Ana Sayfa Blog Sayfa 4142

Gizem Akhan’ın tutukluluğu devam

 

19 Eylül’de Greenpeace’in barışçıl eylemi sırasında Ruslar tarafından göz altına alınan Gizem Akhan’ın kefaletle serbest bırakılarak tutuksuz yargılanması talebi mahkeme tarafından reddedildi.

Göz altında bulunan 30 kişi arasında kefaletle serbest bırakılması reddedilenlerin sayısı 13’e çıkmış oldu. Diğer 17 kişi hakkındaki kararların da önümüzdeki günlerde açıklanması bekleniyor.

Şu an göz altında bulunan 30 kişi de korsanlıkla yargılanıyor. Eğer bu suçlama cezaya dönüşürse, Rusya ceza hukukuna göre 15 yıla kadar hapis getirebiliyor. Murmansk’ta bulunan Lenin Bölge Mahkemesi, soruşturma devam ederken, bu 30 kişinin en erken 24 Kasım’a kadar gözaltında kalabileceğine karar verdi. Greenpeace avukatları ise gözaltında yargılanma kararına itiraz etti.

‘Kızımın yanındayım’
Gizem Akhan’ın annesi Tülay Akhan, bu hafta başında Türkiye kamuoyuna yazdığı mektupta herkesi Gizem’in ve Rusya’da göz altında bulunan diğer 29 kişinin serbest bırakılması için destek olmaya çağırmıştı. Kuzey Buz Denizi’nde petrol sondajı yapmaya çalışan Gazprom adlı şirkete karşı barışçıl bir protestoda yer aldığı için kızının elleri kelepçeli, demir parmaklıklar ardında yargılanması karşısında yaşadığı şoku dile getiren Akhan, “dünyanın geleceği için hepimiz adına adımlar atan, yollara düşen, dirayetli duran bu insanlar ceza almamalılar. Bu bayram yanımda olamasa da ben kızımın yanındayım” dedi. Gizem’in kendisine yazdığı mektuptan da söz eden Tülay Akhan, Gizem’in mektubunda “Dünyanın her yerinden bize mesajlar göndermişler, dün okuduk. Güney Afrika, Amerika, Meksika… Arkamızdaki desteği, insanların bizim için çalıştığını duydukça rahatlıyoruz. İyi olduğunuzu, desteklediğinizi bileyim. Şu an için tek ihtiyacım olan bu” yazdığını söyledi.


Dünya çapında destek büyüyor
Rusya’da göz altında bulunan 28 eylemci, 1 serbest fotoğrafçı ve 1 kameramanın serbest bırakılması için bugüne dek dünya çapında 1 buçuk milyona yakın insan Rusya büyükelçiliklerine mektup gönderdi.

[Yesil Sahaf] Çevre cephesinde yeni bir şey yok…

Dün kaybettiğimiz Oktay Ekinci’nin önemli çalışmalarından Çevreciliğin ABC’si kitabı hakkında 2 Şubat 2012 tarihinde Barış Gencer Baykan’ın yazdığı tanıtım yazısını yeniden yayınlıyor ve Oktay Ekinci’yi bir kez daha saygıyla anıyoruz.

***

Çevre konusunda geçmişte yazılmış kitapları okumak hoşuma gidiyor. Kitabın yazıldığı yıllarda çevrenin durumunu bugün ile karşılaştırma imkanı veriyor. Dönemin çevre sorunları  neler, ilk nerede ve ne zaman gündeme gelmişler, nasıl çözümler önerilmiş ve hangi aktörler öne çıkmış? Sorunların ve çözümlerin bugüne yansıyan yönleri? 16 yıl önce Oktay Ekinci tarafından yazılan Çevreciliğin ABC’si kitabını bu gözle okudum. Üzülerek farkettim ki Türkiye’de son 20 yıldır aynı çevre sorunları etrafında dönüp duruyormuşuz. Ekinci’nin kitabı bunlardan birkaçına değinmiş: Termik santraller,iklim, nükleer santral ve kültürel varlıklar.

Mine G. Saulnier (Kırıkkanat) 17 Haziran 1990’da Cumhuriyet’e Madrid’ten şu haberi geçiyor.” Türkiye’de termik santraller kuşağı kurulmaya çalışırken  AT (Avrupa Topluluğu) ülkeleri çevre kirliliğne yol açan bu tür enerjiden vazgeçilmesi için yoğn bir çaba içinde.” Haberde “İklim Değişimi Üstüne Dünya Anlaşması”nın onaylanması halinde AT üyelerinin karbondioksit emisyon oranlarını durdurmak zorunda kalabileceği belirtilmiş.  Yıl 2010. Türkiye’de kömürle çalışacak yapım ya da planlama aşamasında 47 yeni termik santral var. En kirli ve iklimi en çok değiştiren yakıtla çalışacak termik santraller. Termik cephesinde yeni bir şey yok…

Aynı değişmez durum nükleer konusunda da sözkonusu. Kitap yazılırken Akkuyu nükleer santrali için son hazırlıklar tamamlanıyormuş. 1993 yılında kurulan Nükleer Karşıtı Platformu (NKP) “gelecekten sorumlu herkese” açık mektup yazmış. “Kuruluşu, zenginleştirilmiş yakıtı, elemanları ve işletmesiyle dışa bağımlı, kaynağı sınırlı, teknolojisi oturmamış; merkeziyetçi, gizlilik gerektiren, pahalı ve 40 yıldır hiçbir teknolojinin halledemedeği radyoaktif atık özürlü nükleere santrallere milyarlarca dolar yatırılabilir mi? Nükleer cephesinde de değişen bir şey yok. Yıl 2010 Rusya ile Akkuyu’da nükleer santral yapması için anlaşmaya varıldı. Sinop’taki santrali Kore mi Japonya mı yapsın diye pazarlık ediyoruz.

