Ana Sayfa Blog Sayfa 4166

Günümüzde küresel soğuma yoktur

Son günlerde basınımız gene İngiltere’deki The Telegraph ve The Daily Mail kaynaklı “Meğer soğuma varmış! Küresel ısınma ile ilgili tüm bildiklerinizi unutun” haberleri ile doldu. Bu haberlerin saçmalığını basitçe anlatmaya çalışacağım:

Bildiğiniz gibi istatistik en güzel yalan söyleme yöntemlerinin başında gelir. Size şöyle bir resim göstersem:

Sonra da desem ki “bakın işte gördüğünüz gibi Kuzey Buz Denizi’ndeki buz miktarı geçen seneye oranla %60 artmış, demek ki artık küresel soğuma var”, gözünüzle gördüğünüz sizi yorumuma ciddi bir biçimde ikna edebilir. Ama öte yandan size şu grafiği göstersem ve en sondaki kırmızı noktanın 2013 Eylül ayındaki buz miktarını gösterdiğini söylesem Kuzey Buz Denizi’ndeki yüzey buz miktarının geçen seneye göre %60 artmış olmasının bile yüzey buzu miktarındaki azalma trendine gayet uyduğunu görmüş olursunuz. Dolayısıyla kolayca anlayabileceğiniz gibi, söz konusu olan şey iklim değişikliği ise bir seneden diğer seneye olan değişikliklere değil en az son 30 senedeki değişimin ne olduğuna bakmamız gerekir.

Dünya’da iklim değişikliği ile ilgili en yetkili kuruluş olan IPCC iklim değişikliği alanında aktif olarak çalışan bilim insanlarından ve hükümet temsilcilerinden oluşuyor. IPCC 27 Eylül’de açıklanacak olan iklim değişikliği raporunda “iklim değişikliğinin sebebi çok yüksek ihtimalle insanların atmosfere saldığı sera gazlarıdır” diyor. Bu cümleyi tabii ki “bak işte IPCC iklim değişikliğinin sebebinden emin değil” diye okumak da mümkün. Ama size arabanızın tamircisi “sizin arabanın fren balataları çok yüksek ihtimalle aşınmış, bu araba ile trafiğe çıkmasanız iyi olur” dediğinde fren balatalarını tamir ettirmek için tamircinin emin olmasını mı bekliyorsunuz? Dolayısıyla bilim dünyasının “emin olmadığından” bahseden bir gazete haberini okuduğunuz zaman bunun ne demek olabileceğini aklınızda bulundurun. Bir bilim insanı elindeki elmayı bıraktığında yere düşeceğine bile “eminim” demez, size yüzde kaç ihtimalle yere düşeceğini söyler ancak. IPCC raporlarını da bu şekilde okumak gerekir. Öncelikle bilim insanları arasında “küresel ısınma mı var yoksa küresel soğuma mı?” bir tartışma kesinlikle yok. Tartışılan konu “var olan ısınmanın sebebinin insanlık olduğuna emin miyiz?” Buna verilen cevap da “var olan ısınma %95 ihtimalle insan kaynaklı, %5 ihtimalle de doğal kaynaklardan geliyor olabilir”.

Ayrıca iklimde ısınmanın ve soğumanın görüldüğü kısa dönemler olabilir. Mesela geçtiğimiz yaz hava korkulduğu kadar sıcak olmadı. Bundan yola çıkarak havaların soğumaya başladığını söylemek fazla gerçekçi olmaz. İklim değişikliğine şüpheci yaklaşırsanız serin geçen her yazı küresel soğuma olarak nitelendirmeniz mümkündür, ama büyük resim size yanlış olduğunuzu her zaman gösterecektir. Dünyamız ısınıyor ve bunun sorumlusu bizleriz, kendimizi kandırmayalım.

 

Prof. Dr. Levent Kurnaz

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Mercator-İPM Araştırmacısı

I.Uluslararası Trafik Mağdurları Konferansı Cuma günü Bilgi Üniversitesi’nde

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Trafik Müdürlüğü ile birlikte Suat Ayöz Trafik Mağdurları Derneği, FEVR Avrupa Traik Mağdurları Federasyonu desteği ile Türkiye’de ilk kez “Trafik Mağdurlarının Yaşamında Adaletin Önemi” konulu bir konferans düzenliyor.

Amacı trafik mağdurlarının yaşadığı sorunlara dikkat çekmek olan konferans 13 Eylül Cuma günü İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yapılacak.

Katılımın ücretiz olduğu ve saat 09:00’da başlayacak konferansta Suat Ayöz Trafik Mağdurları Dernek Başkanı  Yeşim Ayöz ve İngiltere Geçmiş Dönem Fevr Başkanı, Road Peace Kurucu Başkanı Brigitte Chaudhry (İngiltere), Brüksel FEVR ve AVR Başkanı J.Mersch (Lüksemburg), FEVR başkan yardımcısı, ACA-M Başkanı, Uluslarası Yol Güvenliği Üyesi Manuel Ramos (Portekiz) ,Ceza Avukatı Hukukçusu, AIFVS Üyesi Dr. Marcello Mastrojeni (İtalya) ve Hukukcu  Koen van Wonthergem (Belçika), İstanbul Bilgi Üniversitesi, Örgütsel Psikoloji Yüksek Lisans Programı Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. İdil Işık, Şehir Planlama Uzmanı Dr. Kevser Üstündağ yer alacak.

2012 yılı resmi rakamlarına göre Türkiye’de yaşanan çarpışma sayısı 1.296.636 iken hayatını kaybedenlerin sayısı 3.750*   ve yaralı sayısı 268.102

(*Yol kurbanı sayısı Polis ve Jandarma Bölgesinde; sadece olay yerinde hayatını kaybedenleri kapsıyor.)

Uzmanların görüşü ise bu rakamın yılda 8.000-10.000 kişi olduğu yönünde

Konferansta çarpışmalar sonucu yaşanan çok katmanlı etkenlerde mağdurların hakları, bu haklara nasıl ulaşılacağı, yargı aşamasında yapılması gerekenler ve AB ülkelerinde uygulanan çözümlere dair örnekler katılımcılara aktarılacak.

Program:

09.00-09.45 Açılış ve konuşmalar

09.45-10.15 Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri, Av. İzzet Güneş Gürseler “Türkiye’de Trafik Çarpışmaları ve Adalet”

10.15-10.30 Kahve Molası

10.30-11.00 Dr. Marcello Mastrojeni-İtalya Ceza Avukatı Hukukcusu, AIFVS Üyesi “Trafik Mağdurları ve Adalet”

11.00-11.30 Brigitte Chaudhry-İngiltere Geçmiş Dönem Fevr Başkanı, RoadPeace Kurucu Başkanı “Trafik Mağdurlarının Yaşam Kalitesi”

11.30-12.00 Koen van Wonthergem-Belçika ”Korunmasız Yayalar ve Yaya Hukuku “

12.00-13.00 Yemek Molası

13.00-13.30 J.Mersch – Brüksel FEVR ve AVR Başkanı “Sigorta ve Yargı Süreci”

13.30-14.00 Manuel Ramos – Portekiz , FEVR başkan yardımcısı, , ACA-M Başkanı, Uluslarası Yol Güvenliği Üyesi “Trafik  Çarpışması Sonrası Acil Tedavi ve Yasal Haklar”

