Ana Sayfa Blog Sayfa 4165

Kuruyan göller için uluslararası buluşma

10 Ülkeden aktivistler ve akademisyenler kuruyan göller için 17-18 Eylül’de Burdur’da buluşacak.

Doğa Derneği, 2007’den bu yana sürdürdüğü “Burdur Gölü’nü Kurtarma Projesi” kapsamında, 17-18 Eylül 2013 tarihlerinde, Burdur’da “Kuruyan Göller İçin Uluslararası Buluşma” başlığıyla uluslararası bir toplantı düzenliyor.

Toplantının amacı, dünyada ve özellikle ülkemizin yakın çevresinde göllerin kurumalarının sebep ve sonuçlarına, bunun yanı sıra, kurumakta olan gölleri korumak için uluslararası  ölçekte yürütülen çalışmalara dair bilgi ve deneyim paylaşımında bulunmak.  İki  gün boyunca sürecek toplantıya, Orta Asya, Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika’da, Türkiye dahil 10 ülkeden akademisyen, kamu kurumu ve doğa koruma örgütü temsilcisi 19 konuşmacı katılacak.

Toplantıda dünyaca ünlü ve kuruma tehditi altında olan Turkana Gölü (Kenya), Urumiye Gölü (İran), Lut Gölü (Ürdün-İsrail), Aral Gölü (Özbekistan-Kazakistan), Koroneia Gölü (Yunanistan) gibi göllere yönelik güncel tehditlerin yanı sıra, Hula Gölü (İsrail), Sevan Gölü (Ermenistan), Siranguli (İran), Mezopotomya Sazlıkları (Irak) gibi sulak alanlarda gerçekleştirilmiş başarılı kurtarma çalışmaları da paylaşılacak. Toplantının son bölümünde gerçekleştirilecek olan yuvarlak masa oturumunda gölleri yaşatmak için bölgesel düzeyde işbirlikleri tartışılacak.

Doğa derneğinden yapılan açıklamaya göre Anadolu hızla su kaybediyor. Son 60 yılda yaklaşık 2 milyon hektarlık sulak alanımız kurudu ya da kurumaya terk edildi. Bu, Marmara Denizi’nden daha büyük bir alan. Nasrettin Hocanın maya çaldığı Akşehir Gölü bugün can çekişiyor. Burdur Gölü’nün sadece geçen yıl kaybettiği su miktarı, 3 milyar damacanadan fazla. 20 yıl önce “altı deniz” denilen Konya Havzası’nda su seviyesi her yıl 1,5 metre düşüyor.

Dünyada da durum farklı değil. Bir zamanlar dünyanın dördüncü büyük gölü olan Kazakistan-Özbekistan sınırındaki Aral Gölü bugün devasa bir çölden ibaret. 1,5 milyon yaşında insan fosillerinin bulunduğu Kenya’daki Turkana Gölü, göle dökülen Omo Nehrine yapılacak baraj projesi ile tamamen yok olma tehdidi altında.  Ortadoğu’nun en büyük gölü olan İran’daki Urumiye Gölü’nün yüzde 60’ı, dünyanın en alçak noktası olan Lut Gölü’nün ise üçte biri  kurudu.

NASA’ya göre, 2003-2010 yılları arasında Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ın birçok bölgesinde toplam 144 kilometreküp tatlı su rezervi kayboldu. Bu miktar neredeyse Lut Gölü’nün toplam su hacmine eşit. Ortadoğu, Hindistan’dan sonra dünyada yer altı su rezervlerini en hızlı kaybeden ikinci bölge  özelliğine sahip.

Türkiye’de ve dünyada göllerin yok olmasına yol açan sebepler ortak: çok su tüketen tarım politikaları ve suyun doğal döngüsüne barajlarla müdahale eden su politikaları.  Doğa Derneği göllerimizi yaşatmanın mümkün olduğunu belirterek önlemleri sıraladı.

– yöreye uygun, az su tüketen bitkiler yetiştirmek

– tarımda tasarruflu sulama sistemleri kullanmak

– göllerin de her canlı gibi suya ihtiyacı olduğunu hatırlayarak, derelerden ve nehirlerden göllere akan suyu barajlarla kesmemek.

 

 

Yeşil Gazete

Yeşiller/Sol: Okul yolu sorun dolu

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, yeni eğitim-öğretim yılı başlarken, eğitim sistemine dair sorunlar ve çözüm önerilerini içeren “Okul Yolu Sorun Dolu” adlı raporunu dün düzenledikleri basın toplantısı ile kamuoyuna sundu.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüsü Sevil Turan, MYK üyesi Alaaddin Dinçer, İstanbul İl Eş Sözcüsü İnci İşbulur, Eğitim Çalışma Grubu üyesi ve Eğitim-Sen 2. Nolu Şube Başkanı Cem Yalçın’ın katıldığı basın toplantısında, mevcut eğitim sistemiyle, 12 Eylül darbesinin kurumsallaştırdığı tek kimlik, tek inanç anlayışı ve bunun uzantısı baskıcı ve ezberci bir yapının topluma dayatıldığı belirtildi. 

YSGP Eş Sözcüsü Turan, “AKP döneminde bir yap-boz sistemi ile sürekli değiştirilen eğitim sistemi toplumda kalıcı hasarlara, sosyal adaletsizliklere neden oldu. Eğitim harcamalarının GSYİH’ya oranı en az %6, yüksek öğretimde ise %3 olması gerekirken, eğitim sektörü, kamu harcamaları üzerinden bir yük olarak algılanarak özelleştirmeye gidilmekte, dershaneler ile fırsat eşitsizliği derinleştirmekte, eğitim sektörü çalışanları sömürülmesi devam etmektedir.” dedi.

Önümüzdeki haftadan itibaren karşılaşılacak bir sorunun seçmeli dersler olacağını belirten Cem Yalçın, “21 seçmeli ders planlanmasına rağmen altyapısı oluşturulmadığı için okul yönetimlerinin mevcut öğretmen kontenjanı ile açacağı seçmeli dersler zorunlu olacak. Kürtçe seçmeli ders konusu ise yeni bir mağduriyet yaratıyor. Enstitülerden mezun olan Kürtçe öğretmenleri için kadro açılmadığı için öğretmenlere ücretli çalıştırma koşulları dayatılacak. Burada asıl sorun ise devletin anadili öğretmek mantığı ile hareket etmesidir. Olması gereken, anadilinde eğitim ve resmi dilin öğretilmesidir, anadilinde eğitimi sağlayacak politik, yasal sosyal ve ekonomik altyapının oluşturulmasıdır.” dedi.