1992 Rio Zirvesi’nde Türkiye, OECD’nin gelişmiş ülkeler kategorisine alınmış olması sebebiyle İklim Değişikliği Sözleşmesi’ne imza atmamış. Çok şükür 2008’de 184. ülke olarak Kyoto Sözleşmesine taraf olduk ama Kopenhag mutabakatına imza atmadık ve Aralık ayında Cancun’da yapılacak İklim Zirvesi’nde yükümlülük almamak için o kadar da gelişmiş olmadığımızı kanıtlamak ve özel şartlarımızı belirtmek için raporlar yazıyoruz, lobi faaliyeti yürütüyoruz. Bu arada dünyanın 17. büyük ekonomisi olduğumuzu ve 2023’te 10. olmayı hedeflediğimiz aramızda kalsın. İklim cephesinde de eski tas eski hamam.

Değişmeyen bir diğer mesele ise kültürel varlıkların korunması. Şu satırları okurken aklınıza Allianoi veya Hasankeyf gelmesi muhtemeldir. Muğla Köyceğiz’de antik Roma kenti Pisilis üzerine inşa edilen bir oteli açarken Turgut Özal:”Bu eski Roma duvarları mı güzel yoksa bu otel mi?” diye buyurmuş. Tarih 19 Temmuz 1989.

Kitapla ilgili son bir not: Ekinci “1972’lerin çevre bilincini ve insanlık duyarlılığını 21. yüzyıla taşımaya aday olduğunu ve güncelliklerini hep koruyacaklarını düşündüğü” iki sözleşmeye Çevreciliğin ABC’sinde yer vermiş.Bunlar  BM Çevre Konferansı Deklarasyonu ve Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunmasına Dair Sözleşme.

Çevreciliğin ABC’si
Oktay Ekinci
Simavi Yayınları
1994.

 

Barış Gençer Bayyan

twitter.com/#!/yesilgundem

Oktay Ekinci hayatını kaybetti

Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından TMMOB Mimarlar Odası Eski Genel Başkanı,  mimar Oktay Ekinci(61) beyin kanaması nedeniyle bir süredir yoğun bakımda tedavi gördüğü Alman Hastanesi’nde vefat etti.

Beyin kanaması nedeniyle Alman Hastanesi’nde bir süredir tedavi gören Ekinci dün akşam saatlerinde solunum ve kalp durması sonucu yaşamını yitirdi. Ekinci en son 13 Ekim’de Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısında hastane odasından gördüğü boğaz manzarasının nasıl tahrip edildiğini yazmıştı. (http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=446844&kn=68&ka=4&kb=5&kc=68)
Oktay Ekinci kimdir?

1952 yılında Balıkesir’de doğan Oktay Ekinci, Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık Bölümü’nde yüksek öğrenim gördü. Fatih Halkevi’nde yöneticilik; Akademi’de öğrenci temsilciliği görevlerinde bulundu. Mimarlar Odası’nın çeşitli kademelerinde yöneticilik görevlerinde bulunan Oktay Ekinci, ayrıca Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yaptı. Çok sayıda yayınlanmış kitabı bulunan Oktay Ekinci birçok ödülün de sahibiydi.

Mimarlar Odası’na uzun yıllar mesleğin farklı alanlarında önemli katkılarda bulunan, özellikle tarihi yapı ve çevrelerin korunması konusundaki kapsamlı çalışmaların öncüsü olan, doğa ve kültür değerlerinin korunması konusunda uzmanlaşan Oktay Ekinci, 1998-2002 ve 2004-2006 yılları arasında Mimarlar Odası Genel Başkanı olarak görev yapmıştı. 1980’lerden bu yana Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarı olarak sürekli yazılar yazan Ekinci 1993’den bugüne İstanbul, Erzurum, Antalya ve Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları’nda görev yapmıştı.

Oktay Ekinci 1995 yılı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başarı Ödülü, Mimarlar Odası’nın “Kayaköyü Barış ve Dostluk Köyü” kampanyasındaki etkin çalışmaları nedeniyle 1996 yılı Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü ve 2001 yılı Uluslararası Kültürel Varlıkların Restorasyonu ve Korunması Çalışmaları Merkezi (ICCROM) Onur Ödülü sahibidir.

Yeşil Gazete

‘Dünya adil beslenmiyor’

Almanya’daki Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü, 16 Ekim Dünya Gıda Günü öncesinde Berlin’de 2013 Dünya Açlık Endeksi’ni açıkladı. Örgütün verilerine göre, her yıl dünya genelinde 842 milyon kişi açlık çekiyor, bunun 7 milyonu ise açlık nedeniyle hayatını kaybediyor. Almanya merkezli örgüt, her yıl 16 Ekim Dünya Gıda Günü vesilesiyle bir dizi etkinlik düzenleyerek, açlık krizinin sebeplerine ve yanlış yürütülen politikalara kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışıyor. Örgütün bu yılki sloganı ise “Dünya adil beslenmiyor”.