14.00-14.15 Kahve Molası

14.15-14.45 Güvence Hesabı “ Trafik Mağdurlarının  Sigorta Hakları”

14.45-15.15 Şehir Planlama Uzmanı Dr. Kevser Üstündağ- “ Türkiye’de Yaya Olmak”

15.15-15.45 İstanbul Bilgi Üniversitesi, Örgütsel Psikoloji Yüksek Lisans Programı Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr.  İdil Işık “Türkiye’de Trafik Mağdurlarının Yaşam Kalitesi ve  Travmalar “

15.45-16.00 Kahve Molası

16.00-16.30 Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Uzmanı  Canan Gökdemir “Engelli Hakları”

16.6.30-16.45 Kahve Molası

17.00 Çalıştay Deklarasyonunun Paylaşılması

Trafik Mağdurlarının Yaşamında “Adaletin” Önemi

Tarih :    13 Eylül 2013 Cuma

Saat  :     09.00-17.30

Adres:                 İstanbul Bilgi Üniversitesi, Santral Kampüsü

Eski Silahtarağa Elektrik Santralı Silahtarağa Mah. Kazım Karabekir Cad.No: 1 34060 Eyüp, Emniyettepe, , Türkiye – İstanbul

 

Haber: Gizem Hasırcıoğlu

(Yeşil Gazete)

Greenpeace’den Shell’in Türkiye kutlamasında eylem, “Kuzey Kutbu’ndan uzak dur!”

Shell petrol şirketinin Haliç Kongre Merkezi’ndeki  Türkiye’deki 90. Yıl kutlamalarında Greenpeace aktivistleri eylem yaptı.

Shell’in Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki petrol arama çalışmalarını protesto eden eylemciler, kutlamaların gerçekleştiği alana kutup ayısı maskeleriyle gizlice girerek ‘Kuzey Kutbu’ndan uzak dur’ yazılı pankartlar açtı.

Eylemin amacıyla ilgili konuşan Greenpeace Akdeniz İletişim Sorumlusu Gülçin Şahin, “Shell, Türkiye’deki 90. Yılını kutluyor ve dünyanın artan enerji talebini ekonomik, çevreci ve sorumlu bir şekilde karşıladığından söz ediyor” dedi. Shell’in Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki petrol arama çalışmaları hiç de kutlanmayı hak etmiyor diyerek sözlerini sürdüren Şahin,  “Bu çalışmalara milyarlarca dolar harcayan Shell’in geçtiğimiz yılı hatalar ve kazalarla geçti, buna rağmen arama çalışmalarından vazgeçmiş değil. Gezegenimizin en el değmemiş ve en narin bölgelerinden Kuzey Kutbu’nda bir petrol sızıntısı yaşanırsa, bunu temizlemek neredeyse imkansız. Sadece 3 yıl yetecek bir petrol rezervi için Kuzey Kutbu’nda böyle bir risk alınmasına seyirci kalamayız.” şeklinde konuştu.

Shell Petrol Şirketi Kuzey Buz Denizi’nde petrol arama programı için şu ana kadar 5 milyar dolar yatırım yapmış durumda. Ancak –karaya oturan bir platform da dahil- yaptığı bir dizi kaza ve hata sonrasında bu yıl için Alaska açıklarında petrol sondajı yapma planlarını gerçekleştiremedi.

Shell,n ayrıca Rusya’da devlet elinde olan Gazprom adlı petrol devi ile Kuzey Buz Denizi’nin Rusya sularında sondaj yapmak üzere anlaşma yaptı. Bu bölge yasal düzenlemelerin gevşek, kaza sayısının fazla olmasıyla biliniyor.

Greenpeace’in, Kuzey Buz Denizi’nde petrol aranmasına karşı başlattığı kampanya savethearctic.org/

(Yeşil Gazete)

“Pirincinizde arsenik var ama endişe etmenize gerek yok”

Grist.org’da yayınlanan 10 Eylül tarihli John Upton imzalı habere göre Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu (FDA) 1300 pirinç ve pirinç ihtiva eden ürün üzerinde yaptığı incemeler sonucu düşük miktarda arsenike rastladı.

Test edilen pirinçlerde 2,6 ile 7,2 mikrogram arasında değişen inorganik arsenik bulunurken, beyaz pirinçte bu oran en düşükken daha sağlıklı olduğu varsayılan esmer pirinçte en yüksek değerlere sahip olduğu görüldü.

Bulunan değerler çok düşük bile olsa “Tehlike var mı?”sorusuna ise FDA’nın verdiği cevap tehlike olmadığı. İnternet sitelerinden bulunan açıklamaya göre bulunan arsenik miktarı kısa dönemde herhangi bir sağlık problemine sebep olmaya yetmeyeceği belirtilirken uzun dönem etkileri için ise kimse emin değil.

FDA pirinç ve pirinçli ürünlerde ne kadar arsenik tüketildiğini ve bunun nüfusun belirli kesimleri için sağlık etkilerinin değişkenlik gösterip göstermediği ile ilgili risk değerlendirmesi yapmak niyetinde. Peki, pirinci arseniksiz olarak bulmak mümkün mü? Görünüşe göre hayır. FDA’dan toksikolog Suzanne C. Fitzpatrick’in belirttiği üzere pirinç suda yetiştiği için arsenik doğasında ve yüksek seviyelerde bulunuyor. Ve bu öyle kolayca piyasadan çekebilecekleri bir şey değil.

Geçtiğimiz Cuma günü açıklama yapan pirinç üreticileri ise konu üzerinde FDA ile birlikte çalıştıklarını ve bir süredir arsenik seviyelerini azaltmak için çeltiğin yetiştiği su ve sonrasındaki işleme ve durulama işlemleri üzerinde kendi çalışmalarını yürüttüklerini belirtti.

FDA’nın yaptığı araştırmanın iç açıcı olmayan detaylı sonuçlarına ise bu linkten ulaşmak mümkün:

 

Haber: Gizem Hazırcıoğlu

(Yeşil Gazete, Grist.org)

Direnen her yerde kazanıyor: Romanya’da direniş Rosia Montana’daki altın madenini engelledi

Geçtiğimiz hafta Pazar günü Romanya başkenti Bükreş’te Rosai Montana’da yapılmak istenen altın madenini istemeyenlerin yaptığı direnişten sonra Romanya hükümeti hayır demeye hazırlanıyor

Eylemlerin ardından konuşan Romanya başbakanı Victor Ponta, parlamentonun uzun zamandır ertelenen altın madeni projesine hayır diyeceğine inandığını belirtti. Proje ortaklarından Kanadalı Gabriel Resources Ltd projenin hayır oyu alması takdirde yatırım anlaşmaları ihlali üzerine Romanya’ya dava açabileceğini belirtti.

Kuzey Romanya’nın Transilvanya bölgesindeki eski bir madeni yenileme ve genişletme amacı güden bu proje neden olabileceği çevresel etkiler sebebiyle uzun yıllardır erteleniyordu. Ağustos ayından çıkarılan yeni yasa tasarısı ile projenin önü açılmıştı. Fakat geçtiğimiz hafta boyunca Romanya’da devam eden ve Türkiye’den de destek bulan eylemler sonucunda Ponta hem senatonun hem de bakanlar kurulunun projeyi reddedeceğinin aşikâr olduğunu belirtti.