Alaaddin Dinçer, yeni dönemde haftalık 36 saatlik dersin, öğrenciler üzerinde ağır bir yük oluşturacağını, günde 7 saatlik eğitimde öğrencileri hayata hazırlayacak sosyal eğitimin yer almayacağı ve sınav odaklı eğitim sisteminin devam edeceğini belirtti. Dinçer, “yeni sistemde her dersin bir sınavı merkezi olarak yapılacak ve bu sınavın oranı %70 olacak. Bu uygulama, tüm öğrencilerin ve velilerin, öğretim yılında sadece bu derslere odaklanmasına neden olacaktır. Bu durum, öğrencileri yine herhangi bir sosyal alan yaratmadan etüt merkezlerine dönüşecek dershane sistemine mahkum edecektir.” dedi.

Sınavı kazanamayan ö

ğrenciler için İmam Hatip Lisesi ve Meslek Lisesi arasında bir seçim yapma dayatmasının

doğru

olmadığını belirten Dinçer, her ilde genel lise uygulamasının zorunlu olduğunu ancak bu gerçeğin bilinçli olarak örtbas edildiğini ve tartışmaya açılmadığını söyledi. Dinçer sözlerine, öğrencilerin bu politika ile mecburi olarak imam hatip liselerine yönlendirildiğini, vatandaşların inançları doğrultusunda yaptığı seçimlere kesinlikle müdahale edilemeyeceği ancak hükümetin kendi ideolojisi doğrultusunda tek tip bir eğitim sisteminden bir ucube yarattığını söyle

ye

rek devam etti.

Dinçer, 2013 yılına kadar olan tüm sınav sistemlerine 5 milyon öğrencinin dahil olduğunu ancak başarı oranının tüm derslerde %50’nin altında olmasının, eğitim sisteminin nasıl bir çöküntü içinde olduğunu gösterdiğini belirtti.

Suriye konusunda uzlaşma, Davutoğlu kaygılı

 

ABD ve Rusya, Suriye’deki kimyasal silahların imhası konusunda uzlaştı.

Uzlaşma uyarınca Suriye’nin bir hafta içinde elinde bulunan tüm kimyasal silahların listesini yetkililere vermesi gerektiği belirtildi.

Kimyasal silahların önümüzdeki yılın ortasına kadar Suriye dışında imha edilmesi öngörülüyor.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ile yaptığı ortak basın konferansında tüm kimyasal silahların Suriye dışında imha edilmesi gerektiğini kaydetti. Kerry şartların yerine getirilmemesi nedeniyle meydana gelebilecek olası bir zorunluluk halinde ise ABD’nin askerî müdahale tehditlerinin geçerli olacağını ifade etti.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile perşembe gününden bu yana Cenevre’de Rusya’nın önerdiği, Suriye’nin kimyasal silahlarını kontrol altına alma planını görüşüyordu.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu uzlaşma haberini ihtiyatla karşıladıklarını belirterek planın Suriye’nin zaman kazanma amacıyla yeni bir manevrası olduğuna dair şüphelerini ile getirdi. Nihai çözümün henüz uzağında olduğumuzu söyleyen Davutoğlu Esad’ın halka yönelik katliamını durdurmak için bir şeyler yapılması gerektiğini vurguladı.

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon dün yaptığı açıklamada Ağustos ayında yaşanan olayın bir zehirli gaz saldırısı olduğu yönünde çok önemli kanıtlar olduğunu kaydetmişti. Ban, Esad rejimini doğrudan saldırıdan sorumlu tutmasa da, Suriye liderinin “İnsanlığa karşı birçok suç işlediğini” belirtmişti.

Birleşmiş Milletler kimyasal silah uzmanlarının 21 Ağustos’taki olası kimyasal silah saldırısıyla ilgili raporunu pazartesi günü açıklayacağı tahmin ediliyor.

 

Ajanslar

Af Örgütü: Türkiye’ye biber gazı vermeyin

Uluslararası Af Örgütü, tüm dünyaya Türkiye’ye biber gazı, zırhlı araç ve diğer toplumsal olaylara müdahale ekipmanı satışının durdurulması çağrısında bulundu.

Örgüt, Türk yetkililer protestocuların barışçıl gösteri ve ifade özgürlüğü hakkını garanti altına alana dek bu tür araçların satışının askıya alınmasını istedi.

Bildiride, Hatay’da Ahmet Atakan’ın ölümüyle başlayan yeni eylemlerden bahseden örgütün Türkiye Araştırmacısı Andrew Garnder, şu ifadeleri kullandı:

“Türk polisinin gösteriler karşısında, insan haklarını ihlal eder ölçüde güç kullanması, bu tür ölümleri ve yaralanmaların önlenmesi adına tedbirler alınana dek, tüm ülkelerin Türkiye’ye biber gazı, zırhlı araç ve diğer toplumsal olaylara müdahale malzemelerinin sevkini durdurması gereğinin altını bir kez daha çizmiştir.’ dedi.

Gardner, Türk yetkililerin, ‘İstanbul ve diğer kentlerdeki barışçıl gösterilere karşı yaygın ve insan haklarını ihlal eder ölçüde güç kullanmasının’ üzerinden birkaç ay geçmesine karşın hala ‘bağımsız ve tarafsız bir soruşturma başlatılmadığına’ dikkat çekti.

Bildiride AB ve Türkiye’nin uluslararası ortaklarından da, Ankara’ya aşırı güç kullanımından sorumlu olanların adalet önüne çıkartılması ve polisin barışçıl gösterilere uluslararası standartlara uygun tepki verme konusunda eğitilmesi çağrısında bulunması da istendi.

Uluslararası Af Örgütü, Türkiye’ye biber gazı ve toplumsal olaylara müdahale malzemelerini Brezilya, Hindistan, Güney Kore ve ABD’nin sattığını belirtti.

Örgüt, geçtiğimiz yıllarda da, Belçika, Çin, Çek Cumhuriyeti, Hong Kong ve İsrail’in ya bu malzemeleri sattığını, ya da satmaya niyet ettiğini vurguladı.

