Ana Sayfa Blog Sayfa 4584

Eskişehirsporlu futbolcu hayatını kaybetti

Eskişehirspor’un savunma oyuncusu 26 yaşındaki Ediz Bahtiyaroğlu, kaldığı evde aniden rahatsızlandı. Kalp krizi geçirdiği belirtilen Ediz, yaşamını yitirdi.

Alınan bilgilere göre akşam saat 19.30’da Eskişehirspor tesislerinde antrenmana çıkan Ediz, daha sonra takım arkadaşı Hürriyet ile birlikte kaldığı Batıkent Mahallesi Aytekin Sokak’taki evine gitti. Genç futbolcu Ediz Bahtiyaroğlu, kız arkadaşının da bulunduğu evde gece saatlerinde aniden fenalaştı. Kız arkadaşı ile Eskişehirsporlu Hürriyet ambulans çağırdı. Kısa sürede gelen sağlık ekibi Ediz’e müdahalede bulundu. Kalp krizi geçirdiği belirtilen genç futbolcu, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti.

Polis evde inceleme yaptı

Eskişehirspor Kulübü Başkanı Halil Ünal, teknik direktör Ersun Yanal, yöneticiler ve futbolcular Ediz’in evine gitti. Eskişehir Emniyet Müdürlüğü Olay Yeri İnceleme Şubesi ile Asayiş Şubesi Cinayet ve Gasp Bürosu ekipleri de evde incelemelerde bulundu.

Genç yaşta yaşamını yitiren Ediz Bahtiyaroğlu’nun cenazesi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi morguna kaldırıldı. Olayla ilgili soruşturmanın sürdürüldüğü bildirildi.

Eskişehirspor’un resmi internet sitesinden Ediz’in yaşamını yitirdiği duyurularak “Ediz’i kaybettik. Futbolcumuz Ediz Bahtiyaroğlu’nu bu gece geçirdiği rahatsızlık sonucu kaybettik. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine ve tüm futbol camiasına başsağlığı dileriz. Konuyla ilgili detaylı bilgiler gün içinde verilecektir” denildi.

Eskişehirspor Basın Sözcüsü Erdal Şahbaz, Ediz’in cenazesinin hastane morguna kaldırıldığını, kesin ölüm nedeniyle ilgili bilginin sağlık kurulu tarafından verileceğini söyledi. Ölüm haberine gece saat 01.30’da aldığını ifade eden Şahbaz, büyük üzüntü içerisinde olduklarını belirtti.

Son olarak Ankaragücü’nde forma giyen Ediz, Eskişehirspor ile geçen sezon 2.5 yılığına sözleşme imzalamıştı. Futbola Bursaspor’da başlayan Ediz Bahtiyaroğlu, Ankaraspor, Bucaspor ve Ankaragücü takımlarında forma giymişti.

Necati Ateş, Ediz’in formasını giymişti

Galatasaray’dan Eskişehirspor’a transfer edilen Necati Ateş de antrenman öncesinde Ediz’in 2 numaralı formasını giyerek basın toplantısına katılmış ardından da tesislerde taraftarları selamlamıştı. Necati Ateş’in de Ediz’in ölümüne çok üzüldüğü kaydedildi.

Eskişehirspor’un milli kalecisi Sinan da genç yaşta ölmüştü

Eskişehirspor’un milli kalecisi Sinan Alağaç’da 24 Kasım 1985 tarihinde takım arkadaşlarıyla Bolu Abant’ta kamp yaparken kalp krizi geçirmiş ve 25 yaşındayken yaşamını yitirmişti.

Eskişehirspor’dan açıklama

“Futbolcumuz Ediz Bahtiyaroğlu’nu bu gece geçirdiği rahatsızlık sonucu kaybettik. Kendisine Allah’dan rahmet, ailesine ve tüm futbol camiasına başsağlığı dileriz. Konuyla ilgili detaylı bilgiler gün içinde verilecektir”

(tr.eurosport.com)

Fisk, Suriye cezaevine girdi

0

Independent’ın Ortadoğu uzmanı Robert Fisk, Suriye’de ilk kez bir askerî cezaevine girdi ve bu ülkeye cihat için gelen biri Türk dört mahkûm ile görüştü.

Suriye Dışişleri Bakanı Muallim’in krizin başından bu yana konuştuğu ilk Batılı gazeteci olan Fisk, bu kez de Suriye’deki askerî cezaevine giren ilk Batılı gazeteci oldu.

Burası Suriye’nin en korkulan hapishanelerinden biri. Fisk’in dört mahkûmla konuşmasına izin verilmiş. Mahkûmlar, ayaklanmanın başlamasından sonra Suriye’deki “mücadeleye” katılmaya karar vermelerini ve bu cezaevinde noktalanan süreci anlatıyor.

Taraf gazetesinde yer alan Independent gazetesinin haberine göre; Şam’daki bir intihar saldırısına yardım etmekten mahkûm olan bir Suriyeli, Taliban kamplarında eğitim aldığını söyleyen bir Türk, 40’lı yaşlarında Cezayir asıllı bir Fransız ve bir imam bu cezaevinde tutuluyor. Kendilerine ilk günlerde zalimce davranıldığını anlatan mahkûmlar, “cihada” katılmaya karar verip Suriye’ye gelişlerini anlatıyor.

‘Hapse girmek daha iyi’

Mahkûmlardan biri Muhammed Amin Ali El Abdullah, 26 yaşında Der Zor’da dördüncü sınıfta tıp öğrencisi. İkinci sınıfta ağır psikolojik sorunlar yaşayınca bir Şeyh’e gitmeye başlamış. Suriye’de isyan patlak verince de şeyhinin önerisi üzerine gösterilere katılmış. Cuma namazlarından sonra sloganlar atıyormuş; rejimin adaletsizliğini, kötü hayat şartlarını protesto ediyormuş. Diğer arkadaşları da “Allahuekber” nidalarıyla halkı cesaretlendirmeye çalışıyormuş. Sonra El Hecir adlı bir Selefi ile tanışmış. Katıldığı hücrenin El Kaide bağlantılı olduğunu sonradan fark etmiş ve “ne yaptığını tam da anlamadan” bir intihar saldırısının hazırlığına şahit olmuş. Şimdi çok üzgün. Muhaberat tarafından yakalanınca “çok mutlu olmuş”: “Daha fazla kan akmasına sebep olmaktansa böylesi daha iyi. Nasıl bu insanlara bulaştım bilmiyorum. Kendimi bir tür ‘geri dönüşüm kutusuna’ attım. Şimdi bir kitap yazmak istiyorum. Ama kalemim ve kâğıdım yok.”

