıç Çalışması”nın geniş bir özetini de bulacaksınız.

Mercek’te, Senai Demirci’nin “Devlet buysa ben çocuk değilim…”, A. Nevin Yıldız Tahincioğlu’nun “Kapısı Aralanan Adalet ve Kadınlar” ve Ilgın Özkaya Özlüer’in “Nükleer Bulutlarının Arasında Canlı Haklarını Aramak” başlıklı yazılarının ilginizi çekeceğini düşünüyoruz.

İnsan Hakları ve Hukuk’ta her sayıda olduğu gibi, yine AİHM ve diğer yargı kararlarından kısa haberler sunuyoruz. Hüsnü Öndül, bu sayıda özgürlük ve güvenlik hakkı ve ifade özgürlüğü konusunu detaylıca ele alıyor. Uluslararası Mekanizmalar’da İHD tarafından hazırlanan Seçim Gözlem Raporu‘nun yanısıra Feray Salman, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Demokrasi Kurumları ve İnsan Hakları Ofisi bünyesinde faaliyet gösteren Uluslararası Seçim Gözlemciliği Mekanizmalarını incelerken, Rakamlarla İnsan Hakları bölümünde Hüsnü Öndül, AİHM’e Türkiye’den yapılan 15,200 dosya üzerinde duruyor. Alternatif Kahramanlık Öyküleri’nde ise, Ozan Değer, İsmail Beşikçi’yi ele alıyor.

Tarihte İnsan Hakları bölümünde Ceren Salmanoğlu, vakti zamanında insan haklarına dair bir seçkiyle bizleri geçmişe götürürken, Ezgi Koman, 1 Mayıs 1977 olaylarıyla ilgili olarak hafızalarımızı tazeliyor. Kültür ve Sanat Dünyasında İnsan Hakları’nda Funda Tosun, Uluslararası İşçi Filmleri, 14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ve Uluslararası Dersim İnsan Hakları Film Festivali gibi organizasyonlar başta olmak üzere, insan haklarına dair sinema dünyasından haberler veriyor ve Press filminin yönetmeni Serdar Yılmaz’ı küçük bir söyleşiyle konuk ediyor. Bu sayının Raflardan bölümünde ise, Ertuğrul Cenk Gürcan, Hakan Acar ve Arzu İçağasıoğlu Çoban tarafından hazırlanan “Türkiye’de Çocuk Hakları” adlı çalışmayı tanıtıyor.

İHOP, insan hakları hareketinin kullanımı için uluslararası insan hakları mekanizmalarının ürettiği belgeleri Türkçe’ye çevirmeye de devam ediyor.

Bunlardan birisi Birleşmiş Milletler Gözaltında Zorla veya Gönülsüz Kayıplar Çalışma Grubu Genel Görüşleri (BM Zorla Kayıp Edilmeye Karşı Herkesin Korunması Bildirgesi). Bu belgeye ulaşmak için tıklayınız.

Diğer belge ise Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Uluslararası Sözleşmesi – İnsan Hakları Komitesi . Bu belgeye ulaşmak için tıklayınız.

(www.ihop.org.tr)

 

Ömer Madra: “Nihai sınıf mücadelesi başlıyor diyebiliriz.”

Ömer Madra

Adbusters dergisinden yapılan bir çağrı sonucunda New York’ta 17 Eylül günü başlayan ve önce ABD’nin bütün büyük şehirlerine, ardından dünyanın yüzlerce yerine yayılan Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) eylemleri giderek büyüyor. Tunus’ta başlayan devrim dalgası sadece Ortadoğu’ya değil, ABD’ye ve bütün dünyaya da yayılıyor.

Bu hareketi yaratan eylemciler ne istiyor, eylemler nereye varacak? Bu dalgayı doğru analiz etmek, doğru anlamak, hareketin nereye evrileceğini görmek son derece önemli.

Bu nedenle biz de hem Tunus’dan ve Tahrir meydanından başlayan Arap baharını, hem de Occupy Wall Street eylemlerini ve bütün dünyaya yayılan devrim dalgasını çok yakından izleyen Açık Radyo yayın yönetmeni Ömer Madra‘yla konuştuk.

– Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketini en başından beri çok yakından izliyorsunuz. Bugün Tunus’ta başlayan ve Arap baharı adını alan devrim dalgasına ABD’nin de katıldığı yorumları yapılıyor. Tabii ABD’nin devrim dalgasına katılıyor olması hayal gibi geliyor insana. Sizce gerçekten de böyle bir yorum yapılabilir mi? Bu olaylar gerçekten devrim dalgasının bir parçası mı? Yoksa herhangi bir protesto olarak mı görmek gerek?

Adbusters dergisinde çıkan Wall Street'i işgal çağrısı: Tek talebimiz ne? #Occupywallstreet 17 Eylül. Çadır getir.

