Ana Sayfa Blog Sayfa 4580

Kaos GL’den akademik dergi “Kaos Queer”

Kaos GL Derneği yeni yılda yayınlayacağı akademik bir derginin hazırlıklarına başladı. Akademik derginin adının “KaosQueer+ olması planlanıyor

Kaos Gey-Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği (Kaos GL) 4. Olağan Genel Kurulu’nun ardından geçen Aralık ayında yaptığı “Danışma Kurulu” toplantısında hakemli/akademik dergi fikrini tartıştı.

Kaos GL Yönetim Kurulu üyesi Prof. Dr. Melek Göregenli’nin sorumluluğunda oluşturulan Danışma Kurulu’nun toplantısında ortaklaşılan  “transdisipliner akademik dergi”nin hazırlıkları sürüyor.

Prof. Dr. Melek  Göregenli’nin verdiği bilgiye göre Ekim ayında Ankara’da yapılacak toplantıda çalışmaların tamamlanması planlanıyor. Bu toplantıda, Danışma Kurulu üyelerinden dergi için bir araya gelen hazırlık biriminin Temmuz ayında yaptığı çalışma ele alınacak ve akademik çağrı çıkacak. Dergi başlangıçta yılda iki sayı olarak planlanıyor, süreç içinde mevsimlik periyoda geçilebilecek.

Transdisipliner akademik dergi
 
Danışma Kurulu’ndan dergi hazırlık sürecinde bir araya gelen ekip, “akademik disiplinler ve çalışma alanları arasında yeni bir ilişkilenme tarzı araştırıyoruz” dedi ve ekledi, “disipliner sabitliklerin ve donma noktalarının da ötesinde tasavvur ettiğimiz bu ilişkiyi transdisipliner olarak tanımlıyoruz.”

Transdisiplinerbir perspektifle yola çıkan ve hakemli bir yayın olarak düşün/eylem dünyasına merhaba demeye azırlanan KaosQueer+, ‘bilgi’nin cinsiyetlendirilmişliğinin her daim farkında olmak ve bunu problemleştirmek koşuluyla, bütün akademik çalışma alanlarından katkılara, fikir egzersizlerine, yaratıcı fikir çelmelere açık olacak.

Adının “KaosQueer+ olması planlanan akademik dergi için Ekim ayında yapılacak toplantının ardından çağrı yapılacak.

(Kaos GL)

CNN’nin anketine göre 2,5 milyon ABD’li “Yeşiller” diyecek

CNN’nin pazartesi günü açıkladığı yeni seçmen anketine göre ABD’de yapılacak başkanlık seçimlerinde Yeşiller Partisinin başkan ve başkan yardımcısı adayları Jill Stein ve Cheri Honkala oyların %2’sini alması öngörülüyor. 2008 seçimleri baz alındığında %2 oy  yaklaşık 2,5 milyon seçmene tekabül ediyor. Ülke genelindeki 40 eyaletin oy pusulalarında Yeşiller Partisi de görünecek. Bu da ülke nüfusunun %85’i demek.

Yeşiller Partisi Başkanı Jill Stein bu durumu, “İnsanlar gelecek seçimlerde bir tercih yapmaları gerektiğinin farkında, artık  Wall Street emanetçisi olmayan bir başkan adayı görmek istiyorlar” şeklinde açıklıyor ve ekliyor, “Amerikalılar yeni yeşil düzen için beni ve Cheri Honkala’yı da tercihleri arasına almış durumdalar”

Yeşiler Partisi adayı Jill Stein , ABD Başkanlık seçimlerinde Barack Obama, Mitt Romney ve Liberter Garry Johnson’a karşı başkanlık mücadelesi verecek.

(Yeşil Gazete)

 

Yunanistan’da askerlerden engellilere herkes sokakta

Yunan Hükümeti’nin kredi karşılığı, AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF direktifiyle 2013-2014 için yapacağı 11,5 milyar avroluk kamu harcamaları kesintisi çerçevesinde maaşlarında kesinti yapılması planlanan kamu çalışanları protesto gösterileri düzenledi.

Atina Sintagma Meydanı’nda Maliye Bakanlığı ve parlamento önünde yoğunlaşan ve belediye başkanlarının da destek verdiği “belediye çalışanı, doktor ve öğretmen” gibi pek çok kamu çalışanının düzenlediği gösterilere, devletten aldıkları sosyal yardımlarda kesinti yapılacağı belirtilen engelliler de katıldı.

Sigorta kurumunun doktor ve eczacılara geciken ödemeleri nedeniyle ilaçücretlerinin neredeyse tamamını ödemek zorunda kalan kanser hastaları da “Ölüm cezası yürürlüğe girdi, kanser hastaları ilaçsız ve doktorsuz kaldı” sloganıyla gösteri yaptı.