Televizyonda görüp yola düşmüş…

Cezayir asıllı Fransız Cemil Amir El Hudud, Al Jazeera televizyonunda, Suriye’deki Müslümanlara yapılanları izlerken “birden gözü açılmış” ve kararını vermiş. Eşi ve çocuğu Marsilya’da yaşıyor. Fransa ordusunda görev yapmış. Uzun süre iyi bir iş bulamayan Hudud, Türkiye’ye gelerek mültecilere yardım etmeye karar vermiş. Kendine “ılımlı Selefi” diyen Hudud, bu kamplarda “kendisine cihat dersleri veren” Libyalı bir şeyh, birçok Yemenli ve Tunuslu imamla tanışmış.

Suriye sınırını, askerî kontrol noktalarına saldıran bir grupla elinde tüfekle geçmiş. Lazkiye’de terk edilmiş evlerde ve bir camide konaklamışlar. Fransız silahlarıyla eğitim aldığını söylüyor. Birkaç “korkunç” hafta sonrasında “Suriye’deki cihadın ona göre olmadığını” fark etmiş ve önce Türkiye’ye sonra da Fransa’ya dönmeye karar vermiş. “Televizyonda izlediğimi Suriye’de görmedim” diyor. Ancak o sıralarda köylüler tarafından yakalanarak Halep’e götürülmüş. Oradan da helikopterle Şam’a…

‘Cihatçı değil, katiller’

Suriyeli imam Şeyh Ahmed Galibo, farklı milliyetçi ve dinî hedefleri olan dört Suriyeli “militan grubu” birleştirme çabalarını anlatıyor. Ancak eski müftü olan Galibo, daha sonra, onların “cihatçı değil, hırsız, katil ve tecavüzcü” olduklarını fark ederek dehşete düşmüş. Bu gruptakilerin, kendilerine karşı gelenleri vahşice katlettiklerine tanık olmuş. Suriye polisi 15 Nisan’da onu tutuklamış ve o da her şeyi itiraf etmiş; “Çünkü bu militanlar bir ‘Hür Ordu’ değil” diyor.

Öztürk: Çok pişmanım

Türkiyeli Cuma Öztürk ise, Afganistan- Pakistan sınırındaki bir Taliban kampında aylar süren eğitimden sonra Gaziantep’ten Suriye’ye geçmiş. Hamile karısı Mayuda ve üç yaşındaki kızını geride bırakıp Şam’a gitmiş… Fisk’in ifadesine göre “cihaddan üstün körü bahsediyor” ve ondan, Türkiye-Şam arasında sınır boyunca insanların da rahatça geçişini sağlayacak bir “kaçakçılık” güzergâhı oluşturmasının istendiğini söylüyor. Halep’te kayınvalidesinin cenazesi sırasında gözaltına alınan Öztürk, şimdi “pişman olduğunu” söylüyor. Fisk’ten, kendisinin nerede olduğunu Türkiyeli yetkililere anlatmasını rica ediyor.

Taraf

Prens’in inanılmaz şovu

0

Kraliçe 2. Elizabeth ve Prens Philip’in üçüncü çocukları Prens Andrew, 310 metre yükseklikteki Avrupa’nın en yüksek binası ‘Shard’ın 87’inci katından halatla indi. 52 yaşındaki Prens, inişi 20’inci katta tamamladı.

Toplam 40 kişinin katıldığı etkinliğin amacı iki yardım kuruluşuna destek olmaktı. Prens’in yarım saat süren inişini gazeteci ordusu da izledi.

İnişin ardından Prens Andrew, ilk başta korktuğunu itiraf etti.

Prens Andrew, “En tepedeyken korktum. Çünkü bize kayabileceğimiz söylendi. Gerçekten de öyle oldu. Şunu söylemeliyim ki; arkamı dönüp yukarı bakınca indiğim yolun uzunluğu hayrete düşürüyor” dedi.

Prens, bu girişimiyle engelli ve işsiz gençleri eğitmeyi amaçlayan iki yardım kuruluşu için 460 bin dolar bağış toplanmasını sağladı. Gökdelenden inen 40 kişi arasında Prens Andrew’in yanısıra İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’in eşi de vardı.

Radikal

Aygün’den Erdoğan’a: İl başkanın PKK’lı mı?

Başbakan Erdoğan, CHP Millletvekili Hüseyin Aygün alıkonulmasının ardından katıldığı bir televizyon proğramında, “Şüphelerim var, inanmıyorum” demiş. “Biz kamuoyu araştırması yaptık ve bu olaya kimse inanmıyor. Halk kaçırılma olayına inanmıyor” ifadelerini kullanmıştı.

CHP’li Aygün, dün geceden beri haber alınamayan ve PKK tarafından alıkonulduğu düşünülen Hakkari AKP İl Başkanı’nın kaçırılmasının ardından sosyal medya üzerinden yorumladı.

Aygün, facebook hesabından yaptığı açıklamada, şunları söyledi: “Bugün AKP Hakkari İl Başkanının kaçırıldığı haberi geldi, başkanın bir an evvel özgürlüğüne kavuşmasını dilerim, PKK elindeki tüm ‘esirleri’ şartsız ve gecikmesiz serbest bırakmalıdır, bu etik bir gerekliliktir.

PKK’lı mı, gönüllü mü?