Bir başbakan olarak yabancı yatırımlar ve istihdam için yeni yollar bulmasının görevi olduğunu söyleyen Ponta, bu kadar karşı çıkılan bir proje için vakit kaybetmeye gerek olmadığını da sözlerine ekledi.

Şirket her sene madenden 300 ton altın, 1.600 ton da gümüç çıkarmyı planlarken ekoloji aktivistlerinin yıllardır madenin zemin sularını siyanür ile kirleteceğine ve pitoresk alanda çok büyük zarara yol açacağını savunuyorlardı.

 

Haber: Gizem Hasırcıoğlu

(Yeşil Gazete, BBC)

 

Bedel – Joost Lagendijk

Todays Zaman gazetesinde 10 Eylül tarihinde yayınlanan Joost Lagendijk‘in köşe yazısını Yeşil Gazete ekibinden Gizem Hasırcıoğlu‘nun çevirisi ile sunuyoruz

* * *

Dürüst olmam gerekirse, Olimpiyatlara götürdükleri teklifle ile ilgili derin şüphelerime rağmen, geçtiğimiz cumartesi İstanbul’un kazanmasını istedim. Bir kere finale kaldığınızda sağlıklı rekabet duygusuna sahip herkes ödülü almak ister. Ne yazık ki, bu gerçekleşmedi ve 2020 Olimpiyatları Tokyo’ya verildi.

Tabii ki kader oylamasından sonra inkâr oyunları da başladı. Hükümet çevreleri şaşırtıcı olmayan bir biçimde Gezi Parkı eylemcilerini ve gösterileri alevlendirdiklerini söyledikleri medyayı suçladı. AKP muhalifleri aynı eylemleri bastırmak için kullanılan şiddetin Türkiye’nin dışardaki imajına olumsuz etkisini vurguladı. Birçok eleştirmen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir sonraki seçimlerde bir İstanbul zaferi alamayacağını düşündüğü için mutluydu.

Müsaadenizle İstanbul’un neden Tokyo karşısında kaybettiğinin çok fazla iç meselelere odaklanıp Türkiye’ye başka konularda da kaybettirecek önemli bir noktayı kaçıracağına dikkat çekmek istiyorum.

Gizli oylamayı analiz etmek her zaman zordur ama uluslararası medyaya bakacak olursak, oylamadan önce ve sonra, 2020 kararı yüzde 75’i İstanbul ve Türkiye’nin etkisinin olamayacağı geniş kapsamlı faktörler üzerine verildi. The New York Times’ında açıkça belirttiği gibi “Tokyo’yu seçmek politik ve ekonomik belirsizlikler altında hayati bir seçimden daha güvenli idi.” Japonlar kendilerinin güvenilir olduklarını başarılı bir şekilde ifade ettiler ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi üyelerinin çoğu bu argümana ikna olup tercihlerini gelenek ve istikrardan yana kullandılar. Bunun yanısıra Türkiye’nin komşularındaki karışıklık, Olimpiyatlar için Asya’da yeni yatırımcılar bulma avantajı ve Rio de Jenaoryo’nun hazır olması ile ilgili artan endişeler, İstanbul’un riskli bir tercih gibi algılanmasına sebep oldu ve Türkiye’nin bu yargıları değiştirme şansının düşük olduğu aşikârdı.

Japonya’nın aksine Türkiye henüz zengin ve istikrarlı bir ülke değil. Her türlü riskle karşılaşabilecek gelişmekte olan bir ekonomiye ve çatışma ve tansiyonu yüksek bir toplumsal dönüşüme sahip. Unutulmamalı ki, Uluslararası Olimpiyat Komitesi sadece spor ve kardeşliği teşvik eden bir organizasyon değil doğası gereği risklerden kaçınan bir ticari işletme. Bu şartlar altında Tokyo reddedilmesi imkânsız bir teklif sunmuş oldu.

Geri kalan yüzde 25’lik açıklama ise, İstanbul’un teklifi ile ilgili. Açık ki hükümetin son olaylara karşı sert tutumu ve doping skandalları da duruma yardımcı olmadı fakat bunlar belirleyici olmadı.

Buenos Aires’te gördüklerimiz AKP hükümetinin Batı’ya karşı kullandığı sert söylemlere karşı gösterilen tepkilerin ilki olabilir. Aylardır Erdoğan ve bazı bakanları Avrupa ve Amerika’yı, Mısır meselesinde ikiyüzlü, Suriye meselesinde korkak ve daimi İslamofobik olmakla itham ediyorlar. Marc Pierini, Avrupa Birliği eski elçisi ve Carnegie Uluslararası Destek Vakfı misafir öğretim üyesi, geçtiğimiz hafta Türkiye’nin dünyanın geri kalanı ile olan ilişkilerinde iktidar partisinin kutuplaştırıcı söylemlerinin riskinin altını çizdi: “Hükümetin benimsemiş olduğu söylem taktik siyaseti açısından bakıldığında dış hedefleriyle uyumlu değil. İki karşıt mantık iş başında. AKP’li politikacılar bunu Brüksel, Berlin, Washington ve diğer bölgelerdeki muhataplarına açıklamakta zor zamanlar yaşayacak.”

Düşünün ki Uluslararası Olimpiyat Komitesi üyesi 38 Avrupalıdan birisiniz ve iki tekliften birini seçeceksiniz. Tekliflerin biri her zamanki gibi dingin Japon başbakanı tarafından sunulurken diğeri daha geçtiğimiz hafta geldiğiniz kıtaya yine sert bir çıkış yapıyordu. Dürüst olun, içinizden geçen ne olurdu?

Türk hükümetinin benimsemiş olduğu zehirli dilin bombaları muhtemelen sadece Olimpiyat seçimlerini etkilemeyecek. Türkiye’nin 2015-2016 dönemi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde sandalye kazanma şansını da vuracaktır.

Bu içerde başarılı fakat yurtdışında Türkiye’nin güvenilirliğini ve uluslararası başarı şanslarını ciddi şekilde azaltan bir politikanın ağır bedelidir.

Bu yazı ilk olarak todayszaman.com/ da yayınlanmıştır.

Yeşil Gazete için çeviren: Gizem Hasırcıoğlu

 

Joost Lagendijk

 