Askerler de sokakta

Kesintiler karşıtı gösterilerin sonuncusu görevdeki ve emekli askerler tarafından düzenlendi.

Meydana aileleri ile gelen üniformalılar, eski parlamento binasının bulunduğu Kolokotroni Meydanı’ndan Sintagma Meydanı’ndaki Maliye Bakanlığı önüne kadar yürüdü.

Üniformalıları temsilen 3 kişi Maliye Bakanlığı’na giderek bakanlık yetkililerine taleplerini ulaştırdı.

Yunanistan Silahlı Kuvvetler Mensupları Destek ve İşbirliği Derneği Başkanı Anestis Tsoukarakis, AA muhabirine yaptığı açıklamada, “İlk kez sokağa iniyoruz. Bu şekilde daha fazla gitmeyeceğine dair güçlü bir mesaj verdiğimizi düşünüyorum. Bu yaptığımızı yapmayıp evde otursaydık hiçbir şey yapamayacaktık. Şu anda ilk adımımızı attığımızı düşünüyoruz. Halkla tek yumruk halinde birlik olmak istiyoruz. Vatandaşlarla aynı sorunlara sahibiz. Yavaş yavaş Avrupa da aynı sorunlara sahip olacak. Önlemler, önlemler, önlemler… Yunan askerini ve Yunan halkını tükettiler. Bu önlemlerle varmak istediğimiz yere de varamıyoruz. Önlemler adaletsiz. Onurlu Yunan halkı, bir şekilde ailesini geçindirmek için gece gündüz çalışıyor. Birileri de gelip kazanımlarını ellerinden alıyor” diye konuştu.

“Polis ve sahil güvenlik personeli” gibi diğer üniformalıların da bulunduğu protesto gösterisine muhalefet partileri milletvekilleri de katılarak destek verdi.

(CnnTürk)

Hillsborough faciasının belgeleri 23 yıl sonra halka açıldı

Hillsborough faciasının belgeleri yayınlandı. 15 Nisan 1989’da Liverpool ile Nottingham Forest arasında oynanan Federasyon Kupası yarı final maçında çıkan izdiham nedeniyle 96 Liverpool taraftarı hayatını kaybetmişti. Ölümlerin çoğu izdiham sırasında sahaya çıkan kapıların yetkililer tarafından açılmaması sonucunda meydana gelmişti. Hillsborough’da hayatını kaybeden taraftarların aileleri, trajedinin ardından ilk kez olayla ilgili belgeleri görme şansına erişecek. 400 bin sayfalık raporun yayınlanmasından sonra İngiltere başbakanı David Cameron olaylardaki ihmaller nedeni ile özür diledi.

15 Nisan 1989’da Sheffield’da Liverpool ile Nottingham Forest arasında oynanan Federasyon Kupası yarı finalinde hayatını kaybeden 96 kişinin ölümüne ilişkin raporlar daha önce hiç yayınlanmamıştı. İçerisinde devlet, polis, ilk yardım servisleri, Sheffield Şehir Konseyi ve Güney Yorkshire yargıcını içeren belgeler olaydan 23 yıl sonra ilk kez yayında olacak.

Hillsborough’da yaşamını yitiren 96 kişiye dair aileler, 400,000 sayfadan fazla olan raporu ilk görme hakkına erişecek. Ardından Başbakan David Cameron tarafından Avam Kamarası’na sunulacak olan raporlar, en son olarak hükümet websitesine yüklenip halka açılacak.

Hillsborough Aileleri Destek Grubu’nun başkanı Margeret Aspinall konuyla ilgili, “Bu bizim 23 yıldır savaştığımız şey. Gerçeği bilmeden yas tutamazsınız ve bir yerde yalan varsa adaletin yerini bulması imkansızdır” ifadelerini kullandı.

Hillsborough’ta yaşananlar sonrasında daha önce, Lord Justice Taylor 1990 yılında bir rapor yayınlamış ve olayın ‘polislerin ihmalkârlığı’ nedeniyle gerçekleştiğini belirtmişti. Ancak bu rapor sonrasında Kraliyet Savcılığı, dava açmak için yeterli kanıt görmemiş ve delil yetersizliğine kanaat getirmişti. Ölen kişilerin aileleri 20 yılı aşkın süredir hâlâ, trajedinin Güney Yorkshire Polisi’nin hatası olduğunu düşünüyor.

(Eurosport)

Tohumlar için sivil itaatsizlik çağrısı!

Tohumlara Özgürlük Küresel Girişimi, Gandhi’nin doğum günü olan 2 Ekim’den Dünya Gıda Günü 16 Ekim’e kadar, Tohumlara Özgürlük konusunda etkin ve etkili sivil toplum hareketi yaratmayı, böylelikle bireylere ve hükümetlere “uyanın” çağrısı yapmayı amaçlayan bir kampanya başlattı.