Bu vesileyle bir sözüm de  Başbakan’a: Bir kaç gün evvel ‘kaçırıldığından şüpheliyim’ diyerek beni ‘PKK’lı’ ilan ettin ve linç kafilelerine hedef gösterdin, senden olumlu bir değerlendirme zaten beklemiyorum; özgürlük ve güvenliğime gelecek herhangi bir zarar artık senin hanene yazılacak, ayrıca merak ediyorum senin il başkanın ‘PKK’lı’ mı, yoksa ‘gönüllü’ mü gitti? Ona da bir anket yaptıracak mısın?”

CHP, Enternasyonal’de Kürdistan’ı veto etti

Güney Afrika’da yapılan 24. Sosyalist Enternasyonal Kongresi’nin sonuç bildirgesine “Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı” CHP’nin itirazı sonucu girmedi. Bildirgede, Kürtlerin tüm siyasi haklarının tanınması istendi.
Sosyal demokrat partilerin birliği olan Sosyalist Enternasyonal’in 24. kongresi, “Yeni bir enternasyonalizm ve yeni bir dayanışma kültürü için” sloganıyla 30 Ağustos ve 1 Eylül’de Güney Afrika’nın Cape Town kentinde toplandı.

Kongreye katılan BDP Avrupa Temsilcisi Eyyüp Doru’nun verdiği bilgilere göre, Kürtlerin ulus olarak kendi kaderini tayin hakkının sonuç bildirgesine eklenmesi istendi. Kongre üyesi partilerden bir tek CHP heyeti bu öneriye karşı çıkarak, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkının bölgede sorunlar yaratacağını savundu.

Kongrenin son gününde yapılan bu önerinin geçmesi için BDP ve diğer Kürt örgütleri ısrarını sürdürdü. YNK’den Mele Bextiyar da kendi kaderini tayin hakkının BM Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’nde yer aldığını belirterek öneriyi savundu.

Sonuç bildirgesinde ise “Sosyalist Enternasyonal’in, BM ve uluslararası kurumların Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi ve Kürtlerin tüm siyasi haklarının tanınması için çalışacağı” yönünde ifadeler kullanıldı.

Kışanak: Demokratik siyasete ve barışçıl çözüme inanıyoruz

Sonuç bildirgesinde ayrıca tüm Kürt siyasi tutsakların serbest bırakılması istendi. BDP Eşbaşkanı Kışanak, kongrenin son gününde yaptığı konuşmada sorunun çözümü için siyasi tutsakların serbest bırakılması gerektiğini kaydetti. “BDP olarak, demokratik siyasete ve barışçıl çözüme inanıyoruz. Kürt sorunu barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözülebilir” diyen Kışanak şu önerilerde bulundu:

“Demokratik Kürt siyasetine yönelik operasyonlara son verilmeli; başta milletvekili ve belediye başkanları olmak üzere politik tutuklular serbest bırakılmalı. Savaş politikalarından vazgeçilerek, müzakere yöntemine geri dönülmeli. Çözüm konusunda önemli bir konuma sahip olan Sayın Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılmalı.”

marksist.org

Kuşlar yas tutar mı?

Bazı kuşların ölen arkadaşları için “cenaze töreni düzenliyor olabileceği” ortaya çıktı.

Batı çalı kargalarını inceleyen ABD’li bilim insanları, ölen bir kuş görünce yem aramaya ara verdiklerini ve birbirlerine seslenip toplandıklarını keşfetti.
Çalı kargaları daha sonra genelde ölü kuşa doğru uçup, başında toplanıyormuş.
Animal Behaviour dergisinde yayımlanan makalede kuşların bu davranışı tehlikeye karşı birbirlerini uyarma amacıyla geliştirmiş olabileceği belirtiliyor.
Araştırma Kaliforniya Üniversitesi’nden Teresa Iglesias ve ekibinin imzasını taşıyor.
Iglesias ve ekibi çalı kargalarının yaşam alanlarına çeşitli nesneler bırakarak, kuşların tepkisini inceledi.
Bazı kuşların ölen arkadaşları için “cenaze töreni düzenliyor olabileceği” ortaya çıktı.

Bıraktıkları nesneler arasında farklı renklerde tahta parçaları, ölü
kuşlar, ayrıca dost ve düşmanlara nasıl tepki vereceklerini anlamak amacıyla konan, içi doldurulmuş çalı kargaları ve boynuzlu baykuşlar vardı.

Tehlike işareti
Çalı kargaları renkli tahta nesnelere tepki vermedi.
Ancak ölü bir çalı kargası bulduklarında tehlike işareti veren sesler çıkararak uzaktaki arkadaşlarını uyardılar.
Daha sonra ölü kuşun etrafında toplanan çalı kargaları, birbiriyle uyumlu olmayan sesler çıkararak başka çalı kargalarını da olay yerine çağırdı.
Ayrıca büyük bir davranış değişikliği göstererek, bir gün boyunca yem aramaya çıkmadılar.
Çalı kargaları içi doldurulmuş baykuşlarla bir avcının varlığına inandırıldıklarında da yine toplanarak, tehlike sinyalleri veren sesler çıkardı.
Ayrıca baykuşu korkutmak amacıyla üzerine doğru uçuş yaptılar.
Ancak ölü bir çalı kargası gördüklerinde benzer bir davranış sergilemedikleri dikkat çekti.
Doğada başka hayvanların da ölülerini yalnız bırakmadıkları biliniyor.
Örneğin zürafa ve fillerin yeni ölen bir yakınlarının yanından ayrılmadıkları belirlenmişti.
Bu da hayvanlarının ölümü anladığını ve hatta yas tuttuğunu düşündürüyor.