Dünya kaybetmiş!- Ragıp Duran

Zor iştir iktidarı savunmak. Hele bu iktidarı…
2020 Olimpiyat Oyunları’nı İstanbul kaybetti ya, iktidar yanlısı kalemler çıldırdı.
Oysa ki Gezi ve Suriye’den sonra neredeyse tüm dünya ile arasını açan Erdoğan’a hiç kimse prim vermezdi, vermedi de nitekim. Son tur oylamada Tokyo ile İstanbul arasında müthiş bir fark var. Oysa ki milyonlarca dolar para harcandı, kulisler yapıldı, zarflar filan dolaştı, ama yine de olmadı. Bizim basın pek yazmadı, yazamadı, ama global medya Istanbul’un neden kaybettiğini çok açık ve seçik bir şekilde yazdı: Suriye’ye yönelik savaşçı söylem, siyasî istikrarsızlık riski, hazirandaki barışçı toplumsal hareketlerin şiddetle bastırılması diye kalem kalem saydı. Aslında Egemen Bağış çok önceden tedbirini almıştı: “Kaybedersek Gezi yüzünden kaybederiz…” Aynı Bağış, daha sonra Güneş gazetesine manşet olacak cevheri de yumurtladı: “Dünya kaybetti!” Fare sıradağlara küsmüş. Sıradağlar yasta…
Vahim, çok vahim ve patolojik bir durumla karşı karşıyayız: Kendine güven ile haddini bilmemeyi aynı şey sanan AKP sözcüleri, bu “Dünya kaybetti” sloganıyla ruhsal ve aklî dengesizliğin bir üst aşamasına geçtiklerini ilan ettiklerinin farkındalar mı acaba? Onlar kendilerini, dünyayı ve Türkiye’yi ne sanıyorlar acaba? İktidardasınız, yabancı medyayı izleyen, dış dünyayı bilen az sayıda da olsa uzmanınız / danışmanınız var, yurtdışında yaşayan binlerce dostunuz, tanıdığınız, taraftarınız var herhalde. Onlardan da mı utanmadınız?
Ben elimden geldiğince Fransız, İngiliz ve Amerikan medyasının önemli gazetelerini izlerim, özellikle Türkiye konusundaki haber ve yazıları zaten internet marifetiyle ayıklanıp gelir ekrana. Üstelik ben bu işi herhalde en az 25-30 yıldır yapıyorum. Yıllarca Fransa, İngiltere ve ABD’de yaşadım. Kısaca söylemek gerekirse, Türkiye, Batı dünyasının pek umurunda değildir. En üst düzeyli devlet adamından sıradan vatandaşa kadar, Batılı için Türkiye olsa olsa, o da bir zamanlar, ilginç ve cazip bir turizm destinasyonuydu… Siyasî iktidar, kendi kendine gelin güvey oluyor. 1963’ten beri AB’ye girememişsiniz. Bu aralar o taraftaki herkesle kavgalısınız. Tamam, bir başka açıdan bakıldığında, Batı dünyasının birçok kesiminde oryantalizm hâlâ önemli ölçüde ağırlığını koruyor. Evet, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra İslâmiyet Batı’da pek öyle güleryüzle karşılanmıyor ve hoş çağrışımlar yaratmıyor. Uluslararası güçler, Siyonist odaklar, faiz lobisi gibi saçmalıklara prim verecek halim yok. Türkiye’nin siyasî olarak, askerî olarak, ekonomik olarak, kültürel olarak boyu posu ne ki, Batı ya da genel olarak dünya Türkiye ile ilgilensin. Bugünkü iktidar, Batı’daki İslâmofobiyi neredeyse haklı çıkaracak bir dış politika izlediği için ayrıca dikkat ve antipati çekiyor. Hele bir de sen neredeyse her şeyini verip bütün kozlarını oynamışsın, buna rağmen Buenos Aires’teki oylamayı kaybetmişsin, bu ağır yenilgi üzerine de kalkıp utanmadan, sıkılmadan, yaranı, aşağılık kompleksini gizlemeye hacet duymadan “Dünya kaybetti” diyorsun. Bu iki kelimelik cümleyi yabancı dillere çevirsen, duyan okuyan yabancı yurttaşlar ilk başta kavramayabilir, işin özünü anlattıktan sonra ya hayretten küçük dilini yutar ya da kahkahalarla gülmekten kırılır.
Dünya kaybetmişse bile, bunu sadece AKP’li uyanıkların bilmesi ve bizzat dünyanın kaybettiğinden haberdar olmaması nasıl açıklanacak? Bizim Tuğrul (Eryılmaz) böyle durumlarda yüzünü buruşturup “Şuursuz” der!
Edirne’den Hakkâri’ye atıp tutarsın da, iş bilhassa Batı cenahına kayınca, çünkü orada buradan daha fazla hukuk, demokrasi ve vicdan var, fena çuvallarsın. Karıştır eski defterleri, AİHM kararlarına bak, iç hukukunun ne kadar parlak olduğunu göreceksin. Ve son olarak FILA, UEFA ve CAS kararları yetmedi mi?
Mesele coğrafî değil, siyasî.
Siyasî iktidar, en az üç aydır resmî ve medyatik bir seferberlik başlatarak 2020 Olimpiyatları’nı Istanbul’un kesin olarak alacağı yolunda bir izlenim yarattı. Son tura kadar yapılan bütün yerli yorumlara göre 2020 çantada keklikti, çünkü zaten Olimpiyat Istanbul’a çok yakışıyordu. Olimpiyat organizasyonu konusunda Türk egemen medyası başka birçok konuda yaptığı gibi haber değil, resmî propaganda yaptı. Böylelikle beklenti çıtası çok yükseğe çıkarıldı. Ve İstanbul kaybedince hayal kırıklığı da o kadar büyük oldu. Nihat Doğan adlı bir kişi, “Sinirden evdeki Japon balığını öldürdüm” diye tweet atmış. Hayvanseverlere hakaret var burada. Egemen medyanın bu cümleyi matah bir açıklama ya da tutummuş gibi iktibas etmesi kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Nihat Doğan kim ki? Akvaryumdaki Japon balığını öldürmek ne zamandan beri çağdaş bir tepki? Pazartesi günü Nevşehir gibi turistik bir bölgede iki Japon turist kadına saldırılması tesadüf mü acaba?
Erdoğan, yenilginin açıklanmasından hemen sonra, Buenos Aires’te kamera ve mikrofonların önünde anlamsız cümleler sarfetti yine: Yayılmacılık sözcüğünü kullandı, ama yerli yersiz bir şekilde. Komitenin daha önce Olimpiyat düzenlemiş bir ülkeyi (kenti olacak) yeniden seçmesinin adil olmadığını (İstanbul’u seçse çok mu adil olacaktı?) ve bu duruma üzüldüğünü söyledi. Oysa ki “bir kent ikinci defa Olimpiyat düzenleyemez” diye bir kural yok. Oradaki muhabirlerin hiçbiri de akıl ve cesaret edip “Efendim, sizce neden Türkiye’ye yeteri kadar oy vermediler? Neden kaybettik?” sorusunu soramadı. Kimse işini kaybetmek istemiyor galiba. Vallahi o muhabiri, Buenos Aires’te bir başına sokak ortasında bırakır bunlar! Kaybeden Dünya filan da sahip çıkmaz bu talihsiz çocuğa…
Akşam gazetesi Erdoğan’ın içinden geçip söyleyemediği cümleyi manşet yapmış: Çapulcu Mutlu.
AKP, evet, artık biliyoruz, muhalefetten, özellikle kendi görüşlerine, projelerine karşı çıkılmasından hazzetmiyor, hatta resmen şiddetle karşı çıkıyor. Neymiş efendim, Olimpiyatlara karşı çıkmak vatan hainliği imiş! Yok canım… Sen o kadar vatanseversen, Buenos Aires’te kaldığın otelin önünde, “Önce Gezi’de öldürülen 6 insanın sorumlularını bulup yargıla, sonra Olimpiyat düzenlemeye kalkış” diyene cevap ver! Hem sonra İstanbullu, kalan üç karış yeşili de Olimpiyat uğruna kaybetmek istemediği için Olimpiyatlara karşı çıkmayacak mı? Hele Olimpiyat zamanı kentin mahvolacağını bildiği için, Istanbul’un kaybetmesine sevinmeyecek mi? Şimdiye kadar Barcelona hariç hangi kent Olimpiyat düzenlediyse her açıdan zarar etti.
Eskiden askerî vesayet, bize bir sürü şeyi, partilerüstü bir mesele (Kıbrıs) ya da devletin âli menfaatleri (1915) gerekçesiyle, yurttaşa sürüdeki koyun muamelesi yaparak, kabul ettirmeye çalışmıştı. Vesayet AKP’li oldu ya, eski tas eski hamam, bu sefer de Olimpiyatlar millî mesele oldu. Değil efendim, millî mesele filan değil. Olimpiyatları bir kentin düzenlemesi, o kentin yurttaşları açısından tamamen siyasî, toplumsal, kültürel bir mesele. Kentle, “urbanisme”le, ekolojiyle, yaşam tarzıyla ilgili bir mesele. Ben üç-beş kişinin rant zengini olması için kentimin nadir yeşil ve kamu alanlarını Olimpiyat’a feda etmek istemiyorum. Olimpiyatlar için harcanması tasarlanan yaklaşık 20 milyar doların sağlık ve eğitim için harcanmasını istiyorum. Evet, ayrıca da Erdoğan’ın uluslararası alandaki siyasî tecritini Olimpiyatları kullanarak kırmasını istemiyorum.
Mayıs sonundan bu yana rüzgâr farklı esiyor Türkiye’de:
Kâhin olmaya gerek yoktu: Beyefendi Olimpiyatları alamadı! Başkanlık hayalleri de suya düştü! Süreç desen, o da büyük ölçüde bitti. Suriye’de tam çuvalladı.
Şimdi Avrupa Futbol Şampiyonası’nı mı düzenlemek istiyorsunuz? Fenerbahçe 2. Lig’e düşürülse de Ağırlama Komitesi Başkanı Aziz Yıldırım olur herhalde. Ona da zaten Şike Şampiyonası derler! Dünya bir kez daha kaybedecek galiba…
Bu yazı ilk olarak apoletlimedya.blogspot.com/ da yayınlanmıştır
Ragıp Duran – Apoletli Medya