 

BBC Türkçe

Geleneksel Yağlı Güreş izlenimleri (Pehlivandan İlk Ağızdan)

6-7-8 Eylül tarihlerinde yapılan 661. Elmalı Yeşil Yayla Yağlı Güreşlerine “pehlivan” olarak katıldım ve edindiğim izlenimleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu paylaşımda bana özel sebepler yerine olaya/sisteme dair tespitlerim ve eleştirilerimi aklıma geldiğince sıralamanın daha uygun olacağını düşünüyorum. Umarım haklıyımdır.

1-      Güreşlere katılmak için en temel şart güreş lisansı. Bunu edindikten sonra bir de “kıspet” almanız veya benim yaptığım gibi bedeninize uygun bir adet bulmanız gerekiyor. Kıspet yağlı güreş pehlivanlarının giydiği deriden yapılma geleneksel bir uzun şort. Yapımı oldukça zor. Türkiye’ de yapan tek usta Çanakkale Biga’ da yaşıyor ve pek fazla çırağı olmamış. Benim gördüğüm kadarı ile hemen herkes kıspetlerini Samsun’ daki bir terziden almış. Buradaki iki terzi usta İrfan ustanın çırakları. Kıspet fiyatı 400-500 TL. Kıspet yerine “pırpıt” denilen sert kumaştan bir alternatif giysiyi 30 TL’ ye ve kasnağına deri eklenmiş bir başka pırpıt’ı 70 TL’ ye almak mümkün ancak bunlar daha ziyade minik pehlivanlar için. Üst boylarda herkesin kıspeti var.

2-      Elmalı’ da bir çadırda kaldım. WC, duş vb. imkanlar çok sınırlı idi ve hiç rahat edemedim. Konaklama imkanları da çok sınırlı idi ve konaklama tesislerinin çoğunda “boş oda yok” yazıyordu.

3-      Konu ile ilgili bilgi edinmek çok zor. İnternet asla bir çözüm veya kolaylaştırıcı değil. Telefon ve tanıdık sistemi ile ilerlemek zorundasınız. Bir güreşçi, çeşitli menajer-yardımcı ve arkadaşları olmadan ermeydanına dahi çıkamaz. Soru sorup cevap alamamak ve sürekli “iyi de şunu nasıl yapacağım?” diye sormak durumunda kalıyorsunuz. Asla bir danışma masası yok. Hatta organizasyonu düzenleyen kişi ve kurumların kimler olduğu bile muallâk.

4-      Elmalı’ da (ziyaretçi bile olsanız) WC büyük sorun. Hem yeterli değil, hem de mevcut WC’ ler kötü durumda.

5-      Pehlivanların soyunduğu ve güreş bittikten sonra yıkandığı yer mutlak surette ortalama bir ahırdan kötü durumda. Her yer beton, kırık dökük. Etrafta çöpler, atıklar, bozuk eşyalar var. Kapasitesi yetersiz. Sıcak su 4 adet çöp bidonunun altında yakılan tüp alevi ile sağlanmaya çalışılıyor. Ben şaşkınlıktan uzun süre yıkanamadım. Burası bir hayvan barınağı olsa ve Tarım bakanlığından yetkililer denetime gelseler bence hemen mühürlerlerdi. Neyse ki insan yıkanma yeri, sorun yok.

Bu kötü izlenimlere rağmen burada tespit ettiğim en ilginç şey şu: 100-200 kadar dövüşçü erkek aynı anda yıkanmaya çalışıyordu ancak tek bir kavga çıkmadı ve asla yumruklaşılmadı. Sadece ufak çaplı keyifli denebilecek bağrışmalar vardı. Belki de şiddetsiz toplumun gizli formülü buralarda bir yerde gizlidir. Ayrıca yardımlaşma ve dayanışma inanılmaz güzeldi. Organizasyon bu denli zayıf ve düşüncesizlik bu denli had safhada iken katılımcılar için tek seçenek iyi geçinip yardımlaşmak oluyor sanırım.

6-      Yerli basın neredeyse hiç yoktu oysa yabancı basından birçok kişi vardı. Ayrıca bolca sanat-spor fotoğrafçısı benim de fotoğraflarımı çekti. Bir Fransız fotoğrafçı benle küçük çaplı röportaj yaptı ve Fransızca bilen bir pehlivan ile karşılaşmayı hiç beklemiyor olduğunu söyledi. Benim dışımda bir de elektrik-elektronik mühendisi İngilizce bilen bir pehlivan vardı. Yabancı basın ve fotoğrafçılar ile en çok ikimiz samimi olduk dolayısı ile.

7-      Küçük orta küçük boyda 2. Tura kaldım ve herkesin anons ile duyduğu şekilde 125 TL yolluk hak kettim. Ancak almaya gittiğimde kayıt olurken organizasyona kayıt ücreti ödemediğim-kayıt yaptırmadığım için bu parayı vermediler. Bu büyük bir saçmalık! Çeşitli yerlere başvurup işin doğrusunu öğrenmeye çalıştık ancak tutarlı bir cevap alamadık. Böyle bir durumdan güreş öncesi asla haberdar değildik. Daha sonra diğer pehlivan yakınları ile yaptığımız görüşmelerde bazı kişilerin bu hak edilmiş paraları cebe indirdiklerini, bırakın yollukları 1. Olanların ödül paralarını “siz gidin biz banka hesabınıza yatıracağız” diyerek iç ettiklerini öğrendik. Ne diyeyim?.. Neyse demeyeyim.

Şimdilik aklıma gelenler bu kadar. Genel olarak görüntü, organizasyonu yapan Elmalı Belediyesi kaynaklı (gizli) bir grubun bol bol şov yapıp her şeyin mükemmel olduğunu bangır bangır bağırması sırasında bu karmaşa ortamında er meydanına çıkabilmiş birkaç sporcunun tutku ile sevdikleri işi yapabilmek amaçlı birbirlerine kenetleniyor oluşları idi.

Ağalar, beyler ve mal-mülk sahipleri ve minik paragöz çakallar; sahada dövüşen kişiler üzerinden rant ve prestij sağlıyorlar. Organizasyon o denli rezalet ki daha yüzlerce katılımın olması mümkün iken bu asla gerçekleşemiyor. 1.000 yıl önce Romadaki gladyatör dövüşlerinin ruhu aynen burada yaşıyor ve insan kendini kölelik döneminde hissediyor. Hatta bazılarımızın aramızda konuştuğu gibi, “büyük ihtimalle 100 yıl önce organizasyon bundan kat be kat iyi idi.”