BBC TÜRKÇE

Ölüm sarmalı – Ömer Madra

Ömer Madra

Sonunda olan oldu, ey okur: Tek kutuplu bir dünyamız var artık diyebiliriz. Çok değil sadece birkaç yıl sonra uydudan çekilen fotoğraflarda bir bakacağız: yoook! Yazları Kuzey Kutbu’nda herhangi bir beyazlık olmayacak artık. Yaz buzları bir daha sonsuza kadar geri gelmemek üzere eriyip gitmiş olacak. Ağustos’un son haftasında Kuzey Buz Denizi’ndeki buzlar, en düşük seviyesine varmalarına daha üç hafta kala, erime rekorunu kırdılar bile: Önceki rekorun kırıldığı 2007 yılından yüzde 50 daha büyük bir erime oranı var! Bundan sonrası ise, hani nasıl derler, hep yokuş aşağı!

 

 

Kuzey Buz Denizi’nde 1979-2010 yılarının Ağustos aylarındaki buz tabakasının genişliğini karşılaştıran uydu fotoğrafı. (Tturuncu çizgi 1970 yılındaki sınırları gösteriyor. Kaynak: National Geographic)

 

Bilim insanları defalarca anlatmışlardı bunu ama bir kez daha özetlemekte sakınca yok herhalde: Kuzey Kutup bölgesi (Arktik), kuzey yarıkürenin geri kalan kısmına göre iki kat hızlı ısınıyor. Orada iklim krizi sürekli kendini yenileyip keskinleştiriyor çünkü: Örneğin, buz örtüsü eridikçe alttaki koyu lacivert deniz açığa çıkıyor, daha önce o bembeyaz buz yüzeyinin uzaya geri yansıttığı ısı yansımaz oluyor artık ve emiliyor (massediliyor/absorption); böylece küresel ısınma hızlanıyor. Kuyruğunu yiyen yılan gibi birşey yani.

“Arktik ölüm sarmalı” da diyorlar buna. Böyle ağır bir terim kullanılmasının bir sebebi var: Küresel ısınmanın açık bir işareti olmasının ötesinde, “oralarda … uzakta” buzların erimesinin, “bizim buralarda” yaşanan aşırı hava olaylarını da tetiklediği, bizim hayatımızdaki çalkantıların da “müsebbibi” olduğu kanıtlandı çünkü. Örneğin, yeni bir araştırmada, Arktik buz kaybının “kuraklık, seller, soğuk dalgaları ve sıcak dalgaları gibi aşırı hava olayları”nın oluşumunu kolaylaştırdığı tespit edildi. Kuraklık dünya gıda fiyatlarını rekor seviyelere çıkartıyor, buysa dünya gıda güvenliğine –ve dolayısıyla dünya barışına– ciddi bir tehdit oluşturuyor. 1

***

Avrupa’da 50 bin kişiyi öldüren sıcak dalgası (2003), Rusya’yı kasıp kavuran korkunç sıcak dalgası (2010), geçen sene Texas’ta 5 milyar dolardan fazla zarara yol açan kuraklık, bu sene Amerikan Ortabatı’sını mahveden, ayrıca 48 eyaleti rekor üstüne rekor kırarak kateden tarihî sıcak dalgaları ve kuraklık, Atlantik Okyanusu’nun öbür yanında ise İngiltere ve Galler’i sırılsıklam eden 100 yılın en ıslak ve yağmurlu yazı (ki, Britanya ahalisinin çoğunluğunun durmak bilmeyen ağır yağmurları hâlâ iklim değişikliği ile bağlamadığına bakılırsa, bu yağmurlara “ahmak ıslatan” demek de pekâlâ mümkün aslında), Hindistan’da tarihinin en büyük elektrik kesintilerine yol açan (bir seferde 670 milyon kişiyi, yani dünya nüfusunun neredeyse 10’da birini!) karanlıkta/enerjisiz bırakan) ve ülkede milli gelir (ya da daha doğru bir deyişle YİGSH) büyümesinin en az yüzde 5’ini götürmesi beklenen! sıcaklar, geçen yıl Tayland’da dünyanın en pahalı 4. felaketi olarak kayda geçen, YİGSH’nin yüzde 18’ini silip süpüren, ve Bangkok’un başkentlikten çıkarılmasını düşündüren seller (ki, bu sene sonunda dünyanın en büyük karbon ayak izine sahip ülkesi Katar’da yapılacak olan iklim zirvesinin bir ön toplantısı işbu Bangkok’ta yapıldı, tam anlamıyla havanda su dövüldü), gene bu sene Çin’in 60 yıldır (yani, Türkçeye tercüme edersek, kayıtların tutulmasına başlanmasından bu yana) gördüğü en büyük seller, İspanya’da Kanarya adalarında binlerce yıllık birikimi, Yunanistan’da Sakız adasının eşsiz sakız ağaçlarının bir bölümünü kül eden yangınlar, Balkanlar’da Ortodoks kilisesi ruhban takımını topyekûn yağmur duasına çıkaran kuraklıklar, Türkiye’nin dört bir yanında irili ufaklı yüzlerce orman yangını, bazı bölgelerinde uzayıp giden kuraklıklar, bazılarında ise çocukları evlerinin bodrumunda boğarak öldüren seller…

Türkiye demişken, ülkenin tarihinde ilk kez sap, saman ve ot ithalatına geçileceği haberi tüm yayın organlarında –biraz da şaşkınlık ifade eden tonlamalarla– yankılandı. Oysa, şaşılacak pek bir şey olduğu da söylenemezdi, baharda Orta ve Doğu Anadolu’da kuraklık olmuş, hayvan yemi üretimi düşmüş, fiyatlar yüzde 400 gibi anormal oranlarda yükselmiş, eh o zaman da sapla saman birbirine karışıvermişti tabii!

***

Bütün bunların iklim değişikliğinden başka bir izahı olamayacağı, tanınmış iklim bilimcilerin, bu konu üzerinde uzun yıllardır yazan çizen yazarların, gazetecilerin ve –son zamanlarda nihayet!– meteorologların yeni araştırma, yazı ve açıklamalarıyla iyice netleşmiş bulunuyor.