Bence bu, devrim dalgasının ta kendisi. Dünyada ilk ve en güçlü demokratik devrimlerden birini gerçekleştirmiş ülke Amerika Birleşik Devletleri. Biz genelde Amerikan emperyalizmini, ABD’nin dünyanın geri kalanında yürüttüğü hegemonik, emperyal politikaları, önce Afganistan’da, sonra Irak’ta, Yemen’de, Libya’da ve başka yerlerde yürüttüğü işgal, savaş ve baskıları gördüğümüz için ABD’nin bu tarafını gözardı ediyoruz gibi geliyor bana. Ama Amerika aynı zamanda dünyanın ilk demokratik anayasasını oluşturan ve bir bağımsızlık mücadelesiyle birlikte devrim yapan ülke. Bu yaşananlar, bir anlamda 235 yıl sonra ülkeyi geri alma hareketi olarak da nitelendirilebilir. Tabii bu işlerin sonunda ne olacağı hiç belli olmaz, ama ben böyle değerlendiriyorum.

– Bunu Vietnam savaşına karşı verilen mücadeleye de bağlayabilir miyiz? Amerikan devriminden savaş karşıtı harekete ve oradan bugüne süregelen bir dalga sayılabilir mi bu?

Bütünüyle 1960’ların sivil haklar mücadelesine de bağlanabilir. Amerika’da Martin Luther King’lerin, Rosa Parks’ların simgelediği çok kuvvetli bir sivil itaatsizlik geleneği var. Burada farklı görünen şeylerden biri, hareketin bugün sadece gençlerden değil, bütün kesimlerden, aynı zamanda işçi ve emekçi kesimlerden  de büyük destek aldığını görüyor olmamız. Emekliler, öğretmenler, hatta bankazedeler var aralarında. Noam Chomsky “prekarya” (precariat) diye bir terim kullanıyor örneğin, proletarya gibi… Sadece işsizlikle karşı karşıya olmakla kalmayan, aynı zamanda uçurumun kenarında olan, geleceği tamamen belirsiz hale gelmiş muazzam sayıda insandan, neredeyse 40 milyon kişiden bahsediliyor. Sadece ABD’de. Türkiye nüfusunun yarısından fazla insan yani. Bence “Biz %99’uz!” derken doğru söylüyorlar. Eylemciler, finans sektöründe, hedge fonlarıyla akıl almaz derecede zenginleşmiş olan, krizden sonra bail out denen operasyonlarla kurtarılan, ardından tekrar olağanüstü yüksek ücretlerle ve ikramiyelerle beslenip palazlanan bir avuç insanın, Chris Hedges’in deyimiyle finansın lordları haline gelmiş bir azınlığın karşısına basit, dümdüz bir taleple çıkıyorlar: “Bu böyle gitmez,” diyorlar.

– Bu dalga 2008 krizinin bir sonucu mu yani?

Wall Street'deki Özgürlük meydanından

2008 krizinin çok önemli etkisi var bence. Ama 30 senedir tâbir caizse “uyumakta olan” işçi hareketlerinin de silkinmesi, üstelik de içlerine almaya (asimile etmeye/co-opting) kalkmadan destek verdikleri bir hareket olması açısından da fevkalade önemli. Tek kelimeyle, gecikmiş bir başkaldırı bu. Özgürlük ve adalet hareketlerinin ne zaman, nereden geleceği hiç belli olmuyor. Çevreci Lester Brown’la yaptığımız bir konuşmada ona gezegen yerle bir edilirken, neden bir türlü isyan olmuyor, başta Amerikalılar olmak üzere insanlar neden başkaldırmıyor, neden başkaldırmıyoruz diye sormuştum. O da “sosyal hareketler hiç belli olmaz, bakarsın bugünden yarına, birdenbire başlayabilir” demişti. Nitekim 2011’in hemen başında yepyeni bir devrim dalgası başladı dünyada. ABD de bunun bir parçası. En önemli parçası da olabilir.

– Ben de tam eşik nerede, nasıl aşılmış olabilir diye soracaktım. İnsanların bir eşikten sonra hem ses çıkarmaya başlamaları, hem de bir araya gelmiş olmaları önemli. Wall Street’in önündeki binlerce kişinin fotoğraflarını görüyoruz her gün. Bu noktaya gelinmesi için sanki bir şey olmuş olması gerekiyormuş gibi geliyor insana. Ama burada belirsiz bir eşik, belirsiz bir anda aşılmış gibi görünüyor.

%99

Evet, Tunus’da işportacılık yapmak zorunda kalan Muhammed Bouazizi adlı üniversite mezunu gencin bir zabıta tarafından harekete uğrayınca kendisini yakması sonucu başlayan bir devrim dalgası bu. Tunus gibi neoliberal siyasetlerin poster çocuğu olarak adlandırılan, belli kesimlerin büyük zenginlikleri pahasına orta sınıfların mahvedilip paralandığı,  her şeyin özelleştirildiği, sağlık ve eğitimin, kamusal alanın özel ellere bırakıldığı bir yerde olay böyle başladı. Oradan Tahrir’e, oradan Libya’ya, Bahreyn’e, Suriye’ye, İspanya’daki Indignados’a (Öfkeliler), Yunanistan’a geçti ve dalga dalga yayıldı, yayılmaya da devam ediyor. 1960’larda gözde olan bir deyimle “bozkır yangını” gibi.