Tüketiciye düşen görevler

FIAN adlı insan hakları örgütünden Roman Herre yanlış hammadde ve ihracat – ithalat politikalarının dünyanın güneyindeki küçük ölçekli çiftçileri dev firmalara bağımlı hale getirdiğini vurguluyor. İnsanların tüketim alışkanlıklarının durumu vahimleştirdiğine dikkat çeken Herre, tüketicilerin de sorunun çözümüne katkı sağlayabileceğini vurguluyor. Herre “Örneğin satın alacakları ürünün nereden geldiğine dikkat ederek alışveriş yapabilir. Ayrıca tüketim alışkanlıklarında kaynakların verimli kullanılması ve boş yere harcanmaması da önemli. Örneğin hepimiz biliyoruz ki, bir parça etin üretilmesi için 7 ya da 8 katı fazla gıdanın tüketilmesi gerekiyor. Zira et üretiminde yem ithalatına ihtiyacı var” diye konuşuyor.


Sanayi ülkelerine getirilen eleştiriler

Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü Başkanı Bärbel Dieckmann da gelişmekte olan ülkelerdeki çölleşme, sel felaketleri ve diğer afetlere karşı uzun vadeli stratejilerin geliştirilmesini talep ediyor. Gen teknolojisinin açlıkla mücadeleye yardımcı olmadığını kaydeden Dieckmann, aksine bunun, küçük çiftçilerin büyük firma ve tröstlere olan bağımlılığını artırdığına dikkat çekti. Sanayileşmiş ülkelerden kıtlık bölgelerine gıda ihracatı yapılmasını da eleştiren Dieckmann, kriz bölgelerindeki insanların bu gıda maddelerini alacak paraları olmadığını söylüyor. Dieckmann, acil yardımların kalkınma yardımları ile desteklenmesinin, bu bölgeleri olası felaketlere karşı koruyabileceğini dile getirdi.

Dieckmann’a göre sanayi ülkelerinin iklim değişikliğini de bir an önce frenlemesi gerek. Zira iklim değişikliğin doğuracağı sonuçlar gelecek yıllardaki kıtlığın en büyük sebebi olabilir.

“Çocuk ölümleri bir cinayet”
BM İnsan Hakları Konseyi üyesi Jean Ziegler, “Biz Onları Aç Bırakıyoruz: Üçüncü Dünya Ülkelerindeki Kitlesel Katliam” adlı kitabın da yazarı. İklim değişikliği ve mali krizlerin açlık sorununu tırmandırdığını belirten Ziegler, dünyada her sekiz kişiden birinin açlık çekmesini şöyle değerlendiriyor: “Çok absürt bir duygu. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün verilerine göre, dünya genelinde her 5 saniyede bir, 10 yaş altındaki bir çocuk açlıktan ölüyor. Hem de neredeyse dünya nüfusunun iki katını, yani yaklaşık 12 milyar insanın karnını, kolayca doyurabilecek bir gezegende. İşin tuhaf yanı da işte burası. İnsanlık tarihinde artık nesnel bir kıtlık söz konusu değil. Sorun, gıda maddelerinin üretimi değil, onlara erişimdir. Şu anda biz bunları konuşurken bir çocuk daha ölüyor, bu cinayet.”

4 milyon Suriyeli gıda yardımına muhtaç

Küçük bedenler açlığa dayanamıyor

2013 Dünya Açlık Endeksi’nde, Burundi, Eritre gibi Afrika ülkelerinin yanında Madagaskar açıklarındaki ada ülkesi Komorlar’da açlığın ulaştığı boyut da dramatik olarak değerlendirildi. Raporda Suriye’de de devam eden iç savaş nedeniyle milyonlarca insanın açlıkla mücadele ettiğine dikkat çekiliyor. Dieckmann, “Elimizdeki verilere göre yaklaşık 4 milyon Suriyeli gıda yardımına muhtaç durumda” diye konuştu.

Ülkede her 4 haneden birinin her ayın ortalama 7 günü aç kaldığını söyleyen Dieckmann, çocukların açlıktan öldüğüne dair ilk raporların ellerine ulaştığını da sözlerine ekledi.

Deutsche Welle Türkçe

Muktedirlerin nükleer risk heyecanları – Ahmet İnsel

Türkiye’de hükümet çevreleri kol kola girmiş, Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde “Bir, iki, üç, daha fazla nükleer santral!” diye haykırarak, çocuklar gibi şen ilerlerlerken, dünyada “Şu nükleer santrallardan ne yapsak da bir an önce kurtulsak” endişesi büyüyor. 1986 Çernobil felaketi ciddiye alındı ama “Arkaik Sovyet teknolojisinin neden olduğu bir kaza” diyerek, üzerinde yeterince durulmadı. Bu felaketin yüzyıllar sürecek ölümcül radyasyon etkisi ve nükleer santral etrafındaki geniş bir bölgenin bütünüyle terk edilmiş hali bir müddet sonra unutuldu.
Yeniden biti kanlanan nükleer lobisi, başta Almanya ve ABD olmak üzere kıpırdamaya başladı.

11 Mart 2011’de gerçekleşen Fukuşima nükleer kazası, daha büyük bir şok etkisi yaptı. Bu kez kaza, teknolojide önde gelen, üretim süreçlerinde disiplin ve dikkati ile maruf bir ülkede olmuştu. İnanılmaz kaza, ortamı tersine çevirdi. Angela Merkel’in son seçim zaferinde, Fukuşima öncesinde kararlılıkla başlatmak istediği nükleeer enerji programını aniden iptal etmesi ve bütün nükleer santralları kapatma kararı vermesi önemli bir rol oynadı.

Fukuşima kazasının yarattığı büyük radyasyon kaçağı iki buçuk yıldan beri var gücüyle devam ediyor. Geçen hafta, santralı işleten Tepco firması, iki yıldan beri en yüksek radyasyon oranının ölçüldüğünü ifşa etmek zorunda kaldı. Santralda üç bin civarında insan, santralın kalbini soğutmak için insanüstü bir çaba sarf ediyor. Yüksek radyasyona maruz kaldıkları için belli bir süre çalıştırılıp sonra işten çıkarılıyor, kullanılmış mendil gibi çöpe atılıyorlar.