Örneğin, dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden James Hansen, Ağustos başlarında Washington Post’ta yazdığı “İklim değişikliği burada ve düşündüğümüzden daha kötü” başlıklı makalede son durumu şöyle özetliyordu: “Daha da kötüye giden bir iklimi engellemek için harekete geçecek vaktimiz hâlâ var. Ama değerli vaktimizi harcıyoruz. İklim değişikliği sorununu fosil yakıt şirketlerinden toplanacak, aşamalı olarak artan ve toplanan paranın yüzde yüzünü kişi başına tüm vatandaşlara dağıtacak bir karbon ücretiyle çözebiliriz. Bu yöntem yenilikçiliği beraberinde getirir ve milyonlarca yeni istihdam içeren sağlam bir temiz enerji ekonomisine geçiş yapmamıza olanak verir.” Bunun basit, dürüst ve etkili bir çözüm olduğunu söyleyen Hansen, yazıyı şu iki basit cümlecikle bitiriyordu: “Gelecek, artık şimdi. Ve sıcak.” 2

Bir başka büyük iklim bilimci, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Kurulu’nun eski başkanı Robert Watson, gezegeninin iklim krizinden kurtulabilmesi için, pek çok bilimci için asgarînin de asgarîsi sayılan ortalama 2 derecelik (Celsius) sıcaklık artış hedefinin (tavanın) tutturulmasını artık imkânsız gördüğünü BBC’ye açıkladı Ağustos’un son haftasında. Prof Sir Bob’a göre bu hedef “pencereden fırlatılıp atılmış”tı.3 Dahası, gezegenin ortalama sıcaklığı bu yüzyıl içinde 5 dereceye çıkabilirdi! Tabii, düşünülemeyecek kadar korkunç sonuçlarıyla…

Konuyu biz sıradan insanların anlayabileceği şekilde ilk olarak kaleme alan Bill McKibben, fosil yakıt endüstrisinin “gezegenin fizik sistemlerini sistemli bir şekilde berhava ettiğini” söylüyor. Ilımlı iklimiyle insan medeniyetlerinin yükselişine tanıklık eden 10 bin küsur yıllık Holocene çağını geride bıraktığımızı, ve başka bir çağa geçtiğimizi belirtiyor: “Şimdi Arktik bölgede yüzde 40 daha az buz var, okyanuslar yüzde 30 oranında daha asitli, atmosfer de sadece 40 yıldır yüzde 4 gibi inanılmaz bir miktarda daha fazla su buharı barındırıyor.”4

Bu hızlı iklim değişikliğinin gezegen üzerinde yaşayan canlı türlerinin muazzam bir kısmını da yokolmaya iteceği kesin olarak hesaplanmış durumda. Daha önceki jeolojik dönemlerde ancak dev göktaşlarının çarpması gibi gezegen dışı etkenler yüzünden görünen bu olay, şimdi fosil yakıt şirketleri yüzünden gerçekleşmeye doğru gidiyor. “Tabii bu durumda göktaşı biz oluyoruz,” diyor McKibben ve şöyle devam ediyor: “…Ve işin sinir bozucu tarafı da şu ki, bunu yapmaya ihtiyacımız yok. Önlemek için yapılması gereken şeylerin çoğunu da biliyoruz. Niye yapmıyoruz peki? Yapmıyoruz, çünkü, bu rota üzerinde gitmemizde, küçücük bir insan grubunun çok büyük mali çıkarı var.” 5

Genetik-etik-ekolojik konular üzerinde onyıllardan beri durmak bilmeden yayın yapan önde gelen çevrecilerden David Suzuki, çevre yıkımının, ormanların yokedilmesinin ve iklim değişikliğinin, diğer canlıların yanı sıra insanların da sağlık durumlarını büyük tehlikeye soktuğunu yazıyor. Suzuki, ayrıca Lyme hastalığı, Batı Nil virüsü, Ebola, SARS, AIDS, kalp krizleri, solunum yolları hastalıkları, bulaşıcı hastalık salgınları ve açlığa bağlı metabolizma çöküşleri gibi sayısız hastalık ve illetin sayısında şimdiden görülen büyük artışa dikkat çekiyor… 6

 

Uzun yıllardan beri iklim değişikliği ve ekoloji meseleleri üzerine yazanlardan George Monbiot ise şöyle diyor: “Burada ve şimdi tanık olduğumuz şey, düpedüz bu gezegenin atmosfer fiziğinin dönüştürülmesidir.” Önümüzde, referans alabileceğimiz önceki bir örnek olmadığı için de tamamen benzersiz olan bu durumu şöyle anlatıyor: “Yapılabilecek bir kıyaslama yok. Bu, savaş ya da veba salgını ya da borsanın çöküşü gibi birşey değil. Tarihî ve psikolojik olarak bunu anlamak için yeterli donanıma sahip değiliz; bunun gerçekten olduğunu kabul etmeyi reddeden o kadar çok insan bulunmasının sebeplerinden biri de bu zaten.” 7

Monbiot devam ediyor: “Hükümetlerimiz hiçbir şey yapmıyor. Haziran’da çevre zirvesinde çevre krizine çare getirme konusunda yalancıktan bile birşey yapmaktan vazgeçmişlerdi, şimdi de, üzerinde durduğumuz buzun dağılıp gitmesini aptal aptal seyretmekle meşguller. Hiçbirşey dedimse de, hiç’ten kötüsünü yapıyorlar aslında: Erime karşısındaki şaşmaz tepkileri, erimenin açığa çıkaracağı petrolle balıkların yağmalanmasını kolaylaştırmak oldu… “Felakete sebep olan şirketler, o felaketten bol kâr elde etmek için oraya üşüştüler.” 8

***

“En” başlıklı Ağustos bülteni yazısında geçen ay değindiğimiz gibi, “batan geminin malları”na üşüşen bu şirketler arasında dünya devleri Shell, Gazprom vb. var. ABD’nin Obama ve Rusya’nın Putin hükümetleri bu satışlara “tam gaz ileri” talimatını verdiler bile. Britanya, Norveç hükümetleri de, gözlerinde çizgi filimlerindeki $ işaretleriyle, ağızlarından salyalar saçarak “Arktik’te sürdürülebilir enerji” (tercümesi petrol) anlaşmaları yapmaktalar. Danimarka, Kanada hükümetlerinin bu “altına hücum”da ötekilerden geri kaldıklarını düşünmüyoruz herhalde, öyle değil mi?