– Ama Amerika’da böyle bir kibrit alevi yok.

Aslında Wisconsin’de vardı. Wisconsin’de kamu çalışanları, öğretmenler, kesintilere karşı isyan ederek yerel parlamentoyu işgal etmişlerdi, ama maalesef o hareket Demokrat Parti tarafından asimile edildi, etkisiz hale getirildi. Yalnız burada öyle olmayacağı anlaşılıyor. Gazeteci Chris Hedges epey zamandır çok yakından takip ediyor hareketi, hatta katılıyor. Hedges, Özgürlük meydanında (eylemciler eski adını da geri verdi oraya) kamp kuran insanların toplandığı yerin etrafında bulunan dev gökdelenlerde hem parayla, hem de insanların hayatlarıyla oynayan politikacıları, polisi, yargıyı ve basını susta durduran finans lordları bunu fark edemiyorlar, diyor. Ekosistemi de tamamen kâr uğruna yok edip bitiren bu insanlar, hiçbir şeyi fark edemiyorlar. Ama buradaki insanların başlattığı şey, her şeyi değiştirecek bir harekete dönüştü bile diyor Hedges.

"Biz %99'uz"

Chris Hedges, Ketchup lakaplı 22 yaşında Chicago’lu bir kız çocuğunun hikayesini de anlatıyor. Ketchup, Occupy Wall Street çağrısını Adbusters dergisinde görmüş ve bir tekerlekli bavulu, 40 dolarlık kadar yiyeceği, çadırı, bir de uyku tulumu elinde (posterin altında zaten “çadır getir” diyordu), New York’a gelmiş, hem de tek yön bir biletle, gidiş dönüş değil yani. Wall Street’te her gün toplanan kalabalığın tamamı işgalci değil aslında, sürekli yatıp kalkan 400 kadar eylemci varmış, ama onlara bütün dünyadan katılım var. 1,457 şehirde, 9,500’e yakın yerde işgalci veya isyancı diyebileceğimiz insanlar var. Medyanın bir kısmı, özellikle de yerleşik düzenin sahipleri hemen “bunların ne istedikleri belli değil, tek bir istekleri yok” diye eveleme geveleme yapmaya başladılar. Ama bence ne istedikleri çok belli: Yeter artık, bu böyle gitmez diyorlar. Bundan, daha büyük bir hareket çıkar mı, çıkmaz mı, bilmiyorum ama, Tahrir meydanındaki durumla ilgili yazmış olduğum bir yazıda dediğim gibi, bu dünya bir daha asla aynı dünya olmayacak, bundan emin olabiliriz.

Beyaz Ev önündeki Keystone XL eyleminden

– Geçtiğimiz ay Washington’da yapılan ve 1200 kisinin tutuklandığı Keystone XL eylemini de bu dalganın bir yerine koymak lazım bence. Eylem Wall Street’te olunca, sanki sadece finans sektörüne karşıymış gibi anlaşılabiliyor. Evet, bir yandan finans sektörüne karşı bir hareket bu, ama bir yandan da iklim değişikliğine neden olanlara ve önlem alınmasını engelleyenlere de karşı. İkisinin hedefi aynı bence.

Tamamen aynı. Çünkü bu bir sınıf mücadelesi.

– Burada sınıf mücadelesini nasıl tanımlıyorsunuz?

Yine Chris Hedges’ın söylediklerine bakarsak, Amerika’daki bütün servetin %40’ının, sadece 400 ailenin kontrolu altında olduğunu görüyoruz. 400 kişiden bahsediyoruz! Mücadele %1 ile %99 arasında deniyor ya, aslında nüfusun %1’inin de ufak bir kesri bütün toplumu kültürel olarak da, politik olarak da kontrol altında tutuyor, politikacıları satın alıyor. Zift petrollerini Kanada’dan ABD’ye taşıyacak olan 2750 kilometrelik Keystone XL boru hattı, ki buna dev karbon bombası fünyesi de deniyor, Obama döneminin belki de en büyük skandalı olmaya devam ediyor. Bir sürü e-mail açığa çıktı bu kirli ilişkilere dair. Alberta’daki zift petrollerini çıkaracak olan Kanada şirketinin müşterisi olan başka bir şirket ÇED denetlemesini yapacakmış örneğin. Ayrıca boru hattının sahibi olan şirketin eski lobicisi, daha birkaç gün önce Obama’nın baş danışmanlarından biri olarak atandı. Tam bir ensest durum ortaya çıktı, daha henüz ne olacağı belli değil. Dışişleri Bakanlığı’ndan onay alıyorlar şimdi. Bu şirketler hem basını kontrol ediyorlar, hem de yargı organlarını. Amerika’da iki yıl önce yüksek mahkeme 4’e karşı 5 oyla şirketlerin siyasi adaylara sınırsız maddi yardımda bulunabileceği kararını aldı ve işi bitirdi. Önümüzdeki seçimde aday başına en az 1 milyar dolar harcanacağı hesaplanıyor. Şirketler, her bir Başkan adayına 1 milyar dolar yatırım yapıyor yani! Sistem tamamen onların kontrolünde artık…