Takashi Hirose, Fukuşima kazası sonrasında Japonya’da İngilizce bir kitap yayımladı: ‘Fukuşima Meltdown’. Deprem, tsunami ve nükleer felaket üçlüsüyle oluşmuş bu ilk büyük felaketin ortaya çıkış ve nükleer santralın kalbinin erimesi nedeniyle yarattığı zincirleme ve denetlenmesi şimdilik mümkün olmayan sonuçları anlatıyor. Hirose, yakında yayımladığı bir açık mektupta dünyanın bütün atletlerini, kendi tabiriyle Japonya Başbakanı Shinzon Abe’nin yalanına kanmamaya davet etti. Abe, eylül başında, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin 125. toplantısında, “Bazı insanlar Fukuşima hakkında endişe verici haberler yayımlıyor. Sizi temin ederim ki durum tamamen denetimimiz altında. Fukuşima Tokyo’da hiçbir zarar yaratmadı ve yaratmayacak” demişti.

Hirose ise aynı fikirde değil. 4 sayfalık açık mektubunda, bugün Pasifik Okyanusu’nda ölçülen radyasyon seviyesinin tehlike çizgisinin şimdilik altında kaldığını ama santraldan her gün sızan tonlarca radyasyonlu suyun 2017’de Pasifik Okyanusu’nda ölümcül oranda radyasyon kirlenmesi seviyesi yaratacağını Kiel’deki Geomar Enstitüsü’nün yaptığı simülasyon çalışmalarına dayanarak iddia ediyor. Diğer taraftan, esas olarak yeraltı sularına karışan ve nükleer füzyonun soğutulması için gerekli olan ama aynı zamanda zehre dönüşen bu suların, Japonya’nın önemli bir bölümünde bitkilere ve başta balık olmak üzere hayvanlara da radyasyon bulaştırdığını ve birkaç yıl içinde Japonya’da sağlıklı, güvenilir gıda maddesi hatta su içmenin olanaksız olacağını söylüyor. Sonra, dünyaya sesleniyor: “2020 yılında Tokyo’ya radyasyonlu bir hava solumak, radyasyonlu sular içmek için mi geleceksiniz?” Fukuşima kazası sonrası Japonya’nın uzun yıllar ‘anormal’ bir ülke olacağını, böyle bir kaza ile insanlığın ilk kez tanıştığını belirtirken, Japon Başbakanı Abe’nin o büyük yalanının da
Japonya’da yıllar boyunca unutulmayacağını ilave ediyor.

Japonya’da hükümetin felaketin gerçek boyutlarını küçültmeye çalışan davranışı karşısında yükselen bir toplumsal öfke var. Birkaç aydan
beri her cuma akşamı sayıları bin ile on bin arasında değişen insan parlamento binasını kuşatıp hükümeti nükleer enerji politikasını değiştirmeye çağırıyor. “Bir daha Hiroşima olmasın” sloganına nazire yaparak “Bir daha Fukuşima olmasın!” diye haykırıyorlar. Halkın üçte ikisi nükleer enerji üretimine bir an önce son verilmesini istiyor.

Türkiye’nin nükleer santral macerası ise önümüzdeki yıllarda başlayacak. Nükleer santralda kaza olma olasılığının düşüklüğüne vurgu yapıyor nükleer lobisi. Ama küçük bir ihtimalle de olsa, vuku bulacak kazanın sonuçlarının, denetlenmesi mümkün olmayan ve öldürücü etkisi on yıllar hatta yüz yıllar sürecek bir felaket olmasını konuşmuyorlar. Sermaye birikiminin esiri olmuş, gözü büyümeden başka bir şey görmeyenlerin insanlığa karşı ahlaki olduğu kadar hukuki sorumluluğu da olması gerekmez mi? Mayıs ayında Başbakan Erdoğan, Japon halkının bir kısmının ismini büyük yalanla eşanlamlı kullandığı Japon Başbakanı Abe ile imzaladığı ‘22 milyar dolarlık’ nükleer santral anlaşması sonrasında, “Mersin Akkuyu’da Rusya Federasyonu ile yürüyen bir nükleer enerji santralı sürecimiz var. Şu anda da diğer bir adımı, Türkiye-Japonya arasında atmış bulunuyoruz. Bu çok daha farklı bir heyecanı doğuracak” diyordu.

Başbakan’la aynı şeylerden heyecan duymadığımız çok açık.

 