Dev şirketlerle onların hükümet ve meclislerdeki siyasi uzantılarının yarattıkları bu adeta kozmik boyutlu yıkım karşısında, sistemin kendi olanakları ile değişim yaratacağını da düşünmüyoruz herhalde, öyle değil mi? (Düşünüyor muyuz yoksa?!) İnsan medeniyeti denen muazzam olayı yaratan o büyük beyinlerimiz nedense burada işe yaramaz halde: Stop etmiş durumda: Kaput! İnme inmiş, ya da daha acıklısı, Lobotomi ameliyatı olmuş gibi bir durum var ortada.

Tek yapabileceğimiz, geçenlerde Tom Robbins ve oğlu Ocean Robbins’in düzenledikleri Dünya Gıda Devrimi Zirvesi’nde McKibben’ın onlara verdiği mülakatte söylediği: “Bu heriflerin parası puluyla başa çıkacak halimiz olmadığına göre, tedavüle başka birimler sokmak.” McKibben’a göre, “bunlar arasında siyasi değişim talep eden, yerel düzeyde değişim talep eden hareketler, büyük hareketler yaratmak ve fosil yakıt sonrası dünyanın kurum ve yapılarını inşa etmek” yer alıyor. Bu ayrıca, hem kişisel düzeyde ve içinde yaşadığımız yerel topluluklar seviyesinde, hem de, aynı zamanda, ulusal ve global (uluslararası) düzeyde olmak zorunda. Ya o, ya o değil yani: hem o, hem o.

O zaman da, medeniyeti yaratıp sonra da küresel ısınma karşısında apışıp kalan, felç olan o “kocaman beyin”in aslında evrim sürecinde tam adaptasyon geçirip geçirmediğini sorgulamak gerekli. Yani o büyük beyin tam adapte olamamış olabilir pekâlâ. Ortada büyük bir eksiklik, bir “yarım kalmışlık” var, bir tamamlanmamışlık. Dolayısıyla, ona uygun bir “kocaman yürek” eklenmesi ve türün adaptasyonunun ancak o zaman tamamlanması şart gibi görünüyor!

***

Aslına bakarsanız, o kocaman korkusuz yürekleri dünyanın her yerinde gittikçe artan bir sıklıkla, “heyecanla küt küt atarken” görüyoruz. İnsanlar, dünyanın dört bir yanında çoluk çocuk, konu komşu ortaya çıkmaktalar: Geçen yaz zift kumu petrolü için dev boru hattı inşasına karşı bedenlerini ortaya koyan, kendilerini tutuklatıp hapse giren 1,253 kişiyi, bir tek gün içinde Senato’ya 800 bin dilekçe gönderen insanları, Beyaz Ev’in çevresini 5 kere çevreleyerek “kuşatan” 14 bin insanı, Shell’in Çukçi denizinde arama yapacak gemisinin önüne çıkan, Gazprom’un Peçora denizine açılacak dev petrol platformuna ve arama gemisine tazyikli sulara, tutuklama tehditlerine rağmen kendini zincirleyen, bütün o gözlerimizden uzak ve gönüllerimizden ırak yerlerde büyük riskleri çocuklarımız için göze alan Greenpeace aktivistlerini gördük…. ABD’de eyaletlerinin hükümetlerine, iklim değişikliğine karşı yeterince tedbir almayıp toplum sözleşmesine ve anayasayı ihlal ettikleri gerekçesiyle dava açan 12 ve 16 yaşındaki kız çocuklarını, 50 başka yerde onlar gibi dava açan gençleri, kaya gazı çıkarma (fracking) ve dağları kömür için paralama (mountaintop removal) gibi vahşi yıkıcılıkta faaliyetlerinin önüne kendi bedenlerini atan ve ne polisle, ne ulusal muhafızlarla imkânı yok bir türlü durdurulamayan insanları, Türkiye’de örgütlenip, her türlü çevre yıkımına karşı hukuki ve sivil itaatsizlik mücadelelerini duraksamadan yürüten çevre avukatlarını, Sabah özerk bölgesinde cennet adayı mahvedecek kömürlü termik santral yapımını engelleyen çıplak ayaklı genç kızlarla delikanlıları gördük…

Meselenin can damarı da bu zaten: Ancak bu kocaman yürekler sayesinde bir küçücük şansı olabilir gezegenin. Gezegenin ve onun üzerinde yaşamlarını sürdürme haklarını savunduğumuz gelecek nesillerin… Evet, biliyoruz, küçücük bir pencere; ama ne yapalım ki elimizdeki yegâne olanak da bundan ibaret.

Fosil yakıt salımlarını kısıtlamak için çok ciddi tedbirler alınmasını, mesela karbonun ücretlendirilmesini, fosil yakıt şirketlerinden böylece elde edilecek gelirin de tümüyle vatandaşlar arasında eşit olarak dağıtılmasını siyasî bakımdan gerçekçi bulmayanlar çoğunlukta. Lâkin, bu doğru değil. Doğanın kendisinden daha gerçek ve gerçekçi bir kavram düşünülemez. İşte bu yüzdendir ki, asıl gerçekçi önerilerin yalnızca bunlardan ibaret olduğunu, sanırım pek yakında çok daha fazla sayıda insan görecek – veya görmek zorunda kalacak.