– Sistem demokrasi falan değil yani…

Ketchup

Demokrasi çalınmış vaziyette. Bir de 22 yaşındaki Ketchup lakaplı o kızın bütün bunları yiyebileceğini düşünüyor insanlar. Ama bu insanlar bunları yemiyor artık. O kız şunu anlatıyor mesela. Tabii aramızda sivil polisler de var diyor, ama kendilerini hemen belli ediyorlar. Çünkü sivillerin ilk sordukları soru “lideriniz kim” oluyormuş. Bir kadın eylemci vardı orada diyor, sivil polislerden birisi yanaşmış kendisine ve “lideriniz var mı” diye sormuş. Eylemci kadın dönmüş, “evet” demiş. Sivil polis hemen “kim, kim “ diye heyecanla sormuş tekrar, “ben” diye cevap vermiş kadın. “Peki nelerden sorumlusun” diye sormaya devam etmiş gazeteci kılığındaki sivil polis. “Her şey benden sorulur” diye cevap vermiş eylemci kadın. Peki titriniz nedir diye sormuş bu sefer polis. Eylemci kadın cevap vermiş: “Tanrı.” Artık bu insanlar hiç bir şeyi yemiyorlar.

Şirketler Obama’ya ve tüm siyasetçilere yaptıkları yatırımların karşılığını almak istiyorlar doğal olarak. Dolayısıyla yönetimler hiçbir şey yapamıyor. Exxon şirketine de, Kanada’daki bu şirkete de, başkalarına da borçlu çünkü politikacılar. Yani önce bu sistemin değişmesi lazım. Bana sorarsan öncelikle şirketlerin tüzel kişi sayılmasına artık bir son verilmesi gerekiyor. Bu, dünyanın en tuhaf işi. Chomsky ve başkaları yıllardır yazıyorlar. 1868’de bir davada Yüksek Mahkeme’nin bir oy farkıyla verdiği bir karardan sonra şirketler, tıpkı insanlar gibi, dava ederler, hakları vardır, her türlü hakka sahiptirler ve bir de ölümsüzdürler. Büyük ölçüde onun sıkıntısını yaşıyoruz bugün. Çünkü şirketler hem ölümsüzler, hem de sınırsız miktarda güç ve paranın sahibi durumundalar, böyle olunca da bütün sistemi mahvediyorlar.

Ama direniş başladı.

– Sınıf savaşı dediğimiz zaman, bir tarafta şirketler var o halde…

Evet, aslında bu mücadele şirket devletine karşı. Şirketlerin yönetimindeki devlete, onun polisine, politikacılarına karşı yürütülen bir mücadele ve basınına da karşı aslında. Eylemciler kendi alanlarını da yaratmaya başladılar. Kendi revirleri, kreşleri vb olduğu gibi kendi gazetelerini de çıkartıyorlar, Occupied Wall Street Journal çıkmaya başlamış mesela, çok esaslı bir gazeteymiş. Tahrir meydanında ve İspanya’da da olduğu gibi kurdukları komitelerle halkla ilişkileri de çözmeye çalışan bir doğrudan demokrasi hareketi bu. Yatay ve otonom bir şekilde kamusal alanı yeniden ele geçirme hareketi.

– Aynı zamanda şiddetsiz bir hareket.

Evet, en önemli özelliği de bu.

– Sizin Açık Radyo web sitesindeki son yazınızda vardı. Cornel West bu hareket için “şiddetin kullanılmadığı bir süreç, ama düpedüz devrim” diyor. Burada şiddetsizliğin belirleyici yanı ne sizce? Mesela Yunanistan’a baktığınızda orada da bir isyan var, ama fotoğraflar hiç de aynı değil?

En büyük silahları, ne olursa olsun şiddet kullanmamaları aslında. Mısır’dakilerin de oydu. Eskiden bizim kuşağın kullandığı bir argo tabir vardı: Ters kaplumbağa olmak. Bir kurumun ya da kişinin nasıl hareket edeceğini, duruma nasıl müdahale edeceğini bilemediği bir duruma düşmesi demekti âniden. Ters kaplumbağa oldu dediğiniz zaman ayaklar havada, sırtüstü hiç hareket edemeden kalma durumu kastedilirdi. Bence belediye başkanı, polis falan biraz ters kaplumbağa durumuna düştü burada. Onlar, herhangi bir çatışma, sertlik, şiddet durumuna çok hazırlıklılar. Ellerinde gaz bombaları, şok aletleri, plastik kelepçeleri, kafes fileleri, her şeyleri var. Eylemcileri balık sürüsü gibi sarıp tümünü derdest edecek her türlü olanak var ellerinde. Ama eylemlerde hiç şiddet kullanılmayınca çaresiz kalıyorlar. Bu arada sol düş gücünün son derece yaratıcı örnekleri de yaratılıyor eylemlerde. Mesela polis megafonun kullanılmasına da izin vermediği için halk mikrofonu diye bir şey icat etmişler.  Bütün konuşmacılar kısa cümlerlerle ve tane tane konuşuyorlar, en ön sıradakiler de bütün söylenenleri hep bir ağızdan tekrarlayarak arka tarafların da duymasını sağlıyorlar.