(*) Bkz. http://birdirbir.org/dunya-kaybetmis/

Politik psikoloji açısından direniş ve seçimler – Ulaş Başar Gezgin

Gezi Direnişi’nden sonra seçimlerde ne olacak? Neler olabilir? Genel hatlarıyla bir kestirimde bulunabilmek için, seçmen ve oy verme davranışıyla ilgili çeşitli konulara girmek gerekiyor: Oy vermeyle ilgili olarak, temelde, üç tür açıklama var:

Ekonomik açıklamalar

Birincisi, ekonomik açıklamalar. Bu açıklamalar, insanların partilere/adaylara, çıkar ilişkisi üzerinden oy verdiğini ileri sürüyor. Akıllı mantıklı bir homo economicus’u temel alan bu modele göre, insanların seçimleri bireysel bir kar-zarar tartımına dayanıyor; “hangi parti/aday bana en çok yararı sağlar?” sorusu üstünden gidiyor.

Ekonomik modelle, seçmenin tüketiciye benzetilmesi eleştiriliyor; çünkü tüketicinin aldığı karar kendini bağlarken, seçmenin aldığı karar tüm ülkeye etki ediyor. Ayrıca, tüketici, aldığı üründen hoşnut değilse bir daha almaz; ama seçmenin bunun için yıllarca beklemesi gerekiyor. Kaldı ki, bir çoğumuz, ekonomik çıkar dışındaki nedenlerle oy veren çok sayıda seçmen biliyoruzdur.

Buna bir eleştiri daha ekleyelim: Bireyler, ekonomik çıkarlarına göre oy verselerdi; çoğunluk olan emekçiler, iktidara emekçilerin partilerini/adaylarını taşıyacaktı.

Burada ekonomik modelin dikkate almadığı nokta, yanlış bilinç: Ezilenler, ezenlerin çıkarına olan politikaların kendi çıkarlarına olduğuna inandırılıyor. Ekonomik modelin daha incelmiş bir sürümü ise, çıkar kavramına manevi çıkarları da katıyor (Cennet’e gitmek, kendini/vicdanını rahatlatmak vb.). Bu daha geniş anlamda faydacı yaklaşımın yine de açıklayamadığı seçmen kesimleri var.

Toplumsal normlar

İkinci tür açıklamalar, sosyolojiye dayanıyor. Sosyolojik modele göre, bir kere, insanlar, oyları bireysel olarak vermiyorlar; toplumsal aidiyetleri üzerinden veriyorlar. Bölgelere göre, aşiretler, cemaatler, aileler, arkadaş çevreleri vb., bireysel karar üstünde çok daha etkili oluyor. Bunun yanına, psikolojiye kaymayı da göze alarak, çocukluk, aile yaşantısı, toplumsallaşma ve ergenlik gibi olguları katanlar da var. Siyasal tercihler, genellikle, çocuklukta ve ergenlikte biçimleniyor. Seçmenin bireyleşmesinin gerekli olan ama yeterli olmayan bir koşulu ise, kime/hangi partiye oy verdiğini gizleyebilmesi… Ancak, bu, çeşitli bölgelerde, toplumsal normlar nedeniyle olanaklı olamıyor.

Psikolojik modeller

Üçüncü tür açıklamalar, ekonomik açıklamalardaki akıl-mantık varsayımını eleştirerek, duyguların rolüne dikkat çeken psikolojik modeller. Bu tür modeller, duygular yanında, tutumlar, taraftarlığa benzer biçimde kişiyle ya da partiyle özdeşleşme, kimliklenme vb. gibi kavramlardan yararlanıyorlar.

Bu modellerin kimileri, bireyi temel alırken (örneğin tutum araştırmaları); diğerleri, gruba dayanıyor (özdeşleşme, kimliklenme vb.). Psikolojik açıklamalara toplumsal bellek çalışmaları da eklemlenebilir. Kısa erimli-uzun erimli bellek ayrımı, seçimlerden hemen önce gerçekleşen olayların sonuçlara etki etmesi dolayısıyla, geçerli. Bu açıdan, öncelik (primacy) ve sonralık (recency) etkilerinden söz edilebilir. Anıların sırası, onların anımsanmasında etkili. Aynı biçimde, oyların, geriye dönük olarak (iktidardaki partinin icraatlarının değerlendirilmesi) ve ileriye dönük olarak verilmesi gibi, iki seçenek var. Gelecekteki icraatlar tahmin edilemediğinden, genellikle, değerlendirme, geçmişe dönük oluyor.

Bunun sakıncaları var. Bir diğer psikolojik açıklama, ‘bilişsel cimrilik’ olarak adlandırılabilir. Buna göre, insan zihni kısıtlı olduğu için, seçmenler, şematik düşünme eğilimindeler. Seçim sürecindeki bilgi bombardımanındaki karmaşıklıkla, basitleştirerek başa çıkıyoruz (örneğin, “şu, falancı”; “bu, filancı” gibi.) Bu da, doğru bilgiyi doğru seçmene ulaştırma sorununa işaret ediyor.