Ahmet İnsel – Radikal

Neoliberal çağda zaman ve sınıf – Güven Gürkan Öztan

“Zaman” üzerine son ne vakit düşündüğünüzü hatırlıyor musunuz? Doğumgününüzde belki; o da yaş hani “kemale ermişse” ya da “ermeye aday” ise; ya da epeydir görmediğiniz eski bir tanıdıkla kesiştiğinde yolunuz; ondaki değişiklikte, sizdeki değişimin karşınızdaki aksinde… Dünyaya yeni merhaba diyen bir hayatta ya da toprağın altına giden bir bedenin yasında… Zaman üzerine düşünmeye başlayınca ilk gelen aklımıza onun ne denli “gaddar” olduğudur genellikle. Acımasızdır; zira akıp gidiyordur; elde avuçta tutulması, saklanması imkânsızdır. Zamanın ritmine biçtiğimiz değer de onun “içini” nasıl doldurduğumuzla doğrudan ilişkilidir. Belki de o nedenle eğlenirken frenlerinden boşalmış gibi hissettiğimiz zaman hasta yatağında kaplumbağa adımına denktir. Kişisel zaman algımız biriciktir, an’dan bağımsız olmadığı için de geleceğe yönelik hem fırsat hem de maniadır. Hafıza dediğiniz ise yaşanmışlıkları sanki balık ağı ile yakalarmışçasına kendinize saklama çabasıdır. Akıp gidene direnmedir, hiçliğe dönüşmeden geçmişin izine sahip çıkma teşebbüsüdür. Ama bellekteki iz aslında her bugüne çağrıldığında yeniden giyinir bir yandan, makyajlanır; hatta estetik operasyon geçirir. Hatırladığımızı zannettiğimiz bugünün suretidir; o anın ben’in süzgecinden geçen formudur.

Modernite ve zaman

Zaman ve bellek ile kurduğumuz ilişkinin içinde yaşadığımız iklimden bağımsız olmadığı aşikâr. Sosyal mobilizasyonun düşük, toprağa bağlılığın ve tarımsal üretimin egemen olduğu toplumlardan oluşan dünyada zaman herkes için aynı yavaşlıkta akıyordu. Soyluların günleri de çiftçilerin günleri de arasına karbon kağıdı konmuşçasına birbirini tekrar ediyordu. Kesin tarihlere, dakik planlamalara ihtiyaç duyulmuyordu; günü doldurmak başlı başına yeterliydi. Tarihin döngüsel olduğuna dair inanç toplumları yatay kesiyordu adeta. Üretim ilişkilerindeki ve teknolojideki değişim yüzyıllar içinde bu zaman algısını değiştirdi. Artık egemen olan modernitenin müjdelediği zaman kavramıydı. Kesin tarihler, ajandası belli faaliyetler, dakik planlamalar endüstriyel çağın olmazsa olmazıydı. Yalnız modern zaman algısı bununla da sınırlı değildi. Modernizm düzçizgisel bir zaman tasavvurunu hegemonikleştiriyordu. Hep ileriye gidilecek, hem “doğru”sal olan hattan devam edilecekti. Üstüne üstlük modernitenin evrensellik iddiası zaman kavrayışına da yansımıştı. Zaman herkes için aynı akacak; herkesi aynı şekilde taşıyacaktı… Zamanın tecrübe edilmesinde aynı modernlik çizgisindeki toplumlar için bir farkın mevcudiyeti söz konusu bile olamazdı. Verimlilik ve minimum zamanda maksimum iş/üretim prensibi esastı. Taylorizm’den Fordizm’e tüm üretim süreçlerini düzenleme mekanizmaları böylesine bir zaman anlayışı üzerine inşa edilmişti.

Daimi meşguliyet hali
Bizler zamanı tecrübe etme biçimimizin kişisel zaman tasavvurumuz dışında sınıfsal bir yere de tekabül edebileceğini uzunca müddet pek düşünmedik. Evet neticede hepimiz kendi zaman algımız ve belleğimizle biriciğiz ancak bir de kolektif zaman tecrübemiz ve belleğimiz var ve bu sınıfsal konumumuzla da yakından ilişkili. Neoliberal çağın halihazırda zaten mevcut olan sınıflar arasındaki gelir ve yaşam düzeyi farkları iyiden iyiye arttı. Üst gelir grubu ile alt sınıflar arasındaki makasın artması zaman ve mekân algılarını da yerinden oynattı. Bauman’ın ifade ettiği gibi “gelecekleri kadar geçmişlerinden de tamamen yalıtılmış ve birbiri ardına sıralanan anların içinden geçerek daimi bir şimdide” yaşayan üst sınıflar sürekli “meşguller.” Onların bu meşguliyeti sürekli paraya tahvil edilebilen bir meşguliyet. Zamanı denetleme, planlama ve başkalarını vakte dair tasarruflarına tabi kılma güçleri vardır. Bir de neoliberal çağda “zamanın yükü” altında ezilen yığınlar var. Kimlikleri, beklentileri, hedefleri birbirinden farklı ama ortak bir biçimde zamanı kontrol etmekten uzak olanlar. Bauman onların zamanın kontrolünde dahi olmadıklarını iddia eder ve ekler “zaman onları yavaş yavaş öldürürken yapabilecekleri tek şey zaman öldürmektir.” Bauman’ın bahsi geçen ve sınırları epey net kategorizasyonunda ayrı bir yer tutmayan ama bizim için çok önemli olan bir ara kategori var. Kentte yaşayan, eğitimli, beyaz yakalı ama üst sınıfların sahip olduğu zamanı kontrol etme yetkisinden mahrum bir gruptan söz ediyorum. Adına ister orta sınıf deyin ister başka bir şey; “meşgullük” mevzubahis olduğunda müthiş bir cendere içinde yaşayan bir emekçi kitlenin yaşamla mücadelesi… Akademisyenlerden gazetecilere, proje koordinatörlerinden finans uzmanlarına birbirinden farklı alanlarda çalışan ama hep aynı dertten muzdarip olan insanlar… Neoliberal çağın gözde temaları verimlilik ve performans ölçümü gibi süreçlere tabi olan beyaz yakalılar, kağıt üzerinde sayısallaştırılabilir veriler üretmekle mükellefler. Sadece mesai saatlerinde değil onun ötesinde de (ulaşım araçlarında, evde, hastanede, eğlence merkezinde) her an ulaşılabilir ve cevap verebilir durumda olmalılar. Sürekli tepeden yağan “yeni” ama “iş” gibi görünmekten başka işlevi olmayan mecburiyetler; bitmek bilmeyen telefon ve mail trafiği, kentli orta sınıfları düşünmekten, kendiyle kalmaktan olduğu kadar örgütlenmekten ve kolektif eylemden de alıkoyuyor. Daha iyi yaşayabilmek için daha “meşgul” olmak gerekiyormuş gibi bir algı çemberi içinde “daimi meşgul” olan ama daha iyi yaşama fırsatını bir türlü bulamayan bireylerin bugünü de kolektif hafızası da renksizleşiyor, fakirleşiyor. Bu şartlar altında boş zaman talep etmek, zamanını başkalarının değil kendinin kontrol etmesini istemek, anlamsız işlere rest çekebilmek neoliberal iklimin sanal refah algısını ve verimlilik kriterlerini alaşağı etmenin yöntemlerinden biri haline geliyor. Zaman öldürmeye mahkûm edilmeye de daimi meşguliyet prangasına da karşı çıktığımızda özgürleşme yolunda bir adım daha atmış olacağız.