– Bir tür koro yani…

Evet, gospel korosu gibi. Basit ama müthiş etkili bir yöntem. Ama bankerlerin elindeki belediyenin ve polisin bütün bunlara karşı hiçbir silahları yok. Bu nedenle de şiddetsizlik, eylemcilerin temel silahı. Naomi Klein burada yaptığı konuşmaya “I love you” diye başlamış, bu yaptığınız olabilecek en önemli şey, sizi seviyorum, demiş, bunu insan mikrofonuyla tekrarlamanızdan hoşlanmadığımı da söyleyemem diye de eklemiş. Feminist gazeteci Laurie Penny de çok önemli bir tespitte bulunmuştu. “Bu eylemin mesajı yok diyorlar, ama mesajın kendisi bu zaten: isyan”. Aynı şeyi Chris Hedges da söylemiş, mesaj orada olmaları demişti. Bu böyle devam edemez.

Bu bir gençlik hareketi de değil. Görülmemiş düzeyde, 1929’daki büyük bunalım dönemine yakın bir işsizlik var, ayda 20 milyon dolar kazanan insanların yanında akıl almaz bir sefalet ve evsizlerin sayısı yüz binlerce. Sadece New York’ta, çoluk çocuk, kadın, yaşlı, yüz binlerce insan her gece bir barınak bulmak zorunda. Bunun böyle gidemeyeceği, klişeleşmiş tabiri kullanırsak “sürdürülebilir” olmadığı âşikâr. Lideri olmayan tamamen yatay ve özerk bir örgütlenme yaratılmış durumda. Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz de gidip atölye çalışması yapıyor orada, Naomi Klein da, Slavoj Zizek de konuşuyor. Savaş gazileri de orada, %99 diye şarkılar yapan hip hopçular da. Şimdi kızılderililer ve Hispanikler de katılmaya başlamış. Bence dünya için bir dönüm noktası olabilir. Çok erken davranıp kendi umutlarımızı da mahvetmek istemiyorum ama, emekle sermaye arasındaki bir kavga bu. Sınıf demeyi de yıllardır bize yasak ettiler neredeyse, korkulacak bir şeymiş gibi, ama yok böyle bir şey, bu basbayağı bir sınıf mücadelesi ve başarılı yürütülebilirse emekçilerin kazanacağı da aşikâr. Popülist bir tarafı olduğunu da söylemek lazım tabii.

– Neyin popülist tarafı var?

Bu hareketin. Bu da çok anlaşılabilir aslında. Herkes “bizim gibi” insanlardan oluşuyor. Kim baksa kendinden bir şey görebilir, emekliler, öğretmenler, yaşlı insanlar… Hayatlarında ilk kez eyleme çıkan çok sayıda insan var orada. Popülizm deyince insan bir irkiliyor tabii, çünkü hep sağ kanadın popülist söylemleri geliyor aklımıza. Sarkozy öyle, Berlusconi öyle, daha önceki faşist popülistleri de biliyoruz. Ama sol popülizm diye de bir şey var. Bu da çok temel vicdani talepleri, adalete, özgürlüğe ilişkin talepleri herkes için istemek. Herkes için özgürlükte ve adalette eşitlik istemek basittir. Bu bir popülist söylemdir, ama buna işçi ve emekçilerin de içinde olduğu bir sol sahip çıkıyor şimdi.

– Bu etiketi de olmayan bir hareket, öyle değil mi? Sosyalist, anarşist, sosyal demokrat, devrimci diye adlandırıyor mu kimse kendini?

Hayır, öyle bir adlandırma yok. Uygun olmayan şeyler söyleyeni de gayet demokratik usullerle dışarı çıkartıyorlarmış. Chris Hedges’ın konuştuğu Ketchup lakaplı kız, kendi bulunduğu komitenin yazıcısıymış mesela, çok hızlı yazı yazdığı için ona geçici olarak bir bilgisayar vermişler. Günde iki kez genel kurul toplantısı yapıyorlar, tutanakları da o tutuyor…