Ve ideoloji

Bu üçleme dışında, daha az kabul gören görüşlerden biri, ideoloji. Bu görüş, seçmenlerin oylarını ideolojilerine göre verdiğini ileri sürüyor. Buna göre, her bir bireyin bir ideolojisi var ve partiler, bunları yansıttığı ölçüde, oy alıyor. Bu görüş, doğru olmakla birlikte, açıklayıcı olmaktan uzak; çünkü “partilere, ideolojilerine göre oy atıyorlar” düşüncesi, ideolojinin geniş (bilinçli ve bilinçsiz dünya görüşü) ve dar tanımlarıyla (bilinçli dünya görüşü) hesaplaşmayı gerektiriyor. Buradan, yol, yukarıdaki ekonomik model eleştirisine çıkıyor. Diğer bir görüş ise, seçmenlerin seçimlerden önceki gündemden etkilenip ona göre oy verdikleri. Bu da, bir ölçüde doğru.

Peki bunca model içinden hangisi doğru ya da en doğru? Aslında, böyle (en) doğru bir model yok. Hepsi, doğru; çünkü bu, kişiden kişiye değişiyor. Bu, ‘hepsi’ şıkkı, seçmen tipolojileri çıkartmakla aşılıyor. Sözgelimi, psikolojik tip, ekonomik tip, sosyolojik tip vb. Partiye yakınlık gösterenlerle adaya yakınlık gösterenler de bu bağlamda ayrılabilir (Örneğin, kişi nedeniyle bir CHP’liye oy verebilecek bir AKP’li.) Partiye oy verenler, parti liderine oy verenler, adaya oy verenler, ideolojiye oy verenler, çıkarına oy verenler, ait olduğu grup ne derse ona oy verenler gibi ayrımlar da olanaklı.

Parti, aday ve seçmen özelliklerinin incelenmesi gerekiyor. Parti ve adayda propaganda (halkla ilişkiler) başarısı; seçmende değer, tutum ve sosyal grup gibi değişkenler öne çıkıyor. Her bir tipolojide, bu değişkenlerin etkisi, farklı ağırlıkta. Adayların hem ‘içeri’yi (parti içi/bizimkiler) hem de ‘dışarı’yı (parti dışı/diğerleri/kararsızlar) ikna etmesi gerekiyor. İçeri de dışarı da nadiren parti programına bakıyor.

Peki nasıl bir seçim kampanyası yürütülmeli?

Çapulculara önerilenlerden biri, yüzyüze oy toplama (canvassing) yöntemi idi; ancak, bu konuda ilerleme katedildiğini söylemek güç.

Gezi direnişçilerinin talihsizliği, gündemci yaklaşımlara göre, belki de, direnişin seçimlerin hemen öncesinde olmamasıydı. Öte yandan, direnişin bitmediği düşünülürse, hemen öncesinde yeni bir kalkışma olması, bir olasılık olarak karşımızda duruyor.

AKP’nin halkla ilişkiler ekibi, duygulara hitap eden propagandaya ağırlık veriyor. Başbakanla belediye başkanını canlı yayında ağlatıyorlar; mağduriyet edebiyatı (“türbanlı bacıma saldırdılar”; “camide içki içtiler”; “polis öldürdüler” gibi yalanlar); korkuları uyandırma (“falanca seçilirse, ülke kötüye gider/mahvolur”); çocuklara gönderme (Suriye örneği) ve geleneksel Türk-İslam propagandası (“Vatan, millet, Sakarya”, “din, elden gidiyor”, “ecdadımız” vb.) gırla gidiyor. Birçokları, Erdoğan’ın konuşmalarını danışmanlarının yazdığını unutuyor. Karizması, danışmanlarına çok bağlı.

Peki CHP’nin ya da çapulcuların böyle ‘karizma yaratacak’ halkla ilişkiler ekibi var mı?

İşte seçimlerle ilgili kilit soru, bu.

Ulaş Başar Gezgin – www.bianet.org

Yeşiller Sol:Demokratik hakkın kullanılmasının bedeli ÖLÜM olamaz!

Ahmet Atakan isimli genç Antakya’da ODTU’ye destek gösterileri sırasında polisin şiddet kullanması sonunda öldürüldü. Ülke çapında derin bir öfke yaratan cinayet  geniş katılımlı protestolara sahne olurken Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi bir açıklama ile devlet şiddetini kınayarak Hükümeti sorumlu tuttu.

 

YGSP’nin açıklaması şöyle:

Demokratik hakkın kullanılmasının bedeli ÖLÜM olamaz!

Gezi Direnişi, AKP Hükümeti’nin kimyasını bozdu, protesto hakkına tahammülü kalmadı. Kafa kıran, yaralayan, öldüren kolluk görevlilerinin bizzat Başbakan tarafından ödüllendirilmesi, polisin göstericilere karşı savaş açmasına yol açtı. Bunun sonucunda dün akşam Hatay’da  #AhmetAtakan da yine polisin müdahalesi sırasında öldürüldü.

Gezi Direnişi’nin başlangıcından bu yana polisin doğrudan müdahalesi ve saldırısı sonucunda 6 yurttaşımızı kaybettik. Ölenlerin yakınlarına bir kez daha başsağlığı diliyor, sorumluların bir an önce cezalandırılmasını istiyoruz.

Polisin yaşama hakkını ortadan kaldırması vicdan sahibi herkesi dehşete düşürüyor. Buna karşın Emniyet Müdürleri, Valiler, İçişleri Bakanı, Başbakan hiç bir şey olmamış gibi davranabiliyor. Hatta “arkadaşları öldürmüştür, yüksekten düşmüştür” gibi tuhaf açıklamalarla suç işleyeni koruma altına alıyorlar.

Hatay Valisi de aynı şeyi yaptı, #AhmetAtakan ‘ın damdan düştüğünü söyledi.

Artık mızrak çuvala sığmıyor. Bugün Türkiye’de demokratik toplum olmanın ön koşullarından birisi olan demokratik protesto hakkı fiilen polis tarafından kullandırılmıyor. İzin alınmasına dair yasal zorunluluk olmamasına karşın, gösterilere “izinsiz” olduğu gerekçesiyle müdahale ediliyor.

Müdahaleler yaşam hakkını ortadan kaldıracak şiddette uygulanıyor. Gösterilerde sağ yakalananlar hakkında da davalar açılıyor, tutuklama kararları veriliyor. Adeta sıkıyönetim hali söz konusu.

Diğer yandan toplumsal gerilim de her geçen gün artıyor. Hükümetin sorumsuz uygulamaları gerilimin daha da artmasına yol açıyor.

Bütün bu olaylardan, demokratik hakların kullandırılmamasından, yaşam hakkı ihlallerinden en başta AKP Hükümeti sorumludur.

Hükümete sesleniyoruz: Sorumlu davranın… Toplantı ve gösterilere yönelik hukuksuz müdahalelere son verin… Suç işleyen kolluk görevlilerini görevden alın ve cezalandırın… Demokratik hakların kullanılmasını güvence altına alan yasal düzenlemeleri bir an önce yapın.