Durulmuş öfkem ile bunları yazmış olayım şimdilik ve yazıyı, cazgırın tam yanımda ünlediği şu mani ile bitireyim:

Arabistan’dan getirdik aşı, hurmayı.

Mehterler çalar davulla zurnayı

Şahin de güççüktür amma

Gökten indirir turnayı.

 

Hakan Ozan Erzincanlı

Pehlivan

09.09.2013

 

[Özel Haber] Sera Gazı salımlarında ilk üç: Çin, ABD ve Gıda israfı

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü tarafından yayınlanan “Gıda İsrafının Ayakizi” raporu, çöpe giden gıdalardan yıl boyunca yayılan sera gazlarının 3.3 milyar ton CO2 eşdeğeri olduğunu ortaya koydu.

11 Eylül Çarşamba günü Roma’da düzenlenen bir basın toplantısı ile tanıtılan rapor gıda israfının çevresel etkilerinin incelenmesi açısından bir ilk olma özelliğini taşıyor. Tarladan son kullanıcıya, tüm gıda tedarik zincirinin kapsayan rapor çevresel etkileri incelemenin yanında, bu israfın hangi kaynaklarda ve hangi ürün gruplarında oluştuğunun da belirlenmesini hedefliyor.

2050 yılında beklenen 9 milyar insanı besleyebilmesi için mevcut gıda üretimini %60 oranında arttırması gereken dünyada her gece 870 milyon insan yatağa aç giriyor. Buna karşın israf edilen gıda miktarı korkunç boyutlarda. Gıda ve Tarım örgütünün verilerine göre her sene 1.3 milyar ton gıda üretimden tüketime kadar olan zincir içerisinde bir şekilde israf oluyor. Bu israfın %54’ü tarladan işleme tesislerine kadarki süreçte, kötü hasat yöntemleri ya da depolama sorunları nedeniyle gerçekleşirken, %46’lık kısım gıda işleme tesislerinde, ürünlerin satış noktalarına ya da tüketiciye taşınması sırasında ve son olarak tüketicilerin elinde gerçekleşiyor. Gelişmiş ülkelerde israfın daha büyük bir kısmı tüketici tarafında yaşanmasına karşın, gelişmekte olan ülkelerde üretim sürecindeki kayıplar daha büyük rol oynuyor.

Kayıpların ekonomiye getirdiği fatura hayli yüklü. Gıdayla birlikte israf edilen ekonomik değer tam 750 milyar dolar, yani İsviçre’nin GSMH’sına eşit.

Raporun çevresel etkiler konusundaki bulguları tarım ve gıdanın neden çevre mücadelesinin en önemli alanlarından birisi olması gerektiğini ortaya koyuyor. İsraf edilen 1.3 milyar ton, ekili tarım arazilerinin %28’inde yapılan tarım faaliyetlerinin boşa gitmesi anlamına geliyor. Tarım arazisi olarak kullanma bahanesinin dünyanın dört bir yanında ormanları nasıl katlettiği düşünülürse bu israfın önüne geçmenin biyoçeşitliliğin korunmasına ve ekolojiye getireceği faydaları tahmin etmek mümkün.

Su kullanımı konusunda da israf edilen gıdalar çarpıcı rakamlara dönüşüyor. Yıl boyu israf edilen gıdaları yetiştirmek, işlemek ve ulaştırmak için harcanan su Avrupa’nın en uzun nehri olan Volga’nın yıllık su akışına eşit, yani 250 km3. Bu kadar su tüm dünyanın mesken su ihtiyacını karşılayacak boyutta.

İsrafın bir diğer boyutu da iklim değişikliği ile ilgili. Kullanılamayan gıdaların üretimi, işlenmesi, taşınması için kullanılan enerji nedeniyle açığa çıkan sera gazları, israf edilen gıdaların çürümesi nedeniyle ortaya çıkan sera gazlarıyla birleştirildiğinde yıllık 3.3 milyar ton CO2 eşdeğeri sera gazının gıda israfı nedeniyle atmosfere salındığı ortaya çıkıyor. Bu demek oluyor ki “Gıda İsrafı” isimli bir ülkemiz olsaydı, sera gazları salımı konusunda bu ülkeyi geçebilen sadece iki dev olacaktı: ABD ve Çin

Konu ile ilgili konuşan Gıda ve Tarım Örgütü yöneticisi José Graziano da Silva “Çiftçiler, balıkçılar, gıda üreticileri, süpermarketler, yerel yönetimler, hükûmetler ve tüketiciler; hepimiz gıda tedarik zincirinde israfın oluşmasını engelleyici değişiklikler yapmalı ve israfa engel olamadığımız yerlerde yeniden kullanım ve geri dönüşüm yollarına başvurmalıyız” çağrısında bulunurken, örgüt önerilerini üç başlık altında topluyor.

1)      Gıda İsrafını Kaynağıda Engelle: Sadece daha iyi hasat ve depolama yöntemleri geliştirmekle sınırlı kalınmamalı, arz-talep dengelerini analiz edereken daha iyi planlama yapılan bir atılım gerçekleştirilmeli.

2)      Tekrar Kullanıma Sok: Satışa uygun olmadığı düşünülen ürünler ikincil pazarlarda kullanıma sokulmalı (meyve reyonunda satılmayan meyvelerin meyve suyu yapımında kullanılması gibi) veya ihtiyaç sahiplerine ulaştırılarak çöpe gitmekten kurtarılmalı. İnsan kullanımı için hiç bir şekilde elverişli olmayan ürünler hayvan yemi olarak kullanılmalı.

3)      Kurtar ve Geri Dönüştür: Çöpe gidecek gıdaları toplayarak kompost, biyogaz gibi ürünlere dönüştürecek uygulamalar yaygınlaştırılmalı.

Rapor ile beraber israfı önleyecek yöntemlerle ilgili uygulanmakta olan başarılı örnek projelerin yanı sıra tüketicilere de yol gösteren bir araç kiti kitapçığı hazırlayan Gıda ve Tarım Örgütü’nün raporunu özetlediği videoyu da izleyebilirsiniz.

 

http://www.youtube.com/watch?v=IoCVrkcaH6Q

.