– Doğrudan demokrasi…

Evet, bizzat doğrudan demokrasi deneyimi gelişiyor orada. O toplantılardan birinde Yahudi bankerleri idam edelim diye iğrenç, ırkçı bir laf etmiş birisi, onu yuhalayarak parkın dışına çıkarmışlar mesela. Bir de İspanya’daki 15 Mayıs hareketinde de gördüğümüz Konfor Grubu gibi komiteler kuruluyor. Bunlar insanların birbirine iyi muamele etmesi, dertlerini paylaşılabilmesi, çevreye zarar verilmemesi, etrafa kötü yazılar yazılmaması falan için çalışıyorlar. Dünyanın dört bir tarafından yardım yağıyor bu arada. Mısır’daki Tahrir eylemcilerinden pizza yardımı gelmiş mesela. İnsanların her zaman içinde olan dayanışma, sempati ve empati duygularının kuvvetle kendini gösterdiği bir safhaya geçiliyor. Bu hareket hüsranla sonuçlanır mı bilmiyorum, ama benim kanaatim şu: Hedges’ın çok esaslı yazısının sonunda söylediği gibi en önemli kural, herkesin katılacağı, içselleştirebileceği bir alan yaratılmasıdır, bu bir ayrıcalıktır ve en önemli kural da polis ne kadar gaddarca davranırsa davransın şiddet kullanılmamasıdır. Bu bankerlerin neyle karşı karşıya oldukları konusunda henüz hiçbir fikirleri yok.

– Peki Obama’nın var mı?

Obama “anlaşılabilir bir hayal kırıklığı içinde olduklarını düşünüyorum” demiş. Obama’nın kampanya sorumlusu da “bu olaylar kampanyamıza zarar verecek mi, vermeyecek mi, henüz bu aşamada belli değil” gibi bir açıklama yapmış ki, düşüp bayılıyordum okuyunca. Hiçbir şeyi kavrayamadıkları belli oluyor. Ama Obama’ya da kavratacaklarını sanıyorum. Çünkü 6 Kasım’da seçimlere tam bir yıl kala daha önce Keystone XL’e karşı kendini tutuklatan Bill McKibben ve 1220 küsur insan, yeni bir hareketle Beyaz Ev’i kuşatacaklar bu kez. Obama’nın O harfi gibi bir halka yapacaklar. Artık karar senin diyecekler. Obama belki o zaman kavrayabilir.

– Peki ya Türkiye?

Bütün bunlar bize çok uzak gibi geliyor. Ama değil. Mesela HES’ler gibi herkes tarafından o kadar da önemsenmemesi mümkün görünen bir konuda, akıl almaz derecede vahim bir durum yaşanıyor. HES meselesi de ABD’de, İspanya’da ya da Tahrir’de yaşanan olaylar da bire bir bağlantılı. Açık Yeşil’de ele aldığımız TMMOB’un HES raporunun sonuç bölümünü hatırla. Hayatın vazgeçilmez unsuru olan su hiçbir şekilde şirketlerin insafına ve denetimine bırakılmamalıdır diyordu orada. Oysa ülkenin neredeyse bütün akarsuları, deresi, ırmağı, çayı, tamamıyla, birkaç yüz ya da birkaç bin şirketin kısa vadeli kârlarına peşkeş çekilmek üzere şirketlerin insafına terk edilmiş durumda. Bir avuç şirket kâr etsin ve ülkenin elektirik üretimine sözüm ona %3-5 katkıda bulunsunlar diye 2000’i aşkın HES’in yapımına izin veriyorlar. Ne o şirketler, ne de hükümet görebiliyor olup biteni. O şirketlerin arkasında şu anda , eskilerin deyimiyle büyük bir cehdle, celadetle pala sallayan AKP hükümeti var, bu besbelli, ama sadece o değil. Bu HES’lerin yapılmasını sağlayan yasa AKP’den 2 yıl önce, 2001’de çıkarılmış.

Ama tıpkı Tahrir’de, Sol meydanında ve Wall Street’teki gibi, bu insanlar da yaşama alanlarını ve sularını vermeyecekler. Türkiye’nin en muhafazakâr diye bilinen yörelerinden biri olan Erzurum’da 80 küsur yaşında bir kadının çıkıp “ben bu suyu vermeyeceğim, bu biline” diye iş makinelerinin önüne geçtiğini izleyince, ben oturduğum yerden bunu sürdürmelerinin imkânı olmadığını görebiliyorum. Hükümetler istedikleri kadar kanun hükmünde kararnameler çıkarsınlar, şirketler istedikleri kadar güya halkı ve hakimleri bilgilendirmek için “HES platformları” kursunlar, istedikleri kadar polisi ve jandarmayı halkın üzerine sürsünler, “Bir Avuç Cesur İnsan” filmindeki gördüğümüz yaşlı kadınları ya da işte Erzurum’da böyle 80 yaşında bir insanı böyle laflar edecek, can havliyle her eylemi yapacak duruma getirmişler artık. Bence bundan sonra sadece daha fazla acı çekilecek, ama bu insanlar o suları veya arazileri, kaynakları şirketlere yar etmeyeceklerdir.

– Dünyanın her yerinde emekliler, işçiler, işsizler, öğrenciler, tamamen sıradan insanlar aynı şeye karşılar: Şirketlerin egemenliğine.