Bilin ki, bu ülkenin demokrasi güçleri, hukuksuz davranışlarınızın peşini yasal ve anayasal olarak bırakmayacaktır… Ulusal ve uluslararası hukuk zeminlerinde mahkum edilmeniz için her adım atılacaktır…


Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüleri

Sevil Turan- Arif Ali Cangı

Türkler nasıl Türkiyelileşir? – Bülent Küçük

Kürt hareketinin diğer toplumsal kimliklere kapılarını açarak Türkiyelileşmesi gerektiği konusu çokça -çoğu zaman insafsızca- dile getirildi. Demokratik bir zeminde birlikte yaşamın ancak Kürtlerin eşitlik, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin diğer toplumsal alanlarda verilen mücadelelerle ortaklaşması durumumda mümkün olacağının altı çizildi. Bu eleştirilerin haklılık payları vardı kuşkusuz, fakat sorulması gereken asıl soru şu: Türkler Türkiyelileşmeden Kürtlerin Türkiyelileşmesi ne kadar mümkün? Türkiye’de Müslüman Türk hakim kimliğinin muteber mensupları ne ölçüde kendi Türklüklerini ve Müslümanlıklarını gözden geçirerek kendilerini ötekilere açmaktadırlar. Ne ölçüde ötekilerin siyasi özneliklerine müdahale etmeden, onları terbiye etmeye kalkışmadan, dönüştürmeye ya da mesafede tutarak idare etmeye çalışmadan, ötekilerin tekilliklerini tanıyarak ilişkilenme zahmetine girmektedirler.

Başka bir deyişle, Türkler kültürel olarak daha üstün olduklarına dair fantezilerinden kopmadıkları sürece, bu devletin ve toprağın otantik sahibi olduklarına dair kanılarını devam ettirdikleri sürece, devletle kurdukları yakın ahbaplık ilişkilerine mesafe koymadıkları sürece, felaketlerden, utançtan milli gurur devşiren resmi tarihlerinden azade olmadıkları sürece Kürtlerin Türkiyelileşmesi ne neye yarar? Yani, Türkiye’de gerçekte kimlik politikasını kimler icra etmektedirler? Ezilenlerin kimlik politikası yapmasında ne tür temel çıkarı olabilir? Peki aynı soruyu egemen olan kimlik için soralım: Ezen kimliğin kimlik politikası gütmesi arkasında nasıl bir siyasal rasyonalite yatmaktadır? Mesela neden barış talebi Kürtlerde bu kadar toplumsallaşmıştır, buna karşın Türkiye’nin batısında bu talep neden bu kadar cılızdır? Barış talebi ile eşitlik talebi arasında nasıl bir bağlantı vardır?

Kürtlere Türkiyeleşemediklerine dair yapılan eleştiriler insafsız, çünkü Kürtlerin bugün hem sosyolojik-demografik olarak, hem de siyasi olarak birçok kimlikten çok daha fazla Türkiyelileştiği sabit bir olgudur. Sosyolojik olarak bakıldığında durum böyledir, çünkü Kürtler özellikle 1990’larda ki zorunlu göçle beraber Türkiye’nin hemen hemen her köşesinde yaşamakta, güvencesiz sektörler başta olmak üzere hemen her sektörde çalışmaktadırlar. Buna ilaveten hemen hemen bütün Kürtler Türkçeyi sorunsuz konuşmakta, Batı’nın yazarını, film artistini, şarkıcısını tanımakta, yıllardır Türkçe okullara gitmekte, Türkçe televizyon kanalları izlemektedirler. Siyasi alanda cinsiyet politikaları, ekoloji ve sosyal politikalar başta olmak üzere siyasi paradigmaları göz önünde bulundurulduğunda Kürt hareketi evrensel ölçekleri referans alarak örgütlenmekte, konuşmakta ve bu politikaları icra etmektedir.

Buna karşın, Türkiye’nin batısında hangi kayda değer siyasi kimlik veya cemaat öteki kimliklere bu ölçekte kapılarını açmaktadır. Kaç Türk, Kürtçe öğrenmiştir, kaçı bu dilde iki kelam etmesini, mesela “merhaba” demesini bilmektedir? Kaçı, askerlik ve zorunlu memuriyet dışında Diyarbakır’a, Van’a Hakkari’ye gitmiştir, ya da gitmeyi istemiştir? Kaçı Kürt edebiyatından, popüler kültüründen haberdardır, kaçı Kürtlerle komşu olmayı arzulamaktadır? Kaçı dolmuşta, sokakta, kahvede okulda Kürtçe konuşulduğunda irkilmemektedir? Kaçı eşit işe eşit ücret ödemektedir? Kaçı orta sınıf bir Kürdü apartmanında ikamet edince, ya da lüks bir arabaya bindiğini görünce asabı bozulmamaktadır?

Literatürde kurumsal olarak ve gündelik hayatta dışlamanın ve kültürel tahakkümün iki temel biçiminden söz edilir: Malum, birincisi kültürel olarak farklı olana karşı örülen sembolik ve mekânsal duvarlalar marifetiyle konan mesafe üzerinden icra edilir. Kültürlerin uyuşmazlığına vurgu yapılır. Sen farklı kal ki benim üstünlüğüm görünür olsun denir. Avrupa’da birçok yer – özellikle Almanca dilinin konuşulduğu coğrafyada – bu tip dışlanma teknikliklerinin icra edildiği tipik mekanlardır. Buna göre, kir bahçede kaldığı sürece, öteki yerini bildiği sürece güzeldir.

İkincisi, kendisini ötekinin eksikliği üzerinden kurar, ötekinden örtük olarak üstün olduğunu ya da kendi kültürünün daha evrensel, daha modern olduğu ima eder ve ötekinden kendine benzemesini ister, onu özendirir, bonkör davranarak ötekini terbiye etmek için kaynak mobilize eder, mektepler açar, kendi saflarına çağırır, “benim sevdiğim gibi sev bu vatanı” der. Bu çağrıya itibar etmeyenlere baskıcı disiplin teknikleri uygulanmaktan çekinilmez. Fransa vatandaşlık pratikleri de bu ikinci türe örnek olarak görülür.

Malum, vatandaşlık pratiği olarak Türkiye sanıldığının tersine “Doğu” ile “Batı” arasında değil, Almanya ile Fransa arasında bir “köprüdür”, zira burada her iki yönetme tekniği de mevcuttur: Arta kalan gayri Müslimlere birincisi, Müslüman azınlıklara ikincisi münasip görülür. Birincisinin “bizden” olması zaten imkânsızdır, ikincisinin “Bizden ol, bizim gibi ol” çağrısı ise koşula bağlanmıştır.

Türk olmayan Müslümanlar Türklerin saflarına katılıp içinde eriyebilir, fakat bu ancak kendi etnisitesini, inançsal farklılığını evde, yani özel alanda bıraktığı sürece, kendisin siyasi olarak temsil etmediği, kendi hesabına, kendisi için konuşmadığı ve kendi kendini yönetmediği sürece mümkündür. Ben kamu/özel ayrımı yapmadan Türklüğümün ve Müslümanlığımın tadını çıkarayım, sokakta avazım çıktığı kadar Türk ve Müslüman olduğumu haykırayım, marşlar türküler okuyayım, devletin memuru sırtımı sıvazlasın, okulda, metroda, kahvede, cami de, TV’de, sokakta, dolmuşta Türkçe konuşayım, bütün bayramlar benim olsun, bütün devlet ve medya ritüelleri, resmi tatilleri bunun üzerine kurulu olsun, bütün okullar ve camiler kamu parasıyla ihya edilsin, ama öteki kendi evinde ve kendi imkanı ile farklılığının tadını çıkarsın, ortalıkta görünmesin, orada burada farklı olduğunu çaktırmasın. Devletin imkanlarıyla ihya edilmiş “otantik” kimlik eşitlikten bunu anlamaktadırlar. “Farklılık zenginliğimizdir” der fakat bu farklılık sokağa veya kamu alanında taşınarak siyasallaştığında devletin asker ve polis şiddetinden müteşekkil mahrem yüzü imdatta yetişir. Yani, birçok yerde olduğu gibi Türkiye’ de de – seküler ya da dindar olsun fark etmez – devlete gönülden bağlı başat kimliğe mensup olanların eşitlikten anladıkları hep bir soyut – legal – formel eşitlik olmuştur. Herkes kanun önünde kâğıt üzerinde sözde eşittir.