Güven Gürkan Öztan – Birgün

Bayramınız Tüm Dillerde Kutlu Olsun

 

Geçtiğimiz hafta ortasında Kurban bayramı mesajını Türkçe ve Kürtçe kelimeler ile açık hava panolarına yazdıran, ana dilde eğitim ve xqw harflerine gelen özgürlüğü hedef alan ve tepkilere yol açan Fethiye Belediye Başkanı Behçet Saatcı’ nın ilanı üzerine Fethiye Direniş Dayanışma İnisiyatifi;  Fethiye Haber ve Batı Akdeniz Gazetesi’nde tam sayfa ilan yayınladı. Anadolu’ da yaşayan halklardan miras alınan birlikte yaşama kültürü ile ortak geçmişe ve yazgıya sahip olunduğu vurgusu yapılan ilanda anadilinin yok sayılmasının geçmişten gelen bu bütünlüğü bozacağını, ancak eşitlik temelinde haklar ile bütünlüğün sağlanacağı belirtiliyor. İlan;  Zazaca, Rumca, Kürtçe, Ermenice gibi Anadolu’ da yaşayan halkların dilinden “bayramınız kutlu olsun”  mesajları ile son buluyor.

Fethiye Direniş Dayanışma İnisiyatifi’ nin ilan metni;

“Anadolu, binlerce yıldır kadim halklara ev sahipliği yapmış ve bize birlikte yaşama kültürünü miras bırakmıştır. Biz; bu coğrafyada etnik kimlikleri , dini, dili, mezhebi ne olursa olsun ortak bir geçmişin ve yazgının tam da kendisiyiz.

Halkların kendini var etmesi ancak kendi kimliğini , dilini ve kültürünü yaşatması ile mümkün olacaktır. Gerçek anlamda dostluk ve birlik, eşitlik temelindeki haklar ile sağlanacaktır.

Bireyin annesinden öğrendiği dilini yok saymak , ne bize bir bütünlük ne de ortak bir yaşam sunacaktır. Eşit halkların, özgürlük ve demokrasi bilinciyle bir arada yaşayabilmesi için Bayramların bize verdiği mesaja kulak vermek gerekmektedir.

Aslolan hiçbir canlının kanının dökülmesi değil birbirimize karşı saygı ve hoşgörüdür. Bizler, Anadolu’nun çoçukları, tüm halkların dilini kendi annemizin dili olarak kabul ediyor ve bayramın dostça ve kardeşçe yaşanmasını temenni ediyoruz.”

 

Zeliha Yıldırım- Yeşil Gazete

Kuzey Ege’ye iyi haber, termik santralde geri adım

Tepkiler sonuç verdi, Ayvacık Babadere termik santrali projesi geri çekildi! Çanakkale Ayvacık’a bağlı Babadere köyü sahilinde Nurol Enerji tarafından 1634 mw kapasiteli bir termik santrali yapılmak için dosya hazırlanmış ve şirketin başvurusu kabul edilerek ÇED süreci başlatılmıştı.

Termik santral projesi çevrecilerin büyük tepkisini çekmiş ve 2 Çanakkale Milletvekili tarafından soru önergesi verilmesiyle, TBMM gündemine taşınmıştı.

AKP Çanakkale Milletvekili İsmail Kaşdemir, Nurol AŞ’nin bu girişiminden vazgeçmesi nedeniyle projenin durdurulduğunu açıkladı. Açıklamaya göre firma, bu talebinden vazgeçtiğine dair dilekçesini 11.10.2013 tarihinde Çevre ve Şehirlik Bakanlığına verdi. Açıklamada, Nurol Enerji Üretim ve Pazarlama A.Ş. tarafından Çanakkale iline bağlı Ayvacık İlçesi, Babadere Mevkii sınırları içerisinde gerçekleştirilmesi planlanan “Babadere Elektrik Santrali, Derin Deniz Deşarjı, Kül Depolama Sahası ve Limanı” projesinin durdurulduğu belirtildi.

 

Daha önce bir açıklama yaparak yapılacak termik santral projesine karşı olduklarını belirten Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Çanakkale eş sözcüsü Oral Kaya kararla Gülpınar – Geyikli sahilindeki verimli ovalardaki tarımsal faaliyetlerin,Bozcaada’ daki turizm potansiyelinin,

Kazdağlarının biyoçeşitliliğin, Aleksandra Troas, Troya ve Assostaki tarihi- kültürel mirasın,

Çanakkale’nin su kaynaklarının bu kararla telafisi mümkün olmayan tahribat kurtulduğunu ama henüz her şeyin bitmediğini söyledi. Sürecin takipçisi olacaklarını belirten Kaya Çanakkale’nin yenilenebilir enerjilerin öncüsü olmasını arzuladıklarını tekrarladı.