Haber: Bora Kabatepe

(Yeşil Gazete)

 

 

Melek Kobra’nın sıradışı hayatı Sahne Cihangir’de

Tiyatro Boyalı Kuş’un yeni oyunu Melek yarın (13 Eylül Cuma) İstanbul’da, Sahne Cihangir’de perde diyor. Yeşim Koçak’ın oynadığı tek kişilik oyun, topluluğun bu sezon sahneye koyduğu ilk yeni oyun olacak.

Türkiye’nin ilk profesyonel feminist tiyatro topluluğu olan Tiyatro Boyalı Kuş 13 yıldır sahnelediği oyunlarla ve düzenlediği etkinliklerle Türkiye tiyatrosuna yeni bir dil kazandırdı. Boyalı Kuş, bu kez tiyatro, sinema ve opera oyuncusu Melek Kobra‘nın sıradışı hayatını konu alan bir oyunla seyirci karşısına çıkıyor.

Melek, ilk kez 13 Eylül Cuma günü, saat 20:30’da, Sahne Cihangir‘de seyirci karşısına çıkacak.

Melek Kobra'yı Yeşim Koçak canlandırıyor

Ünlü besteci Muhlis Sabahattin Ezgi‘nin kızı Melek Kobra’nın yaşamını konu alan Melek, tek perde olarak sahnelenecek. En ünlü kadın bestecilerden Neveser Kökdeş‘in yeğeni, Türkiye ve dünya güzeli Keriman Halis Ece‘nin kuzeni, dublaj kralı olarak bilinen Ferdi Tayfur‘un eşi, Süreyya Opereti’nin primadonnası ve Gülriz Sururi’nin annesi Suzan Lütfullah‘ın en yakın arkadaşı Melek’i Yeşim Koçak canlandırıyor. Rüstem Ertuğ Altınay‘ın yazdığı oyunu, topluluğun sanat yönetmeni Jale Karabekir sahneye koymuş.

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nden mezun olan Yeşim Koçak, 11 yıl Kent Oyuncuları’nda görev aldı. 2002’de Çözüm adlı oyunla, Vasfı Rıza Zobu Ödülü’ne, Afife Tiyatro Ödülü‘ne (Yeni Kuşak Başarılı Kadın Oyuncu), Magazin Gazetecileri Derneği Ödülü’ne ve Avni Dilligil Ödülü‘ne (Umut Vadeden Kadın Oyuncu) layık görüldü. Bugüne kadar Anna Karenina, Mutfak Söyleşileri, Marat Sade, Mefisto ve Martı gibi önemli oyunlarda oynadı. 2010 yılında Tiyatro Boyalı Kuş’un “Ophelia’yı Kim Öldürdü”, 2012 yılında ise “Matmazel Julie” adlı oyunlarında rol aldı. Bir çok film ve diziden de aşina olduğumuz Koçak, halen İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oyuncu, İstanbul Aydın Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde de öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Melek Kobra (1915-1939) kimdir?

Tiyatro, sinema ve opera oyuncusu.  Tanınmış operet bestecisi ve emprezaryosu Muhlis Sabahattin Ezgi’nin kızı olan Melek Kobra, 15 yaşındayken Cumhuriyet gazetesinin açtığı bir güzellik yarışmasına girerek hayata atıldı ancak bu yarışmada dereceye giremedi.Kendisi Türkiye’nin ilk dünya güzeli olan Keriman Halis’in de kuzenidir. İlk olarak 1931 yılında babasının oluşturduğu Muhlis Sabahattin’in Çocukları” adlı toplulukta operetlerde sahneye çıktı. Daha sonra Darülbedayi’ye giren sanatçı, Toto Karaca, İsmail Dümbüllü, Şevkiye May gibi isimlerle çalıştı, ünlü Ayşe Opereti’nde Ayşe rolünü oynadı. Bu süreçte, seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur ile evlendi. 1932 yılından sonra, babasının, Muhsin Ertuğrul’un filmlerine müzik yapmaya başlamasıyla, kamera karşısına da geçerek sinemada oyunculuk yaptı. Söz Bir Allah Bir (1933), Milyon Avcıları (1934) rol aldığı filmlerdendir. Milyon Avcıları filmi çekimlerinde Adalet Cimcoz’un erkek kardeşi Ferdi Tayfur ile tanıştı ve evlendi. Eşi Ferdi Tayfur’un uyuşturucu bağımlılığından da etkilenerek uyuşturucu kullanan Kobra, yaşamında “Ezgi”, “Tayfur” ve en son kendi seçimi olan “Kobra” soyadlarını kullandı. Ferdi Tayfur ile boşanmalarının ardından Muhsin Ertuğrul’un Kral Lear rolünü oynadığı aynı isimli oyunda ağzından kan gelmesi üzerine tüberküloz olduğu belirlenmesiyle, sahneden uzaklaştı. Cerrahpaşa Hastanesi ve Yakacık Sanatoryumu’nda gördüğü tedavilerin ardından yaşamını yitirdi. Ölümünden 69 yıl sonra, anı defterleri, Gökhan Akçura tarafından “Hatıratım” adıyla kitaplaştırıldı.

GÖSTERİM PROGRAMI
TARİH:
13, 20, 27 Eylül 2013 Cuma, 04, 10, 21, 25 Ekim Cuma SAAT: 20:30
YER: Sahne Cihangir
ADRES: Ağa Hamamı Caddesi Taktaki Yokuşu 2B Firüzağa Cihangir/İstanbul
(Firüzağa Camii ve Kahvesi arkası, Ağa Bilardo yanı)
TEL: 0212 245 21 09 / 0542 477 27 53 E-POSTA[email protected]
Bilet Satış noktaları: Mybilet (www.mybilet.com) ve Sahne Cihangir

MELEK
Yazan:
Rüstem Ertuğ Altınay
Reji:
Jale Karabekir
Oynayan:
Yeşim Koçak
Dramaturg: Nelin Dükkancı
Koreograf: Gökmen Kasabalı
Kostüm Tasarım: Burcu Rahim
Işık Tasarım: Erdem Çınar

(Yeşil Gazete)

Yeşiller/Sol: 12 Eylül’ü aşmak için

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi 12 Eylül darbesinin yıldönümünde ülke çapında yapılan gösterilere katıldı ve bir bildiri yayınlayarak Anayasa Uzlaşma Komisyonunu yeni bir anayasa yazılması konusunda göreve çağırdı. Demokratik bir Türkiye’nin inşası için 12 Eylül’ü aşmak gerektiği vurgulanan açıklama şöyle:

 

33 yıl sonra 12 Eylül’ü aşmak, ancak getirdiği düzenlemelerden kurtulmakla mümkündür

12 Eylül Darbesi’nin 33. yılında, halen darbe ürünü antidemokratik kurumlar, yasalar ve düzenlemelerle yönetiliyoruz. Darbecilerin atadığı memurlarca yaptırılan anayasadan halen kurtulamadık.