Aynı şey, bunca zamandır, bunca güçlüklerle iklim, çevre ve ekoloji mücadelesi veren aktivistler için de geçerli: Onlara çoğunlukla “radikal” insanlar gözüyle bakılıyor – radikal kavramına biraz da kötücül bir anlam yüklenip. Bu insanlar, “kökten değişiklik yapmak isteyen” bir tür vahşi cengâverler gibi görülüyorlar. Lâkin, bu da doğru değil. Aksine, onlar, içine doğmuş oldukları, çocukluktan beri bildikleri, alıştıkları o harikulade dünya, üstündeki olağanüstü canlılar âlemi ile birlikte pek değişmesin, yani kendi iç dinamiklerinden başka bir müdahale ile değişmesin diye didinen “tutucular” aslında. Asıl radikal, yani köktenci olanlarsa, yeryüzünün onbin yıllık kimyasıyla fiziğini ta kökünden, bir daha geri dönmeyecek şekilde değiştiren fosil yakıt şirketleri. Bu, henüz yeterince kabul görmeyen bir bakış olabilir, ama Toprak Ana, sanırım etimolojiyle ilgili bu kavram karışıklığını da oldukça yakın bir tarihte radikal biçimde giderecek, solumuza soğan, sağımıza da sarmısak asacaktır.

***

“Ânın Sıcaklığı” başlıklı yazısını şu cümlelerle bitiriyor Monbiot: “Çocuklarımız ilerde şunu mu görecek yani: Bu harika dünyamızı mümkün kılan o elverişli ortamı târumâr ettik; ondan sonra bunu tamir etme fırsatını da, verdiğimiz zararı katbekat artırmak için kullandık? Bunu mu diyeceğiz? Elbette hepimiz, ‘aklımızda başka amaçlar vardı ve biz onlara uygun hareket ettik ya da hiç hareket etmedik ve durduk, çünkü hayat önümüze başka âciliyetler çıkarmıştı, onları daha önemli gördük’ filan diyebiliriz. Ama –en nihayetinde bir tepki göstermezsek– bundan doğacak sonuçlar, onları biz tasarlamışız gibi olacaktır, bu kesin.

“Salaklık mı, açgözlülük mü, yoksa pasiflik mi? Nasıl bütün kıyaslamalar buharlaşıp gidiyorsa, bu kelimeler de öyle: uçup gidiyorlar işte. Buz, yani üstünde o kadar çok şeyin durduğunu daha yeni keşfettiğimiz o sağlam ve kavi zemin, eriyip havaya uçuyor. Ve, barışa, refaha, ilerlemeye dair ne kadar iddiamız varsa dünyada, onlar da çok muhtemeldir ki aynı akıbete uğrayacak.” 9

Yazar sözü Shakespeare’le bağlamış. Eh, ne yapalım, biz de ona uyalım bari:

“Boş ver, keyfini bozma bayım;?

Şenliklerimiz burada bitti. ?

Gördüğün oyunculara gelince,?

Sana dediğim gibi, onlar birer ruhtu ve?

Hepsi eriyip havaya karıştı, o incecik havaya.?

İşte tıpkı bu hayallerin elle tutulmaz dokusu gibi,?

Tepesi bulut kaplı burçlar, görkemli saraylar,?

Ulu mabetler, hatta şu yüce yerküre?

Ve üstünde var olan ne varsa eriyip gidecek;?

Biraz önce uçup giden şu hayali gösteri gibi,?

Dumanı bile kalmayacak ardında.” 10

 

1 http://thinkprogress.org/climate/2012/08/22/727501/arctic-death-spiral-how-it-favors-extreme-prolonged-weather-events-such-as-drought-flooding-cold-spells-and-heat-waves/

2 http://www.washingtonpost.com/opinions/climate-change-is-here–and-worse-than-we-thought/2012/08/03/6ae604c2-dd90-11e1-8e43-4a3c4375504a_print.html (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/08/06/iklim-degisikligi-burada-ve-dusundugumuzden-daha-kotu-james-hansen/)

3 http://www.bbc.co.uk/news/science-environment-19348194

4 Bill McKibben interview, http://www.foodrevolution.org/; ayrıca, bkz: http://www.yesilgazete.org/blog/2012/08/04/kuresel-isinmanin-dehsetengiz-yeni-aritmetigi-bill-mckibben/

5 agy

6 http://www.straight.com/article-755311/vancouver/david-suzuki-how-environmental-destruction-causes-illnesses-and-diseases

7http://www.monbiot.com/2012/08/27/the-heat-of-the-moment/

8 agy

9 agy

10 Fırtına, Dördüncü Perde, Birinci Sahne; çev.: Can Yücel, http://www.sosyalistarsiv.com/ceviri-tiyatro/346-shakespeare-firtina.html?langid=1

Ömer Madra – Açık Radyo

Toprakla iki saat…- Haşmet Babaoğlu

İki saat bahçede orayı burayı çapaladıktan sonra durup ellerime baktım.
Sağ avucum kızarıp şişmişti, parmak boğumlarım su toplamıştı.
Şaşırmadım tabii! Onca yıl bu ellerin en ağır işi bilgisayar klavyesine dokunmak olmuştu. Düşünün, kırk yılda bir işimiz düştüğünde kullandığımız tornavida türü aletler de artık elektrikli.
Neyse…
Kendimi öyle iyi hissediyordum ki, su toplayan noktaların patlayıp canımı yakmasına aldırmadım.
Sadece “neden bu kadar geç kaldım?” diye sordum içimden kendime. “İster küçücük bir bahçede olsun, isterse balkon saksılarında, toprakla azıcık haşır neşir olmaya neden bu kadar geç kalıyoruz?
***
Eş dostla konuşuyorum.
İnternetteki bloglara bakıyorum.
Bir fırsatını bulunca hayatının bir köşesini toprağa; ekip dikmeye ayıran bütün apartman çocukları şu cümleyi kuruyor: “Toprakla uğraşmak uzaktan göründüğü gibi değil, zor. Ama insanı çok dinlendiriyor.
Ben de bu sözle her karşılaşmamda irkiliyorum: Demek ki, şehir hayatı ruhumuzu nasıl yoruyor, nasıl sıkıyorsa, aklımızı dinlenmeye takmışız, daha ötesini göremiyoruz.
Oysa mesele “dinlenmek” ise…
Başka çok yol var. Daha basit ve bizi zorlamayacak yollar…
Mesela bir deniz kıyısında denize sırtımız dönük hoplayıp zıplamak yerine uzun uzadıya denize baksak
Veya sıradan müzikleri hayatımıza fon yapmak yerine iyi müziğe vakit ayırıp kulaklarımızı ve kalbimizi açsak…
Emin olun ki, ruhumuz “ilikleri“ne kadar dinlenir!
***
Fakat toprak öyle mi?
Tam tersine, toprakla uğraşmak biz şehirlilerin unuttuğu türden heyecanlar içeriyor.
Dinlendirici değil, harekete geçirici bir şey bu.
Âşığınkine benzer kuşkuları var; insana “seviyor-sevmiyor” falları açtırıyor.
Çaresiz bekleyişleri, insanı bir sabah birdenbire sevince boğan sürprizleri var.
Hepsinden önemlisi şu ki…
Toprak kadere ve zamanın hikmetine teslimiyeti öğretiyor insana.
Şimdi bir tabureye oturmuş, merak içindeyim…
Mavi zambak soğanları ne zaman çatlayacak acaba, bitki boy verecek mi?
Diktiğimiz melisalar gelecek yaza kalacak ve o mis kokulu çiçeklerini açacaklar mı?
Biberlerin ömrü olacak mı?
Adaçayımız tırtıllardan yapraklarını kurtarabilecek mi?