Tohum Takas Ağı Projesini bir yıldır sürdürerek herkesi yerel tohumlarımıza sahip çıkmaya çağıran Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği de aynı tarihlerde çeşitli etkinlikler düzenleyerek kampanyayı destekleyecek.

Tohumlara Özgürlük Küresel Girişimi, Gandhi’nin doğum günü olan 2 Ekim’den dünya Gıda Günü16 Ekim’e kadar, Tohumlara Özgürlük konusunda etkin ve etkili sivil toplum hareketi yaratmayı, böylelikle bireylere ve hükümetlere “uyanın” çağrısı yapmayı amaçlayan bir kampanya başlattı. Dünyaca tanınan doğa aktivisti Vandana Shiva’nın da destek verdiği kampanyada, 15 gün boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde tohum kampanyaları ve etkinlikleri düzenlenecek.
Girişim tarafından yapılan açıklamada Vandana Shiva’nın “Tohum yaşamın kendisi ve gıda zincirimizin ilk halkasıdır. Tohum Özgürlüğü tüm özgürlüklerin temelidir. Bugün bu özgürlüğümüz ciddi bir tehdit altında. Küresel düzeyde bir tohum acil durumu ile karşı karşıyayız. Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar tohumlarının ele geçirilmesine karşı yerel ve kendilerine özgü yollarla mücadele ediyorlar. Şimdi bu hareketlerin çeşitliliği arasında daha iyi bir sinerji yaratmalı ve karşılaştığımız tehlikeler ve tohumlarımızı korumak için yaptıklarımız bakımından tanıklık ettiğimiz süreçleri birbirimizle paylaşmalıyız” sözlerine yer verildi.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Tohumlara Özgürlük Küresel Girişimi’nin kampanyasına 2-16 Ekim tarihleri arasında %100 Ekolojik Pazarlarda ve TaTuTa (Tarım Turizm Takası) Ekolojik Çiftlikler ağında etkinlikler düzenleyerek destek olacak. Ayrıca aynı tarihlerde Dernek çalışanları, kendi kampanyalarını dayaratarak facebook’ta özel olarak açılan sayfadan duyuracaklar.

Buğday Derneği, 2011 yılında başlattığı Tohum Takas Ağı Projesi ile, proje koordinatörleri ve ziraat mühendisleri öncülüğünde yok olmak üzere olan ya da nesli tehlike altına girmekte olan deli bezelye, pembe domates, kavılca buğdayı, osmanlı çileği gibi atalık tohumlarımız başta olmak üzere, üretimde çeşitli nedenlerle artık kullanılmayan yerli tohum çeşitlerimizi araştırarak temin ediyor, ardından TaTuTa ve diğer ekolojik üretim yapan çiftliklerde ekimlerin yapılmasını organize ediyor. Projeyle, tohumların büyüme ve gelişme süreçleri izlenerek her tohuma özgü karakteristik bilgilere ulaşılması da hedefleniyor.

Proje kapsamında bu tohumların, yerel tohum çeşitlerinin korunmasının gerekliliğine inanan hobi bahçeleri, balkon bahçeleri gibi kentsel tarım modellerine de ulaştırılması sağlanacak. Tüm bu faaliyetler sonucunda yerel tohum çeşitlerinin korunmasına inanan tüm çiftçi ve tohum severler arasında bir “yerel tohum takas ağı” oluşturulması amaçlanıyor. Adım Adım Oluşumu’nun katkılarıyla gerçekleştirilen proje kapsamında bugüne kadar 42 farklı türde olmak üzere 150 kadar tohum çeşidi toplandı, ekildi ve paylaşıldı.

(Yeşil Bilgi)

Polisin canlı bomba ilan ettiği kişiler açıklama yaptı

Sultangazi’de 1 polis memurunun hayatını kaybettiği canlı bomba saldırısından sonra, İstihbarat birimlerince hazırlanan benzer saldırılarda bulunacağı iddia edilen kişilerin yer aldığı 9 kişilik arananlar listesi hazırlandığı ortaya çıkmıştı.

Bu listede olduğunu iddia eden, üniversite öğrencileri Elif Sultan Kalsın (25) ve Harran Aydın (21), basın açıklaması yaparak, kendilerine komplo kurulduğu gerekçesiyle İstanbul Emniyet Müdürlüğü hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını söylediler. Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 3. sınıf öğrencisi Elif Sultan Kalsın ve Elazığ Fırat Üniversitesi Metalurji Mühendisliği 1. sınıf öğrencisi Harran Aydın, avukatları Barkın Timtik ile Beyoğlu’ndaki Çağdaş Hukukçular Derneği’nde (ÇHD) basın açıklaması düzenledi.