Şirket kapitalizmi denen şey ve bunun getirdiği sistem politikayı da ele geçirmiş durumda. İnsanlar partilere de inanmıyorlar artık. Çünkü sistem çalışmıyor. Sistem sadece bu HES’çi şirketler gibi şirketlere çalışıyor.

– Bu sistem bugün ortaya çıkmadı, ama bu mücadele de 10 yıl önce bile bu şekliyle yoktu. Değişen ne?

Bir tür nihai sınıf mücadelesi başlıyor diyebiliriz. Bunu nihaileştiren ve kesin laflarla konuşmamıza yol açan şey de bütün bunların bağlamı ve çerçevesi. Bu da küresel iklim değişikliği. Artık hiçbir şekilde beklemeye tahammül kalmadı. Sadece 2010’da ve sadece Asya’da iklim ve hava felaketlerinden dolayı 30 milyon kişi, Türkiye nüfusunun üçte birinden fazla insan, evini barkını terk etmiş ve mülteci durumuna düşmüş. Katran kumullarını da çekerlerse, artık bundan sonra atmosferdeki karbondioksiti 350 ppm düzeyine geri çekme imkanı kalmayacak. İklimbilimci Hansen’in dediği gibi, esas itibariyle “game over” olacak. Dünya kavrulup gidecek, canlılar için yaşanabilecek bir yer olmaktan çıkacak. Değil derelerin güzelliğinden söz etmek, artık hiçbir yerde yaşanamayacak. Occupy Wall Street eylemcilerinin en temel talepelerinden biri de iklim değişikliğinin durdurulması. Adını açıklamak istemeyen önemli bir akademisyen de konuşmuş eylemcilerle. Bu bir avuç insanın, işte sadece 400 ailenin kurdukları egemenlikle gezegeni ve ekosistemi yok ettiklerini biliyorlar diyor. Bir de yeni bilgi, çok ciddi bir bilimsel araştırmaya göre OWS isyancılarının söyledikleri ispatlanmış durumda: Yeryüzündeki tüm ulusaşırı şirketlerin sadece 147 tanesi, tüm şirketlerin ekonomik değerinin yüzde 40’ını kontrol ediyor. Dahası, en baba 50 şirketin 45’i de (yüzde 90) finans şirketleri! Eh, yüzde 99’cular tamamen haklı sayılmaz mı yani bu durumda?

Gerçekten de Enternasyonal marşındaki gibi, “bu kavga son kavgamız” olabilir. Âciliyet had safhada. Hedges, küreselleşme ve dizginlenmemiş kapitalizmi yürütenler bunu “doğal hukuk” gibi bir şey olarak görüyorlar diyor. Sürekli ve ebedi olacak, asla değiştirilemeyecek bir süreç sanıyorlar. Ama elitlerin göremediği şey şu: İnsanları mahveden bütün bu emperyalist savaşlar durduruluncaya, bu düzen tamamen değiştirilinceye, bu şirket sistemi ortadan kaldırılıncaya kadar, bu isyan hareketi, bu ayaklanma durmayacak.

– Teşekkür ederim.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

“Bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım”

Türkiye Van Depremi’ni dikkatle izler ve yardım toplarken, deprem bölgesinden de haberler gelmeye devam ediyor. Bir taraftan cansız bedenler enkaz altından çıkartılırken, diğer taraftan da mucize denebilecek kurtuluşlar yaşanıyor. Fakat bugün gelen haberlerden biri biraz daha farklı. Yardımların ulaştığı bir depremzededen gelen “bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım” notu depremi, depremden sonra yapılan yardımın önemini gösteriyor.

Ekşi Sözlük üzerinden yayılan bu haber şöyle:

deprem olur olmaz van’a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine “geçmiş olsun kardeşim, ben de gölcük’te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. maddi manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme.” yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj:

“allah razı olsun kardeşim. şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım.” (bu konuda soylemek istediklerim bu kadar)

40 kişinin mezarına izin veren şimdi TBMM’de

Van’da meydana gelen şiddetli depremde 40 kişiye mezar olan 5 binanın kaçak yapı olduğu ve dönemin Çelebibağı Beldesi Belediye Başkanı, şimdinin AKP Van Milletvekili Fatih Çiftçi’nin onayı ile yapıldığı ortaya çıktı.

Yıkılan ve 40 kişinin ölümüne neden olan Erek-San’a ait binanın bulunduğu yeşil alan Fatih Çiftçi tarafından yetkisi olmamasına rağmen firmaya verildi ve firma buraya imar izni 3 kat olmasına rağmen 8 katlı bina inşa etti. Yeşil alanın firmadan geri alınması için ise o dönem açılan dava devam ediyor. Çelebibağı Belediye Başkanı Veysel Keser, “Bu kadar can kaybının sorumlusu Fatih Çiftçi’dir” dedi.