Haşmet Babaoğlu – Vatan

Dersim beş gündür yanıyor!

Dersim (Tunceli) ve ilçelerindeki ormanlık alanlar bombardıman nedeniyle günlerdir yanıyor. Yetkililerin orman yangınları karşısındaki sessizliğine tepki gösteren yurttaşlar, “Dersim’in dört bir tarafı yanıyor. Ciğerimiz, değerlerimiz yanıyor. Çözüm bulunsun” diyor.

Operasyon ve çatışmalar nedeniyle Tunceli (Dersim) dağlarında dumanlar eksik olmuyor. Açılan ateş ya da havadan yapılan bombardıman nedeniyle her yıl binlerce ormanlık alanın yok olduğu Tunceli (Dersim)’de merkez, Hozat, Ovacık, Pülümür, Nazimiye ve diğer ilçelerindeki kırsal alanlarda çıkan orman yangınları haftalardır devam ediyor.

Tunceli (Dersim) merkeze bağlı Alacık Köyü’nde geçtiğimiz gün çıkan ve 3 gün süren orman yangınına yetkililerin müdahale etmemesi üzerine köylüler seferber oldu. Köylüler yangının çıktığı bölgeye gittiğinde Tunceli (Dersim) Orman İşletme Müdürlüğü’ne bağlı 5 kişilik ekibin ellerindeki tırmıklarla yangına müdahale etmeye çalıştığını gördü. Ekiplerin yetersizliği ve çaresizliğini gören yurttaşlar da çalışmalara katılırken, tüm uğraşlara rağmen yangın yayıldı. Akşam saatlerinde etkili olan yağmur nedeniyle yangın kendiliğinden söndü.

“Yanan bizim canımızdır”

Yangına müdahale eden yurttaşlardan 56 yaşındaki Hıdır Çakar, 1994 yılında askerler tarafından köylerinin boşaltıldığını belirterek, batı illerinde çıkan en ufak orman yangınında havadan uçaklarla müdahale edildiğini, ancak kendi bölgelerindeki orman yangınlarına sessiz kalındığını söyledi. İşçilerin bir kazma ve kürekle yangına müdahale edemeyeceğini belirten Çakar, “Değerlerimiz yanıyor. Yangının sıçradığı yerde mezarlıklarımız var. Buralar bizim dede, baba yerimiz, yurdumuz. Ölüm pahasına da olsa buralara gelmek mecburiyetindeyiz. Burada köyümüz yanarken nasıl müdahale etmeyeceğim. Dersim’in birçok yerinde helikopterler ormanlık alanları bombalıyor. Bombalama sonucu yangın çıkıyor. Çözüm bulunmasını istiyoruz. Bu yananlar da bizim canımızdır” dedi.

Yangına müdahale eden köylülerden Deniz Alparslan ise, “Dersim’in dört bir yanı tutuşmuş yanıyor” dedi. Alparslan da batı illerindeki orman yangınlarında devletin tüm imkanlarını kullanarak müdahale ettiğini belirterek, “Bizim ormanlarımız ise böyle sürekli yanıyor. Yıllardan beri bu böyle, hiçbir şey yapılmıyor” dedi.

Yangın yerinde atılan havan mermilerini toplayarak, gösteren köylülerden 60 yaşındaki Kamer Arslan ise helikopterlerden açılan ateş ve atılan bombalarla ormanlarının yandığını belirterek, “Ne köylerimiz ne de ormanlarımız kaldı” dedi.

Evrensel

İspanya’da ekonomik kriz, vergiler artıyor…

0

Önümüzdeki iki yıl içinde 65 milyar euroluk tasarruf yapmayı planlayan İspanya hükümeti, katma değer vergisini artırdı.

Madrid hükümeti 1 Eylül’den itibaren uygulanmak üzere en yüksek katma değer vergisini yüzde 18’den yüzde 21’e çıkarırken, indirimli orana tabi KDV’yi ise yüzde 8’den yüzde 10’a yükseltti. İspanya katma değer vergisindeki artışla yılda on milyar euro ek gelir sağlamayı hedefliyor.
Katma değer vergisindeki artışın tasarruf önlemlerinin bir parçası olduğunu vurgulayan İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, “Bu benim de hiç hoşuma gitmiyor, ancak gerçekler böyle” şeklinde konuştu.

Artışın bir İspanyol ailesine yıllık maliyetinin 470 ila 600 euro olacağı kaydedildi.

İspanya halkı KDV’deki artış nedeniyle artık sinemaya gittiğinde 70 cent, saçlarını kestirdiğinde 1,70 euro, bir depo benzin aldığındaysa 2,30 euro daha fazla ödeyecek. Defter, kalem gibi kırtasiye malzemelerinin KDV oranının yüzde 4’ten yüzde 21’e yükseltilmesiyse velileri oldukça zorlayacak gibi gözüküyor.

DW Türkçe