Yayınlanan listede 5 numaralı isim olduğunu söyleyen Elif Sultan Kalsın, listede isminin olduğunu öğrendiğinde çok şaşırdığını belirterek, “Birkaç saat öncesine kadar böyle bir durum yoktu. Bir haberle durumunuz aniden değişebiliyor. Bir saat önce canlı bomba olarak ilan edildiğimi öğrendim. Ben 2.5 ay önce tahliye oldum. Tutsaklığımız sebebi de basın açıklamalarına katılmak, 1 Mayıs’a katılmak yani hakkımı aramaktı. 21 ay yattım. Yeni yargı paketiyle tahliye oldum. Orda da hukuksuz şekilde tutuklandım. Şimdi yine aynı biçimde komplo ile karşı karşıyayım. Ama burada çok daha büyük bir komplo. Şimdi canlı bomba ilan ediliyorum. Herkesin gözü önündeyim, yerimiz yurdumuz belli. Bunun sebebini şuna bağlıyorum; Bu ülkede devrimciysen, sosyalistsen, bu düşünceleri savunuyorsan, sizin üzerinizde komplo kurulması, sokak ortasında infaz edilmeniz çok basit. Düşüncelerimiz nedeniyle bu şekilde iftiralara uğruyoruz” dedi.

YUNANİSTAN’A HİÇ GİTMEDİM

Yayınlanan listede 6 numaralı aranan kişi olduğunu iddia eden Harran Aydın da, haberi öğrendiğinde kendisinin de çok şaşırdığını söyleyerek, “ İnternetten öğrendim. İsimlerin sıralandığını ve fotoğrafımı gördüm. Yunanistan’da eğitim aldığımı ve canlı bomba olacak sıradaki insanlar olacağımız söyleniyordu. Ama ben Yunanistan’a gitmedim, bunu onlarda biliyor. Çünkü ben 1.5 ay önce tahliye olan ve göz önünde olan birisiyim. Demokratik basın açıklaması ve eylemlere katılıyoruz. Bu ülkede bir hak mücadelesi veriyoruz biz öğrenciler olarak. Bu haberlerin çıkmasını da buna bağlıyorum. Canlı bomba olarak hedef gösterilmek için, sosyalist düşüncelere sahip olmak, bu ülkede hak mücadelesi vermek, parasız eğitim istemek yetiyor. Bu yüzden böyle lanse ediliyoruz. İşin garip yanı da, ben daha dün Çağlayan adliyesindeydim. Madem canlı bombayım beni neden adliyeye soktular. Açıktan bizi hedef gösteriyorlar. Bu çıkan haberler nedeniyle sokakta bizi katledebilirler. Bunun daha önce de örnekleri var. Ama bu tarz şeyler bizi yıldıramaz. Hak mücadelesine devam ediyoruz” dedi.

Avukat Timtik, listeyi yayınlayan İstanbul Emniyet Müdürlüğü hakkında, yarın saat 10.00’da Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’ne giderek suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi. Listede 8 numara olarak yer alan İbrahim Çuhadar Sultangazi 75. DNl Polis merkezine canlı bomba saldırısı düzenlemiş, olayda 1 polis memuru ölmüş, 7 kişi de yaralanmıştı.

(Milliyet)

Neşet Ertaş hastaneye kaldırıldı

Türk Halk Müziği bestecisi, söz yazarı ve yorumcusu Neşet Ertaş, rahatsızlanarak İzmir’de bulunan özel bir hastaneye kaldırıldı.

İzmir’de yaşayan ünlü sanatçının önceki gün rahatsızlanması üzerine yakınları tarafından hastaneye kaldırıldığı belirtildi.

Ertaş’ın tedavisi Onkoloji Servisi’nde sürüyor.

Hastane yetkilileri, Ertaş’ın hayati riskinin bulunmadığı, tedavisine bir süre daha hastanede devam edileceğini belirtti.

Ertaş’ın odasına ziyaretçi kabul edilmediği kaydedildi.

Vulture Culture: Akbaba Kültürü – Rahmi Öğdül

İnsani özellikleri, toplumsal olanı doğanın unsurlarına yansıtıyoruz. Bunun acısını en fazla çeken akbabalardır her halde. Batılı dillerinin çoğunda akbaba (vulture) açgözlü, yağmacı insan anlamlarını da taşıyor. Moonspell’in Vulture Culture şarkısı ya da Alan Parsons Project grubunun yine aynı başlığı taşıyan albümleri günümüzün yağmacı kültürünü tanımlarken akbabaya yüklenen bu anlamlardan besleniyorlar. Red Kid gibi çizgi romanlarda ve Western filmlerinde akbabalar ölüme yazgılı çaresiz insanların başında dönüp duran leş yiyicileri, cenaze levazımatçısıyla birlikte çalışan ölüm habercileri olarak betimleniyor. Akbabanın Üç Günü adlı gerilim filminde ‘Akbaba’ kod adlı bir CIA ajanı bürodaki tüm arkadaşlarını katlediyor. Popüler kültürde doğaya yüklenen bu anlamlar, asıl yağmacının bizzat ekonomik sistem olduğunu gizlemeye yarıyor belki de.