Günümüzde, antidemokratik uygulamaların toplumda yarattığı mağduriyetler, Kürt sorununun derinleşmesi, 30 yıldır süren adı konmamış ve 50 bine yakın insanın canını yitirdiği savaş, hak ihlalleri, işçi haklarının gaspı, örgütlenmenin önündeki tüm engeller, düşünce ve ifade hürriyetinin daraltılmasının her geçen gün beyinlerimizde yarattığı tahribat, bu darbe anayasasının sadece bazı pratik sonuçlarıdır.

2010 yılında Anayasa’nın Geçici 15. Maddesi’nin kalkmasından sonra darbeyi gerçekleştiren generallerden hayatta kalan ikisi hakkında dava açıldı. Darbenin diğer bazı iştirakçileri ve işkencecileri hakkında açılan soruşturmalar ile darbe döneminde işlenen insanlığa karşı suçların soruşturmaları halen devam ediyor. Ne yazık ki, 30 yıl sonra açılan bu dava ve soruşturmalar, halkın geniş kesimi ve özellikle sol tarafından hak ettiği şekilde sahiplenilmiyor.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak, 12 Eylül darbesi ile hesaplaşmanın önemli bir parçası olan 12 Eylül davası ve süren soruşturmaların takipçisi olduk, sonuna kadar da takipçisi olacağız. Darbe suçunu işleyen, yüzbinlerce insanı işkence tezgâhlarından geçiren ve onlarca masum gencin işkencede, idam sehpalarında ölümünü masa başlarından izleyen darbecilerin ve destekçilerinin hak ettikleri cezaya çarptırılmaları için yargılanmaları bizim için önemlidir. Bu davalar sonunda, 12 Eylül döneminin haksız, hukuksuz yargılamalarının yok sayılması gibi, ‘12 Eylül Suçu’nun doğurduğu mağduriyetlerin bir kısmının giderilmesi olanağı ortaya çıkacaktır.

Demokratik bir Türkiye’nin inşası için 12 Eylül’ü aşmak gerekiyor. 12 Eylül’ü aşmak, bir yandan yaşattığı pratik sonuçların yargısal mahkumiyetini sağlamak için çabalamakla, diğer yandan da darbe anayasasının tüm külliyatı ile birlikte yerini yeni bir anayasaya bırakması için mücadele etmekle mümkün olabilecektir.

TBMM’de uzunca bir zamandır Anayasa Uzlaşma Komisyonu eliyle yeni anayasa için çalışmalar yürütülüyor. Komisyon çalışmalarındaki dönem dönem tıkanan, dönem dönem kimi maddelerde uzlaşılarak gelinen aşama, ülkede yaşayan halkların ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Yine de cesaretle yeni anayasa yapılması çalışmalarını destekliyoruz ve sonuç alınmasını talep ediyoruz. Bu topraklarda yeni bir anayasanın gerekliliğini hayatın dayattığı açıktır.

Ülkenin siyasal sorunlarının çözümü, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yollardan, eşitlik ve özgürlük temelinde sonuca bağlanması, ülkede yaşayan Sünni-Alevi ve gayri Müslim tüm yurttaşların kendilerini eşit ve özgürce ifade edebilecekleri, hissedecekleri bir siyasal iklimin tesisi için de yeni bir anayasa zorunludur.

Bu anlamda Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nu tıkayanlara çağrımızdır:

Size oy veren ve aynı ülkede yaşayan tüm vatandaşların ihtiyaçlarını görmezden gelmeyi bırakın. Anayasal sistemin inşası hiçbir partinin tekelinde değildir. Anayasa bir mutabakatlar belgesidir ve tüm yurttaşların taleplerini, ihtiyaçlarını ve geleceği ile ilgili demokratik düzenlemeleri içeren bir yasalar toplamıdır.

Bu ülkede yaşayan insanların, farklı dil, kültür, kimlik ve inanç gruplarından olduğunu görün ve bunun bir kriz değil zenginlik yarattığını anlayın. Bu farklılıkların anayasal güvenceye alınmasını ve tanınmasını sağlayın. Dayanışmacı, eşitlikçi, özgürlükçü, ekolojik, sosyal bir anayasa ile ortak bir geleceği inşa etmek mümkün olabilir.

Bir dili, kültürü veya inancı bir başkasına üstün görerek; bir halkı bir başka halka egemen kılarak, bir siyasi topluluğu başka bir siyasi topluluğun belirleyeni olarak değerlendirerek bu ülkede barışın ve gönüllü birlikte yaşamanın temini mümkün değildir.

Anadilinde eğitim, anayasal ve eşit yurttaşlık hakkı, laiklik gibi ilkelerin tartışılmasının bile çağdışı olduğunu ve meselelerin çözümünden çok derinleşmesine yol açtığını görmek gerekir.

Anayasa çalışmaları yapılırken, 12 Eylül’ün başımıza tebelleş ettiği ve 30 yılı aşkın süredir bu ülkede siyaseti tıkayan tüm maddelerin samimiyetle ve cesaretle üzerine gidilmeli, anayasanın başlangıç bölümüne ve ilk 4 maddeye dokunarak anayasa yazımına devam edilmelidir.

Yeni bir anayasa, ancak yeni bir anayasa yapmakla mümkün olabilir.