 

Yeşil Gazete

HDP, BDP ve siyasette genişleme – Ayhan Bilgen

Bazıları genişlemeyi savrulma, omurgasızlaşma gibi algılasa da toplumsal mücadelelerde gerçek tam tersidir. Daralmanın nedeni yozlaşma, siyaseti kişisel çıkar zeminine oturtmaktır. Toplumsal öncelikleri olan siyasal çabaların örgütlenme biçimi de, üstlendiğini iddia ettiği misyon gibi özgünlükler taşımalıdır.

İlkeler ve öncelikler, siyasal bir çalışmanın hem yapısını hem vitrinini oluşturur. BDP, Kürtlerin özgürlük mücadelesi için varsa, buna hizmet edebildiği, hızlandırdığı, kolaylaştırdığı ölçüde anlamlıdır. Farklı sosyolojik Kürt gerçekliği söz konusu ise doğal olarak BDP’de bunu kapsayabildiği, temsil edebildiği ölçüde taraftar bulacaktır. Bu anlamda bir genişlemenin önündeki engel ideolojik olmaktan çok kişisel kaygı ve beklentilerdir. İçindeki iktidarcı siyaset güdülerini aşamayanlar için, geleneksel siyaset alışkanlıklarına sığınarak konum koruma refleksi içinde hareket etmek kaçınılmaz hale gelir.

Aslında benzer değerlendirmeleri HDP için de yapmak mümkündür. Ancak kendisine yüklenen anlam dolayısı ile HDK ve HDP’nin bir kurucu parti, kongre partisi özellikleri taşıması beklenmektedir. Türkiye toplumsal muhalefet dinamiklerinin birlikte inşa edeceği bir siyasal öznenin nasıl kitle partisi olabileceği asıl tartışılması gereken sorudur. Projenin önemi ve ihtiyacını tartışmak yerine, bu amaca hizmet edebilecek bir aracın nasıl geliştirilebileceğine odaklanmak gerekir. Bu anlamda diğer partilerden farklı olarak yapması gerekenler olduğu gibi kitle partilerinin yapması gereken zorunlu düzenlemeleri de masaya yatırmak gerekir. Bu açıdan ‘eksik nedir ve nereden başlamalı’ sorusu cesaretle cevaplanmalıdır.

Örgütler ve aydınlar kitle siyasetinde partiyi topluma taşıyabildiği kadar değerli ve vazgeçilmezdir. Asıl amaç toplumu siyasete katmak ise Türkiye toplumsal yapısında bunu zorlaştıran, engelleyen nedenleri sorgulamak gerekir. Kürt bölgesi dışında, halkın, örgütler ve aydınlara yönelik önyargısı güvensizliği  köklü ve yapısal nedenlere dayanmaktadır. Yetmişli yılların özverili mücadelesinin aziz hatırası, politik çevreler dışında belirleyici bir tercih nedeni olmaktan çıkmıştır. Aksine devlet eliyle yürütülen güçlü enformasyon, toplumda, örgütlenme ve örgütlü çevreler aleyhine bir karalama kampanyası olarak karşılık bulmuş, sosyalist hareketler bu kuşatmayı kırmaya güç yetirememiştir. Bu bağlamda sol hareketlerin yaptıkları yanlışlar kadar, yapmadıkları, yapmayı terk ettikleri doğruları da konuşmak gerekir.

HDP zaten bileşeni olan partilerden farklı olarak kitle partisi olmayı hedefliyorsa, topluma hitap edebilmenin, ulaşabilmenin yeni yol ve yöntemlerini göze almalıdır. Bu nokta bilinmeyen değil, cesaret edilemeyen,yeterince içselleştirilemeyen  halk siyasetidir. Merkez partilerine oy veren, aday olan toplum kesimleri ile kurulacak iletişimin devrimci örgütlere kadro kazandırmaktan farklı yöntemlere dayanması gerektiği açıktır. Anayasa konusunda liberal demokratik taleplerde bulunup siyasal liberalizmi suçlama argümanı olarak kullanarak  toplumun farklı kesimlerini kapsayan bir organizasyon geliştirilemez. Ekonomi politikalarına dair  sosyal kaygılar bu durumun aşılmasına engel değildir. Bütün liberalleri vahşi kapitalizm yanlısı sanmak tümüyle önyargıdan ibarettir.

Son yıllarda kısmen aşılmakla birlikte, İslami çevrelerin böyle bir partide sadece dekor olarak bulunmasının  muhafazakar çevrelere açılmak için yeterli olmadığı görülmelidir. Türkiye toplumunun ortalaması ve çeşitliliği HDP’nin vitrinine yansıtılmadıkça tarif edilen toplumsal katılımı yakalamak mümkün değildir. Kısacası öncelikle aşılması gereken eski ezberler ve korkulardır. Onlar geliyor da biz mi engelliyoruz gerekçesi de mazeret değildir. Katılımı istenen çevrelerin nasıl bir ortama ve neyi paylaşmak üzere çağrıldıkları  son derece önemlidir.

‘Biz bize yeteriz’ rahatlığı içinde hareket etmekten kaçınmak ve kitlede karşılığı olmayan kişi yada grupları korumaya odaklı örgütlenme modellerini aşmak gerekir. Bu bir haksızlık, vefasızlık olarak görülmemelidir. Bir araya  gelişin amacına sadakattir. Niyeti hizmet etmek olan için, önde durmak sadece yüktür.