‘Akbaba Lokantası’ adıyla basında yer bulan bir proje dolayısıyla Açık Radyo’daki programıma konuk aldığım, projeyi üstlenen Ornitofoto Kuş ve Yaban Hayat Fotoğrafçıları Derneği’nden Burak Doğansoysal ile ülkemizde yaşayan akbabalar hakkında konuşma fırsatı yakaladım. Ekosistem açısından akbabaların vazgeçilemez, yerleri doldurulamaz rolleri olduğunu, popüler kültürde çizilen akbaba resminin aksine akbabanın ölümle değil, yeryüzündeki yaşamla özdeşleşmesi gerektiği konusunda konuştuk. Habitatları uygarlık tarafından yıkılan diğer canlılar gibi akbabaların da sayıları yeryüzünde giderek azalıyor. Bolu Dörtdivan’da akbabaların düzenli ve sağlıklı beslenebilmeleri için geliştirilen bu proje profesyonel ve amatör doğa fotoğrafçıları açısından kamuflajlı fotoğraf çekme alanı da sağlıyor.

Akbabalara ve doğaya yüklenen siyasal anlamların içinde yaşadığımız toplumdan kaynaklandığını, evrene ve doğaya dair tahayyülümüzün siyasal olanın yansıması olduğunu antik Yunan’dan biliyoruz. Eşitlikçi bir doğa tasviri çizen M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış filozof Anaksimandros, kendi kozmos anlayışını eşitlikçi şehir modeline, yani polis’e göre yapılandırmıştı oysa. Demokratik sitenin ortaya çıkışıyla birlikte eşitlik ilkesi (isonomia) toplumsal pratiklere yansımış; aynı şekilde doğaya ilişkin fikirler alanında da Zeus’un temsil ettiği monarşi terk edilmiş, yerine isonomia geçirilmişti. Bu kozmolojik anlayış demokratik polis’in mekânsal düzenini andırıyordu adeta. Demokratik polis’te merkezde yer alan agora’nın etrafını çevreleyen çok sayıdaki hane halkı çatışan farklı çıkarların çözümünü agora’da gerçekleştiriyorlardı ve dolayısıyla eşit unsurlar arasındaki mücadeleden bir düzen çıkarıyordu ortaya.

Anaksimandros’un evreni, her şeye gücü yeten bir tanrı tarafından yukarıdan örgütlenmiş bir kozmos değildi, aksine evren, onu oluşturan eşit unsurların dengeleyici işbirliğiyle içsel olarak denetlenen, kendi kendisini düzenleyen doğal sistemdi. Anaksimandros’un evreni ile Zeus’un düzenleyip hükmettiği kozmos arasında açık bir karşıtlık görüyoruz. Anaksimandros dünyanın herhangi bir temel biriminin veya parçasının bir diğerine hükmettiği fikrini reddeder; ona göre dünyayı karakterize eden özellik eşitlik ve dengedir.

Anaksimandros daha kozmolojik başlangıçtan itibaren herhangi bir ontolojik unsurun diğerini meydana getirme veya yönetme ihtimalini dışarda bırakmıştır. Evren ne sudan ne de asli olduğu söylenen başka herhangi bir tözden oluşur. Gökleri ve onun içindeki dünyaları meydana getiren “farklı, sınırsız bir doğadan (aperion) doğmuştur. Sonsuz olandan ayrışarak farklılaşan asli bileşenler, örneğin sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru gibi ikili karşıtlardır. Bu asli bileşenler birbirleriyle çatışmalı bir karşıtlık içinde bulurlar. Bununla birlikte eşit olmaları nedeniyle hiçbiri diğerine baskın çıkmaz. Daha çok birbirlerinin haksız istilalarını dengelerler ve mevcut şeyler düzeni de böyle bir süreçte oluşur (bkz Marshall Sahlins, Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması, bgst Yayınları).

Ülkemizde yaşayan dört akbaba türünün diğer kuşlarla ve canlılarla birlikte, tıpkı Anaksimandros’un eşit unsurların dengeleyici işbirliğinden oluşan, kendi kendini düzenleyen kozmosunda olduğu gibi, çözüm yolları bulduklarını öğrendim. Doğadaki leşin yerini ilk önce kuzgunlar buluyor, ardından kara akbaba denilen, güçlü gagalı tür bir cerrah gibi leşte delikler açıyor. Popüler kültürde en çok görülen kel kafalı, uzun boyunlu kızıl akbaba bu deliklerden içeriye kafasını sokarak, leşin iç organlarını tüketiyor. Küçük akbaba denilen tür leşin etrafındaki küçük kırıntılarla besleniyor. Sakallı akbabalar ise geriye kalan kemikleri tüketiyorlar.