Bir daha 12 Eylül benzeri dönemlerin yaşanmamasının tek garantisi demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adaletin tesis edilmesidir. 33 yıl sonra bir kez daha, 12 Eylül askeri darbe dönemini yaşatan asker ve sivilleri, o dönemi destekleyenleri, onun parçası olarak işlev görenleri ve o politik zihniyetleri lanetliyoruz.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüleri

Sevil Turan- Arif Ali Cangı

‘İzmir’in Çatısı’nda çatışma sürüyor

Deneme izni iptal edilmesine rağmen çalışma ruhsatı verildiği gerekçesi ile dava açılan Efemçukuru Altın Madeni İşletmesi ile çevrecilerin İzmir 3. İdare Mahkemesi’ndeki duruşması dün gerçekleşti. İzmir 9 Eylül gazetesinden Figen Bucan Bilem’in haberine göre İzmir-Bergama, Eşme, Sivrihisar, Havran/Küçükdere Elele Hareketi’nin dönem sözcüsü Dr. Oya Otyıldız, Güzelbahçe Güzelleştirme Derneği (GÜLDER) ve Elele Hareketi üyelerinin katıldığı davada, yıllardır pek çok dava açılan altın madeninin bölgeyi terketmesi talep edildi.

İzmir 1’inci İdare Mahkemesi, İzmir İl Özel İdaresi tarafından 1 Haziran 2011 tarihinde Tüprag Metal Madencilik Şirketi’ne verilen Efemçukuru Altın Madeni deneme iznini iptal etmiş, davayı açan İzmir-Bergama, Eşme, Sivrihisar, Havran/Küçükdere Elele Hareketi üyeleri bu kararın ardından madenin işyeri açma ve çalışma ruhsatının da iptal edilmesi için yeni bir dava açmıştı. Dün İzmir 3. İdare Mahkemesi’ndeki davada altın madeninin çevresel etkileri davacı avukatlar ve Tüprag Metal Madencilik şirketinin avukatları tarafından mahkeme heyetine anlatıldı. Elele Hareketi üyesi ve avukatı Arif Ali Cangı deneme izninin iptal edilmesiyle 24 Mayıs 2012 tarihinde verilen 1’inci sınıf işyeri açma ve çalışma ruhsatının iptali için dava açtıklarını belirterek yaptığı savunmada İzmir’in çatısı olarak bilinen Efemçukuru’ndaki altın madeninin İzmir’in su havzalarını kirlettiğine ve geleceği yok ettiğine dikkat çekti.

RAPOR ÇÜRÜTÜLEMEZ

Cangı, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun ‘Efemçukuru yok edilirse, İzmir göçmek zorunda kalır’ dediğini hatırlatarak, “Bu kentin geleceği, çocuklarımızın geleceği için bu dava çok önemli. Dokuz Eylül Üniversitesi Jeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Gültekin Tarcan’ın bilirkişi raporunda altın madeninin dereleri etkileyeceği, toprakta yüzyıllardır uyuyan arseniğin ortaya çıkacağı ve yeraltı ile yerüstü sularına karışacağı tespitleri var. Biz, bu raporları çürüten rapor alın, çevreye zarar vermediğine inanalım dedik ama hala bir rapor yok. Hiçbir idare bu raporu çürütecek rapor alamadı, çürütemeyeceği için de alamaz. Madenin bölgedeki organik tarımı da bitireceğine dair rapor var ama onu da çürüten bir rapor yok. Bütün bunlar olduktan sonra neye yarar? Madenin denetimlerini İl Özel İdaresi yapıyor. Kurumun bu denetimi yapacak uzmanı var mı, cihazı var mı? Ben bunu öğrenmek istiyorum, beni bu konuda İl Özel İdaresi aydınlatsın” dedi.

YİNE DE UMUDUMUZ VAR

Madenin kapasitesinin arttığını, 73 hektardan 120 hektara çıkarıldığını ve süresinin de 15 yıl daha uzatıldığını belirten Cangı, Çamlı Barajı projesinin rafa kaldırılma nedenin de altın madeni olduğunu savundu. Cangı şunları açıkladı: “Çünkü hem Çamlı Barajı hem de altın madeni aynı yerde olamaz. İşletme faaliyete başlayalı sadece 3 yıl geçti ve yörede balıklar, keçiler, atlar ölüyor. İZSU balık ölümleriyle ilgi verdiği raporda suda asit olduğunu tespit etti. Şirketin kâr etmesi davamızın konusu değil. Ancak İzmir’in su kaynağının kirlenmesi gibi ciddi bir risk var. Ruhsat iptal olursa yaşamın savunulması açısından ciddi bir kanıt olacak. Dava kazanılırsa sorun çözülecek diye bir sonuç beklemiyorum. Çünkü Bütünşehir Yasası ile tüm yetkiler Büyükşehir’e devredildi. Bir tek madencilik ruhsatlarının Valilik tarafından verilmesi kabul edildi. Çünkü madenciler yetkinin Büyükşehir’e geçmesini istemedi. Sorumluluk Büyükşehir’de, yetki Vali’de olacak. Neden? Çünkü merkezi yönetim madenciden yana. Bizim yine de umudumuz var, umut olmadan nasıl yaşarız?”

YAŞAM HAKKI YASALARIN ÜZERİNDE

Elele Hareketi kurumlarından İzmir Tabip Odası’nın Avukatı Abdullah Rıza da yaptığı savunmada mahkeme heyetinin yerinde olmak istemeyeceğini, çünkü heyetin İzmir’in geleceğine karar vereceğini söyledi. Rıza, “Anayasa’nın yaşam hakkını savunan 17. ve 56. maddeleri var. Kanun da, yönetmelik de yaşam hakkından sonra gelir. Altın madenleri bugün hep üçüncü dünya ülkelerinde faaliyet gösterir” dedi. İki tarafın da dinlenmesinin ardından sona eren mahkemenin 15 gün sonra verilecek kararı sonrasında çalışmalarını sürdüren maden işletmesinin çalışıp çalışmayacağı netleşecek.