Erciş’te yıkılan birçok binanın imar izninin dışına taştığı, bunun ise dönemin AKP’li belediye başkanı ve şimdiki Van Milletvekili Fatih Çiftçi’nin onayı ile yapıldığı öğrenildi. İkinci dereceden deprem ve sel bölgesi olan Erciş’te imar izni en fazla 5 kata kadar verilirken, büyük kayıpların yaşandığı ve tamamı çöken TEDAŞ, YURTKUR, Erek-San, Arsisa Otel ve Turvan Otelinin bu imar iznini aştığı ve buna dönemin belediye yönetiminin onay verdiği ortaya çıktı.

Çelebibağı Belde Belediye Başkanı Veysel Keser, Dönemin Belediye Başkanı Fatih Çiftçi’nin ve belediye yetkililerinin 7 ve 8 katlı bina yapılmasına izin verdiğini, bu kişiler hakkında derhal soruşturma açılması gerektiğini söyledi. “Araştırılırsa bu binaların birçoğunun imar izni bile olmadığı ortaya çıkacaktır. Zaten olamaz da, ilçede 5’inci katın üstüne bina dikmek yasaktır” dedi. Keser yıkılan ve 40 kişinin ölümüne neden olan 8 katlı Erek-San firmasına ait binanın bulunduğu yerin yeşil alan olmasına rağmen, AKP Van Milletvekili Fatih Çiftçi tarafından bu firmaya verildiğini, bunun üzerine Erciş 2. İdari Mahkemesinde dava açıldığını ve davanın hâlâ devam ettiğini söyledi. Dava sürmesine rağmen Fatih Çiftçi’nin, Erek-San firmasının bina yapmasına izin verdiğini ve firmanın imar izni 3 kat olmasına rağmen 8 katlı bir bina inşa etmesine müsaade ettiğini söyleyen Veysel Keser, “Fatih Çiftçi hem yer verdi, hem de kaçak yapılanmaya göz yumdu. Kamu malının geri alınması adı altında idari mahkemede açılan dava devam ediyor. Bu kadar can kaybının sebebi Fatih Çiftçi’dir” dedi.

BİR YIL ÖNCE OTURULMAZ RAPORU VERİLDİ

Bu arada şu ana kadar 10 kişiye mezar olan Maraş Caddesi üzerinde bulunan ve 7 katlı 19 daireden oluşan binanın Sahibi ve Müteahhidi Vezir Baş’ın 1 yıl önce oturulamaz raporu verilmesi üzerine binadan taşındığı öğrenildi. Sanayi Yolu üzerinde yeni yaptırdığı binaya taşınan Baş’ın Maraş Caddesi üzerinde 10 kişiye mezar olan binanın ilk iki katının kolonlarını keserek oto galerisi olarak kullandığı ortaya çıktı.

(Evrensel)

Google’a göre Türkiye sansürde dünyada 8. oldu

Google’ın 6 aylık dönem şeffaflık raporuna göre, ABD yönetimi ve polisinden videoların kaldırılması yönünde gelen taleplerde yüzde 70 oranında artış meydana geldi.

İlk kez yayımlanan rakamlar, polisin barbarca davrandığını gösteren videoların kaldırılması için Google’ın ABD polisinden gelen baskılara maruz kaldığını gösterdi.

Raporda Google’un bu talepleri reddettiği de görülüyor.

ABD yönetimi ve polisinden videoların kaldırılması için gelen taleplerin yüzde 70 artış göstermesi dünyada internet sansürüne dikkat çekmek amacıyla yayımlandı.

Rakamlar ayrıca ABD’nin bu yılın ocak ve haziran ayları arasında 11 binin üzerinde Google kullanıcısı hakkında özel bilgi talep ettiğini gösterdi.

ABD’nin kullanıcılar hakkında özel bilgi taleplerinin sayısı, aralarında Türkiye, İngiltere ve Rusya’nın da bulunduğu 25 ülkenin toplamından daha fazla oldu.

Devletler bu yılın ilk yarısında 25 bin 440 kişi hakkında özel bilgi istedi. Bu taleplerin 11 bin 57’si ABD’den gelirken, Türkiye 74 kişi hakkında özel bilgi talep etti.

Google, Türkiye’de mahkeme kararı ve Bilgi ve İletişim Teknolojileri Kurumu’ndan gelen talepler doğrultusunda siyasilerin özel yaşamları ile ilgili bazı videoların kaldırıldığını da duyurdu.

Rapora göre bu yılın birinci yarısında en çok içerik yasaklanmasını isteyen ülke Brezilya oldu. Brezilya’yı Almanya, ABD ve Güney Kore izledi. Türkiye ise en çok içerik  yasaklanmasını isteyen 8. ülke oldu.

Bu yılın ilk yarısında YouTube’da içerik yasaklanmasını talep eden ülkeler:

1-Brezilya………. 224
2-Almanya…….. 125
3-ABD…………….. 92
4-Güney Kore….. 88
5-Tayvan…………. 69
6-Hindistan……….68
7-İngiltere………… 65
8-Türkiye…………. 39