Doğa demokratik bir polis gibi çalışıyor, doğanın eşit unsurları, çatışan çıkarlara birlikte çözüm yolları buluyorlar. Doğanın yıkımının, Zeus’un çizgisini takip eden günümüzün monarşik doğa anlayışından kaynaklandığını unutmayalım.

Rahmi Öğdül  www.kaosgl.com

 

12 Eylül’den 12 Eylül’e – Oya Baydar

32 Yıl geçmiş aradan. On bir aylık oğulcuğumu, memleketimi, şehrimi, evimi, yakınlarımı, arkadaşlarımı, yirmi mücadele yılını ve kırk yaşımı arkamda bırakıp yabancı ülkelere kaçtığımdan bu yana 32 yıl geçmiş. Bunca yıl sonra bile, ne zaman hatırlasam göğsümün orta yerinde, tuz basılmış bıçak yarası gibi bir sızı.

Bugün 12 Eylül. Yine bilançolar çıkarılacak. 12 Eylül 1980 darbesinde kaç kişi asıldı, kaç kişi işkence gördü, öldürüldü, kaç kişi zindanlara atıldı, kaç kişi hapishanelerde kaç yıl çürüdü, kaç kişi işinden oldu, kaç ocak, kaç aile dağıldı, kalem kalem sıralanacak. Yaşanan acılar, yok olan hayatlar, silinen yıllar, yarım kalan aşklar, yarılmış yürekler, yitirilmiş güzellikler rakamlara dökülecek, insan “tane” olacak, acılar yıkımlar “tane” ile sayılacak. Tıpkı içinde yaşadığımız savaşta ölen Türk ve Kürt çocukların; anlı şanlı devlet yetkililerinin, bakanların, komutanların nutuklarında, açıklamalarında utanıp sıkılmadan “tane” diye anıldığı gibi. Ölülerimizin tane ile sayıldığı, kaç “tane” öldürüldüğü ile övünüldüğü korkunç bir ülke oldu burası.

12 Eylül darbesinden sonra ölümden, zulümden kaçmak için yurt dışına çıkan 40 bine yakın insandan biriydim. Hakkımda, sadece yazdığım yazılar nedeneyli 27 yıl hapis cezası isteniyordu, örgütsel aidiyetim nedeniyle de sokaklara asılan fotoğraflarla aranıyordum. 12 Mart müdahalesinde işkencenin, hapishanenin tadını tatmıştım. “Bir daha asla” demiştim, “bir daha beni yakalayamayacaklar.” Almanya’ya iltica edip siyasî mülteci olduğumda, önceleri ağır geldi. Mülteci sığınmacı demek, sığıntı gibi hissedersiniz kendinizi. Hepimiz, çevreye en fazla uyum sağlayanlarımız bile insanı kemiren sığıntı olma, öteki olma duygusundan kolay kolay kurtulamamıştır. Bu yüzdendir belki, mülteci yerine sürgün sözünü yeğlememiz.

Yurt dışında geçirdiğim 12 yıl boyunca, kendimi hep zamanda ve mekânda sürgün hissettim: Yitik bir zaman, yaşamınızdan koparılan, çalınan koskoca bir dilim. Darbenin ardından arkadaşlarımız, yoldaşlarımız öldürülürken, işkence görürken, zindanlarda çürürken, sürgün bir ayrıcalıktı yine de. O ayrıcalığa sahip olmanın, kaçıp sıyırtmış olmanın vicdanıma, yüreğime yüklediği ağırlık, eksiklenme duygusu yıllarca terk etmedi beni.

Darbede bebek olan oğlum şimdi 33 yaşında. Sürgünde yaşarken ona Türkiye’yi anlatırdık. Enternasyonalisttik, milliyetçiliği reddetmiştik, dünya vatandaşıydık falan ama memleket dedin mi, işte orada akan sular dururdu. Bir gün yuvaya döndüğümüzde yabancılaşmasın, yadırgamasın, dönmeye itiraz etmesin diye, hiç tanımadığı ülkesini oğlumuza sevdirmek için çabalardık. Kendisine anlatılanlara kansa Türkiye’de çileklerin karpuz kadar, dağların dondurmadan, evlerin çikolatadan olduğunu; çocuklara sokaklarda oyuncak dağıtıldığını, okullarda oyun oynandığına sanabilirdi. Peki Türkiye bu kadar güzel de biz neden buradayız, diye sorduğunda, “Kaka amcalar zorla geldiler, ülkemizi bizden aldılar. Bizi sevmiyorlardı, hapse atmak, öldürmek istiyorlardı, bu yüzden kaka amcalar gidene kadar Türkiye’ye dönemiyoruz” derdik. Çocuk bakışlarından gölgeler geçer, “Ben büyüyünce gidip o kaka amcaları kovarım” diye teselli ederdi bizi.