YASAL İŞLER YAPIYORUZ KAFA KARIŞTIRMIYORUZ

Tüprag Metal Madencilik şirketine vekalet eden Avukat Şeyma Ataman ise altın madeninin her türlü yasa ile işlem yaptığını kafa karıştıran işler yapmadıklarını vurguladı. Ataman itirazlarında şunları söyledi: “Bilirkişi raporları ile madenin çevreye zararı olmadığını kanıtlayan yargı kararları var. Maden işletme ve ÇED raporu yönünde kişisel görüşlere dayanarak yapılan savunmayı yargı kararı varken kabul etmiyoruz. Çalışma ruhsatı aldığımız zaman mülkiyet problemimiz yoktu. Sağlık koruma bandımız içinde kalan ve arazisini satmayan Ahmet Karaçam’ın parsellerini dışarıda bırakarak, tesisimizi küçülterek sağlık koruma bandını tamamladık. Sağlık koruma bandında bir sıkıntımız yokken çalışma ruhsatımızın iptal istemini kabul etmiyoruz. Çamlı Barajı, DSİ’nin yıl içinde açıkladığı bilgiye göre uzun vadede programda yok. Dolayısıyla Çamlı Barajı’nın işletmemizin önüne bir engel olarak konulmasını da kabul etmiyoruz. Çevre kirliliği ile ilgili iddiaları da kabul etmiyoruz. Çünkü denetimlerimiz yapılıyor ve dosyamızda var. Balık ölümleri ile ilgili çıkan su analiz raporu iddiaları desteklemiyor. Keçi ölümüyle ilgili ne bize ne Tarım İl Müdürlüğü’ne bir şikayet olmadı. Sadece gazetecilere açıklama yapıldı. İşletme olarak sosyal ve ekonomik açıdan bulunduğumuz bölgeyi kızları okula yollayarak, bağcılıkta verimi artıracak tarım uygulamalarını öğreterek, istihdam sağlayarak örnek oluyoruz.”

Figen BİCAN BULAM – İzmir 9 Eylül

Belediyelerin bakana değil, özerkliğe ihtiyacı var – İkbal Polat

Yerel seçimlere doğru adım adım ilerliyoruz. Yerkürenin en muhteşem kent isyanı olan Taksim Gezi Parkı direnişi ise hala sokaklarda sürüyor. Büyük kent sokaklarında bir yandan direniş sürerken, diğer yanda da yerel seçimlere yönelik adaylıklar konuşuluyor.

Bu seçimlerin ayrıcalıklı bir yanı olacak gibi görünüyor. Bu ayrıcalığın sebebi de AKP’nin şu ünlü tüzüğünde yer alan üç dönem maddesi. Bu madde değiştirilmezse, şu an mecliste bulunan toplam 73 milletvekilinin 2015 genel seçimlerinde aday olmayacağı söyleniyor. Ve bunların bir kısmı da bakan. Hal böyle olunca AKP, tekrar görev alamayacak bakanlarını yerel seçimlerde değerlendirmek isteyecektir. Nitekim de buna dair haberler yayınlanmaya başladı.

Bu durumda, kimin nereye aday olacağından daha öte, yerel siyaset açısından değişik bir durum var. AKP’nin bu tüzük maddesiyle, yerel siyasetin şekillenmesi açısından bugüne kadar olanın tam tersi olacak gibi. Bildiğiniz üzere Türkiye’de yerel yönetimler merkezi siyasete atlamanın bir basamağı olarak görülür ve kullanılır. Önce belediye başkanı ya da belediye meclisinde görev alır, yerel siyasette “kariyer” yapar sonra da vekilliğe, bakanlığa hatta başbakanlığa sıçrarsınız.

Yerel yönetimlere bakış da da merkezi siyaset hedef alınarak oluşturulur. Çünkü amaç belli, bakan ya da başbakan olmak. Belediye başkanı olduktan sonra bakan koltuğu hedeflenerek yerelin sorunlarıyla ilgilenilir. Bu amaçla yapılan yerel siyaset de bugünün toplumsal yapısını ve yerel yönetim anlayışını şekillendiriyor: Merkeze endeksli bir yerellik anlayışı.

Yerel yöneticiler merkeze endeksli bir yerel siyaset yaptıkları için, yerel yönetimlerin merkezi idarenin vesayeti altında olmasını da sorun etmiyorlar. Var mı bir belediye başkanı çıksın da “Anayasa’nın 123., 125. 127. maddelerine göre vesayet rejimi altında yerel yöneticilik yapıyoruz, bu çağdışı, yerel demokrasinin dinamiklerine ters” desin. Demez…

Şimdi bunun tersi bir süreç bizi bekliyor. Merkezi yönetimde 3 dönem siyaset yapmış aktörler yerellerde seçilmek için çalışacaklar ve seçildikten sonra da yerel yönetimi şekillendirecekler. Bu durumun yaratacağı sonuçları düşünelim. Yerellerin güçlenmesini sağlayacaktır. Ağzını açıp kendi yerelindeki olup biteni savunamayan belediye başkanları yerine bakanlık yapmış merkezden gelen aktörleri görebiliriz.

Halkımızın bu duruma bakışı nasıl olur diye düşününce, olumlu olacaktır diye düşünüyorum. Zira halkımız yerel yönetimlerin güçlenmesinden yana. Kentlerin hali ortada. Özellikle dönüşüm süreçleri açısından inanılmaz bir beceriksizlık yaşanıyor. Yerelin sorunlarını çözemeyen yönetimler söz konusu. Belediyeler, halkların, kadınların, gençlerin, engellilerin, LGBT’lilerin, farklı toplumsal kesimlerin taleplerini karşılayamıyor. Uluslar arası normlardan uzak yaşanamaz ve her geçen gün doğayı katlederek büyüyen kentlerimiz var.

Bu kentlerin sorunlarının çözümü için güçlü yerel yönetimlere ihtiyaç var. Lakin AKP, güçlü yerel yönetimlerin yolunu açacak yasal ve yapısal dönüşümler yapmak yerine güçlü belediye başkanları bularak sorunu çözmeye çalışıyor. Halbuki bu durumda da sorun devam edecektir. Temel sorun, yerellerin demokratikleşmesi sorunu. Çünkü merkezden gelen bu aktörler demokrat değiller. Güçlü ama demokrat olmayan aktörlerle başbaşa kalacağız gibi görünüyor. Önümüzdeki dönem eğer halkımız duruma müdahale etmezse yerel olmayan, demokrat olmayan ama muktedir olan merkezin insanlarının yöneteceği yerel yönetimler olacak.

Özetle yerellerin güçlenmesi lazım ama ‘bu güçlenmenin nasıl olacağı’dır esas meselemiz. Merkezin, güçlü, becerikli, iş bitiren, eski bakanlarıyla kentler dönüşerek yeni zenginlerini ve yeni yoksullarını mı yaratacak; yoksa katılımcı, demokratik, mekanizmalarla sağlıklı, sürdürülebilir kentlerde yaşayan eşit, adil, özgür bireyler mi yaratılacak? 2014 Yerel Seçimlerinde bu ayrımın kavgasını yaşayacağız, mücadeleye devam.

İkbal Polat – www.turnusol.biz

İkbal Polat