Peki, Türkiyelileşmek ve toplumsal barış hem kurumsal olarak hem de gündelik hayatta sosyal eşitlik meselesini kapsamadığı sürece ne anlama gelir? Kimler ne sebeple en güvencesiz sektörlerde çalışmakta, bu çalışanlar bu koşullar altında neden çalışmayı kabul etmek zorunda kalmakta, kimler en çok iş kazasında ölmekte, kimler en çok yeşil karta mecbur bırakılmakta, kimler en çok savaş mağduru olmakta, kimler en düşük ücretle çalışmaya mecbur bırakılmakta, kimler en çok yerinden edilerek göç etmekte, kimler en çok kamu hizmetinden mahrum kalmakta, kimler en çok işsiz kalmaktadır, kimler en çok hapishanelerde çürümeye terk edilmiştir? Ve bütün bu yapısal adaletsizlikler en çok kimlerin işine yaramaktadır. Dışlanma, değersizleştirme ve inkâr ile yoksulluk, işsizlik ve düşük ücret arasındaki ilişki nedir? Avrupa’da göçmenler gibi, Türkiye’de yüz yıldır devam eden Kürtlerin değersizleştirilip, kriminalize edilmesi ile piyasada aldıkları düşük ücret ve yoksulluk arasındaki ilişki nedir? Daha genel anlamıyla Kürtlerin ve Kürdistan’ın inkârı ile kültürel tahakküm ve Kürtlerin ucuz emeği arasındaki bağlantı nedir?

Bu soruların yanıtlarını verebilirsek o zaman işte hangi hakim kimliklerin sosyal eşitsizlikten, inkardan, savaştan ve kültürel tahakkümden nemalandığını görürüz. Kimlerin daha dar müstakil kimlik politikası yaptığını, bu politikanın, siyasal alanda, bürokraside, medyada, piyasada ve gündelik hayatta nasıl iş gördüğünü ve kimi ayarttığını görürüz. Yani kimlerin Türkiyelileşmeye neden heveslenmediğini görürüz: Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşmasının önündeki en büyük engelin işte bu ötekiyle eşit seviyeye inmeye ayak direme olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, kalıcı bir toplumsal barışı istememek, bunun için kılını bile kıpırdatmamak hakiki eşitliği ve siyasi egemenliği paylaşmak istememenin; devletin sunduğu imkanlardan ve hazlardan ödün vermek istemeyişin başka bir ifadesidir. Bu durum egemen kimliğin, seküler olsun olmasın, toplumsal barıştan ve eşitlikten ötekilerin kendilerine müstahak görülen ile yetinmesini anladıklarını resmeder,  eşitlikten ve barıştan dışlanmış kimliklerin toplumsal hiyerarşide kendilerine münasip görülen yerlerde durmasını ve nihayetinde siyasetsiz, sessiz sedasız kalmasını arzuladıklarını ifade eder.

Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşması Türklerin Türkiyelileşmesi için, yani seküler ve Müslüman Türklerin geçmişin kolonyal yükünden kurtulması için bir fırsattır, Gezi Direnişi sonrası durum bunun için bir imkanı işaretlemektedir. Çünkü barışın toplumsal-popüler bir talebe dönüşmesi, yani sokaklarda, meydanlarda ve parklarda dillendirilmesi belki ilk kez Gezi’deki çok farklı kimliklerin müşterek direnişiyle zirve yaptı. Türklerin Türkiyelileşmesi bir boş kavram, bir hayal olmaktan çıkıp toplumsal alanda bir karşılık bularak nispeten bir gerçek olması belki ilk kez Gezi ile mümkün oldu. Egemen kimliğe mensup geniş toplumsal kesimler Türkiye’de yaşayan herkesin hakkının kendi hakkı kadar değerli olduğunu, ötekilerin acılarının kendininkiyle eşdeğer olduğunu belki de ilk kez bu ölçekte Gezi’de deneyimledi. Belki de ilk kez Türkiye’nin sırf Türklerin değil burada yaşayan, bütün Türkiyelilerin olduğunu idrak ettiler.

Bu çok önemli: toplumsal ve siyasal alanda eşitlik olmadan, kültürel ve siyasi egemenlik paylaşılmadan toplum barışamaz, barış toplumsallaşmaz. Zira, barış mağdur olanın kendi temel evrensel haklarından ve eşitlik ve özgürlük talebinden feragat etmesiyle değil, egemen olan kimliğin kendi lükslerinden ve ayrıcalıklarından feragat etmesi veya ettirilmesi ile mümkündür. Öteki de herkes gibi kendi farklılığını icra edecek sokakta veya medyada şarkısını söyleyecek, anadilinde eğitimini görecek, kendini siyasi olarak temsil edecek ve böylece bir kategorinin, bir kimliğin içine hapsedilmiş birileri olarak değil evrensel haklarını tadını çıkaran herkes gibi olacak. Bunun için Kürtlerin evrenselleşmesinden (yani Türkiyeleşmesinden) çok, hakim Türk kimliğin evrenselleşmesi gerekir.

Başka bir ifadeyle, barışın toplumsallaşması süreci Kürtlerden çok Kürt ve Kürdistan hakikati devletin mektepleri ve medyası tarafından kendinden yıllarca gizlenmiş, yalanla büyütülüp terbiye edilmiş hakim kimliğin, onun bedenine ve ruhuna nakşedilmiş ırkçılığın ve fesadın paklanması için bir imkandır. Bu süreç, onların yeniden sosyalleşmesi ve birlikte yaşamın zeminini oluşturacak yeni bir toplumsal etiğin inşası için bir imkandır. Bunun için, çokça söylendi, egemen Türk kimliğin ilkin kendi inkârcı ve acılardan müteşekkil tarihiyle yüzleşmesi gerekir, ancak o zaman yeni, siyasetten ahlaklı nesiller yetişir.

  • Yani, barış ve eşitlik istemek Kürtlerden çok hakim kimliğin sorumluğundadır, çünkü bu kimlik değişmeden eşitlik olmaz, bu kimlik dönüşmeden barış gelmez. Bu kimlik etik davranmadan eşitlikçi bir toplumsal ve siyasal zemin inşa edilemez. Bu kimlik kendini deşmeden, kendi Türklük sorununu aşmadan, bu sorun çözülemez. Bilindik bir edebiyatçı düşünür nasıl ki “Britanya’nın göçmen sorunu yoktur, beyaz İngiliz sorunu vardır” der, Türkiye’nin de bu anlamda Kürt sorunu yoktur, temelde koskocaman bir Türk sorunu vardır. Kürtler ve bütün diğer mustarip kimlikler yalnızca bu temel sorundan mustaripler. Türkler Türkiyelileşip herkesleşmeden, Kürtler Türkiyelileşip herkesleşemez. Ancak o zaman Türkiye birilerinin değil bu coğrafyada yaşayan herkesin olur, ancak o zaman birlikte yaşam bir hayal olmaktan çıkıp gerçek olur.

 

Bülent  Küçük – t24.com.tr