 

Kaka Amcaları Kovabildik mi?

Şimdi, 32 yıl sonra, kaka amcaları kovabildik mi diye soruyorum kendi kendime. Bakıyorum da, 1980 12 Eylülü’nün “Kaka Amcaları” kimi ölerek, kimi yaşlanarak, hatta hâlâ yaşayan kimileri hakkında davalar açılarak piyasadan çekilmiş de olsalar “kakalıklar” olduğu gibi duruyor. O kaka amcalar gidiyor, yerlerini yenileri alıyor. Onları mahkemelerde ya da toplumsal vicdanda mahkûm etmek için yola çıktıklarını iddia edenler, şimdi kaka yapma yetki ve ayrıcalığını kuşanıp, kakaların üstüne tüy dikmekle meşguller.

Demek ki özüne inemediğimiz, çözemediğimiz, kurtulmayı başaramadığımız, gelenin gideni arattığı, kaka amcaların pisliklerini temizleme vaadiyle gelenlerin kendilerinin de pisliğe battığı bir durum, bu durumun altında da temel bir sorun var.

12 Eylül darbesi sıradan bir askerî darbe değildi. Bugünün çözümsüz görünen sorunlarının temelindeki toplumsal doku parçalanmasını, insanlarımızın değerlerini yitirip çürümesini, başka bir dünyanın mümkün olabileceği umutlarının sönmesini hazırlayan; toplumun derinliklerine sızarak fay hatları yaratan, toplumsal ve bireysel vicdanları tahrip eden bir saldırıydı. İttihatçı gelenekten devşirilmiş Türk-İslam senteziyle, devletçi faşizan otoriterlikle, vesayetçilikle, bunların tümünün özeti olan 12 Eylül Anayasası’yla tahkim edilmiş, yüz yıl süreceği hesaplanan melun bir projeydi. Ve ne yazık ki bir ölçüde başarıya ulaştı. 32 yıl sonra, hâlâ yarattığı ortamın sorunlarıyla boğuşuyoruz.

12 Eylül’ü aşamadık, çünkü 12 Eylül sadece bir darbe değil, bir zihniyetti ve o zihniyet devlete, kurumlara, insanların kafalarına genetik kod misâli kazınmış durumda.

 

AKP’nin İki 12 Eylül’ü

2000’lerin başlarında Türkiye toplumu artık kendisine dar gelen bebeklik gömleğini parçalama, kafesinin parmaklıklarını aşma ihtiyacındaydı. 80 yıllık Kemalist Cumhuriyet’in askerî vesayetçi, devletçi, seçkinci, otoriter iklimi geniş kitleleri, palazlanan Anadolu burjuvazisini, Kürt halkını bunaltmaya çoktan başlamıştı. Rejimin dışından, İslamî kesimden gelen AKP, kendi sınıfsal tabanının itkisiyle değişim zorunluluğunu kavradı. Askerî vesayete, Cumhuriyet seçkinciliğine, halkın yaşam kültürü ve inançlarıyla ters düşen otoriter laikliğe, dünyaya kapanmaya (izolasyonizm) karşı olduğunu ilan ederek hükümet oldu. Yelkenlerini neo-liberal rüzgârlarla doldurup pragmatist siyasetlerle yol aldı. O günlerde de sezip bildiğimiz, şimdi ise kanıtlı ispatlı birden fazla darbe girişimi atlattı. Hükümet olmaktan iktidar olmaya giden süreçte askeri vesayetin belini kırdı, orduyu ve Cumhuriyet bürokratik oligarşisini bir yüzyıldır oturduğu iktidar sahipliği tahtından indirdi.

Bu adımların bir evresinde 12 Eylül Anayasa referandumu gündeme geldi. Darbe anayasasının çeşitli maddelerinde yapılacak değişiklikler, kim ne amaçla yapıyor, nasıl kullanılacak, kime yarayacak gibi düşünce ve tereddütler bir yana, önerilen şekliyle 12 Eylül Anayasası’nın askerci, vesayetçi, otoriter özünde gedikler açacak, rejimin geriletilmesine doğru küçük de olsa adımlar attıracak türdendi. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylülcülere yargı yolunun açılmasının sembolik değeri uygulamasından çok daha önemliydi. Referandum sonuçları, toplumun önemli çoğunluğunun 12 Eylül rejiminde somutlanan antidemokratik, baskıcı, otoriter dayatmalara karşı olduğunu gösteriyordu. Referandumdaki yüzde 42’lik “hayır” oylarının çok önemli bir bölümü de aslında 12 Eylül Anayasası’na desteği değil, AKP’ye hayır’ı ifade ediyordu.