Seçimlerde kendisine dair bir şey olma hesabı yapanlarla büyük iddiaların taşınması mümkün değildir. Siyasette asıl önemli olan, bir şey olmaktan ziyade bir şey yapmaktır. Makamlar bir şey yapmayı kolaylaştırdıkça anlamlıdır. Koltuk için gelen koltuk gidince biter, pozisyon hesabı yapanlar konumlarını yitirince gider.

Ayhan Bilgen – Özgür Gündem

Monsanto’ya karşı küresel mücadele

0

GDO’ya Hayır Platformu, Genetiği değiştirilmiş organizmalı (GDO) tohum pazarının lideri Monsanto firmasına karşı başlatılan uluslararası mücadeleye katıldı.

Platform, canlı sağlığı üzerine yaşamsal riskleri olan ve her türlü ekolojik tehdidin sorumlusu bu ve benzeri firmaları tarla ve sofralardan uzak tutmayı amaçlıyor.

Günümüzde Monsanto, GDO‘lu tohum pazarının yaklaşık yüzde 90‘ına hükmediyor; tarım ilacı ve küresel tohum pazarının ise liderlerinden biri.

Tarım ilaç ve tohum tekelleri sorumlu

Canlı yaşamını ya da ekolojiyi tehdit eden ne kadar tehlikeli ve ölümcül unsur varsa, bunların büyük kısmından tarım, ilaç ve tohum tekellerinin sorumlu olduğunu belirten platform,  bu firmalardan birinin de Monsanto olduğunu belirtti.

Platformun verdiği bilgilere göre, Monsanto 1996’da tarımsal biyoteknoloji ile yarattığı GDO’lu soya ve pamuğunu dünyaya tanıttı. Bu ürünleri GDO’lu mısır ve kanola takip etti.

GDO’lu ürünler nedeniyle bugün tarım kimyasalı, özellikle de herbisit (ot öldürücü) kullanımı azalmamış, denilenin aksine katlanarak arttı.

Toprak, yer altı ve yer üstü suları, hava, insan, hayvan ve böcekler bu tarım kimyasalları ile kirleniyor ve zehirleniyor. Bağımsız kurumlar ve üniversiteler, GDO’lu ürünlerin canlılar için ölümcül riskler taşıdığını ispat etti.

Sakarinle başladı

1901’de Amerikan menşeli çok uluslu bir şirket olarak kurulan Monsanto’nun tarihçesi şöyle:

İlk ticari faaliyeti, kanserojen bir madde olan Coca Cola için üretilen yapay tatlandırıcı Sakarin ile başladı.

1920’lerde Poliklorlanmış bifeniller (PCB)’in üretimine başladı. Canlı sağlığına aşırı zararı saptanmış olan bu kimyasal ABD`de 1979’da yasaklandı. Ancak Monsanto, 2001’deki Stockholm Sözleşmesine kadar diğer ülkelerde bunların üretimine devam etti.

Sentetik

1941’de, gıda ürünlerinin de ambalajı olarak kullanılan sentetik polistiren (polystyrene) üretimine başladı. Günümüzde strafor olarak adlandırılan maddelerin atıkları Amerikan Çevre Koruma Ajansı (EPA) tarafından 1980’de yayınlanan en zararlı atıklar listesinde.

1943-45 yılları arasında ise Monsanto merkezi araştırma departmanı, radyoaktif plutonyum saflaştırma, üretim ve nükleer silah yapım projesi olan Manhattan Projesinde yer aldı.

Böcek öldürücü

1944’de “İnsanlar ve hayvanlar için çok güvenilir” diye reklamları yapılan DDT’nin ilk üreticisi Monsanto’dur. Sıtmayı önlemek için çıkartılan bu zehir, dünyanın hemen hemen her yerinde tarımda böcek öldürücüsü olarak yıllarca kullanıldı. Daha sonra çevre ve canlı sağlığına verdiği zarar nedeniyle 1972’de yasaklandı.

Dioxin

1945’te tarım ilacı olarak geliştirdiği ot öldürücünün Dioxin maddesini üretti. Kalp, karaciğer hastalıkları, üreme ve gelişme bozukluklarına yol açan çok toksik bir kimyasal madde olan Dioxin, 1997’de Dünya Sağlık Örgütü’nce kanserojen olarak sınıflandırıldı.

1955’te ilk petrol bazlı gübreyi üretti. Bu kimyasal gübreler, günümüzde hala tartışma konusu olan toprak mikroorganizmalarının yok edilişi ve toprağın bir anlamda sterilize olmasında, toprağın fiziksel ve kimyasal yapısının bozulmasında önemli rol oynuyor.

Vietnam savaşında Agent orange

1960’larda, Vietnam savaşında ormanların yok edilmesi için Amerikan ordusunun kullandığı ve 400.000 kişinin ölmesi ve yarım milyon çocuğun sakat doğmasına neden olan Agent Orange zehrinin 2 üreticisinden biri oldu.

1970’lerde Glifosat etkin maddeli ot öldürücü RoundUp isimli tarım ilacını geliştirdi. Bu kimyasalın insan ve hayvanlarda kanser başta olmak üzere, kısırlık ve ölümlü erken doğumlara neden olduğu saptandı.

Normal şekerden 200 kat daha tatlı ve kalorisi yüksek olan yapay tatlandırıcı Aspartam 1985’te Monsanto sahip olur ve NutraSweet şirketi ve ticari ismiyle şekerli tüm ürünlerde kullanılmaya başlanır.

 

Bianet