2010 Anayasa referandumu AKP’nin ‘Birinci 12 Eylül’üydü. 12 Eylül zihniyetine vurulmuş utangaç bir ilk darbe, bir yol temizliği hareketiydi. Bu değişiklikler yurttaşı devlete kul sayan, kendi yurttaşına güvenmeyen, özgür ve eşit yurttaşlık kavramının yanından bile geçmeyen vesayetçi zihniyete doğrudan dokunmuyordu. Yani hiç yoktan iyiydi ama yeterli değildi. 12 Eylül rejiminin sona erdiğinin belgesi olacak özgürlükçü sivil anayasa yolunda küçük bir umut ışığı yakıyordu. O umut ışığına o kadar ihtiyacımız vardı ki, yeni anayasaya gerek yok diyen MHP ve bazı marjinal siyasal kanatlar dışında her kesimde anayasa tartışmaları, sivil anayasa çalışmaları başladı.

Sonra……Sonra ne oldu? Bugüne, AKP’nin ‘İkinci 12 Eylül’üne gelindi. Vesayetçi seçkinci rejimin dışından gelip dip dalgalarla yükselen, yeni bir toplum ve sivil anayasa vaad eden AKP, 12 Eylül’ün özünü ve vesayet bayrağını teslim aldı. Generallerin ve oligarşik bürokrasinin sırtından çıkardığı vesayetçi, otoriter, antidemokratik urbaları giyindi. Tarzını, söylemini benimsedi. 12 Eylül zihniyetinin taşıyıcısı devletle buluştu. İktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da hızla devletleşti. 12 Eylül’e teslim olmakla kalmadı, darbenin temelindeki zihniyeti tahkim de etti.Vasîler değişti vesayet değişmedi, cuntanın 5 generalinin yerini tek adam ( ve muhtemelen yakında Başkan) Tayyip Erdoğan aldı. Seçimlerde, değişim umudu ve vaatleriyle sağlanmış yüzde 50’lik oy, darbeci generallerin topunun tüfeğinin işleviyle donatıldı. Sivil otoritaryanizmin ateşli silahı haline getirildi.

Yıllar önce, neden memleketimize dönemediğimizi soran minik oğluma “Çünkü kaka amcalar var, onlar bizi sevmiyor” diyordum. Bugün sorsaydı, “Kaka amcalar yine var, yine bizi sevmiyorlar” derdim. Neden yenemiyorsunuz onları diye sorduğunda da “Despotluğun, vesayetçiliğin, adaletsizliğin her biçimine, kimden gelirse gelsin, ayrım gözetmeden, çifte standart kullanmadan, her kesimden, her siyasetten, her düşünce ve inançtan sivil demokratik güçlerin birliğini sağlayarak kararlılıkla mücadele edemedik. Kendimiz de yeterince demokrat, koşulsuz özgürlükçü, amasız eşitlikçi olamadık” diye cevap verirdim.

Bi’at kültürüyle yetiştirilmiş; şeyh, şef, önder, başkan otoritelerine sığınmayı güvenli liman saymış, bize bir eli sopalı lazım zihniyetini içselleştirmiş, kodumu oturtan zorbayı lider kabul eden bir toplumda demokrasi bilincinin yerleşmesi geç ve güç oluyor. O bilinç yerleşene kadar 12 Eylüller sürecek, kaka amcaların biri gidip yerine öteki gelecek. Yine de bir gün….Bir gün mutlaka.

Oya Baydar  www.t24.com

1.5 milyon kişi bağımsız Katalonya için yürüdü

Ekonomik krizdeki İspanya’da ayrılıkçı sesler artık daha fazla yükseliyor. Katalonya bölgesindeki Barcelona kentinde 1.5 milyon kişi bağımsızlık için yürüdü. Yüzbinler, “Katalonya, yeni Avrupa devleti” şeklinde sloganlar attı.

İspanya’nın en zengin bölgesi Özerk Katalonya’da yüzbinlerce kişi bağımsızlık isteğiyle sokaklardaydı.

Her yıl Barcelona’nın 300 sene önce İspanya tarafından kuşatılmasının yıldönümü olan 11 Eylül’de yapılan gösteriye bu yıl katılım beklenenden çok oldu.

Barcelona kentindeki gösteriye polis yetkililerine göre 1.5 milyon kişi katıldı.

Ellerinde bayraklar taşıyan göstericiler, “Katalonya, yeni Avrupa devleti” sloganları attı.

İspanya’daki ekonomik krizin ülkedeki ayrılıkçı akımları tetiklediği yorumları yapılıyor.

İspanya Başbakanı Mariano Rajoy ise Katalonya’nın mali özerklik kazanmasının ekonomik krizle mücadele de iyi bir etkisi olmayacağını belirtiyor.

Katalonya, İspanya’nın en zengin bölgesi olmasına rağmen, geçen ay Madrid’den 5 milyar Euro kurtarma paketi sağlamasını istemişti.