GündemManşet

Mülteci faciasına tepki

0

 

 

İzmir’in Menderes İlçesi, Ahmetbeyli köyü, Baradan Koyu’nda bugün sabah saatlerinde meydana gelen tekne faciası sonucu şimdiye kadar aralarında 2’si bebek, 31’İ çocuk olmak üzere toplam 61 kişinin  cesedine ulaşıldığı, yaklaşık 50 kişinin sağ olarak kurtulduğu açıklandı.

 

Mültecilerin bugün saat 04.00 sıralarında Baradan Koyu’na geldikten sonra buradan balıkçı teknesine alındıkları, ancak teknenin aşırı yükten dolayı kayalara çarparak, battığı tespit edildi. Kurtulan kişilerin verdiği bilgiler sonrasında da arama kurtarma çalışmaları başladı. Balık adamların, teknenin alt kısmındaki kilitli bölümde ulaştığı cesetler Sahil Güvenlik botlarına alınıp kıyıya çıkartılıyor. Olayın ardından kaçmaya çalışan tekne kaptanı ve teknenin makinesinden sorumlu olduğu belirtilen kişi yakalandı. Gözaltına alınan iki kişinin aynı zamanda organizatör olduğu belirtildi. Teknede 60 kişinin bulunduğu yönünde çelişkili ifadeler verdiği öğrenilen tekne kaptanının, insanları nereye götüreceği hakkında bilgi vermediği ifade edildi.

 

Ölenlerin çoğunun Irak, Filistin ve Suriye uyruklu oldukları öğrenildi. Kuşadası’ndaki balıkçılardan kiralandığı tespit edilen teknenin 15 metre uzunluğunda olduğu bildirildi.

 

Bu trajik olayın nedenleri konusunda Mültecilerle Dayanışma Derneği’nce bir açıklama yapıldı. Mülteci-der’in açıklaması şöyle:

Ege Denizi, 2010 yılına kadar en büyüğü 9 Aralık 2007 tarihinde Seferihisar açıklarında meydana gelen ve 79 kişinin ölümüne ve kaybolmasına neden olan korkunç trajedilere sahne olmuştur. 2010 yılından bu yana benzer deniz kazalarını duymamamız, artık ölümlerin yaşanmadığı anlamına gelmemektedir. Zulüm var olduğu sürece insanlar, kendilerinin, yakınlarının canını kurtarmak için umut yolculuklarına rota değiştirerek devam etmiştir. Ege Denizi’nde Frontex ve ulusal birimlerin kontrolleri artınca, Ege’deki “kale duvarları” yükseldikçe, zulümden ve ölümden kaçanlar, başka yolları denemeye başlamışlardır.  Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine geçerek güvenli bir yer arayışında olan mülteciler, bu sefer Meriç üzerinden sınırları geçmeye devam etmişler ve bu sefer cesetler, Meriç Nehri’nden çıkarılmaya başlanmıştır; ancak bu olayların çoğunda, olayın ciddiyeti, cesetlerin sayısına göre değerlendirildiği için medyaya da yeterince yansımamıştır.

Baradan Koyu’ndaki bu kaza ile bir kez daha, mültecilerin yaşadıklarını ve canlarını kurtarmak için her riski göze aldıklarını hatırlamış bulunuyoruz.

Bu trajik olay öncelikle bize, bir yol kapansa, bir geçiş engellense bile insanların hayatlarını kurtarmak için başka yollar bulmaya çalıştıklarını göstermiştir. Gerek Türkiye sınırlarında gerekse tüm dünyada yaşanan bu trajediler, zulümden kaçan mültecilere ya da göçmenlere yasal giriş yolları kapandıkça,  önlerine “kale duvarları” çıktıkça, her seferinde illa ki daha riskli, daha tehlikeli ve insanların sömürülmesine daha açık yolların denendiğini göz önüne sermiştir. Bu nedenle bu trajedilerin öncelikle devletlerin politikaları ve uygulamalarının bir neticesi olduğunun anlaşılması gerekmektedir.

Bunun yanı sıra, Baradan Koyu’nda meydana gelen olayda kazazedelerin çoğunun Suriyeli,  Iraklı ve Filistinli olduğu yolundaki bilgiler, bizi özellikle Suriyeli mültecilerin yaşadıkları ve onlara sunulan koşullar hakkında düşünmeye itmektedir. Yetkili ağızların açıklamalarında Suriye’de yaşanan olaylar sonucu Nisan 2011’den beri ülkemize sığınan Suriyeli mülteciler için açılan kamplarda son derece iyi koşulların sağlandığı belirtilmektedir.

Ancak, özellikle Ağustos 2012’den itibaren Yunanistan’da yakalananların önemli bir bölümünün Suriye kökenli mülteciler olduğu, Mülteci-Der’in gerek İzmir özelinde, gerekse Yunanistan’da mülteci hakları üzerine çalışan avukat ve aktivistlerden öğrenmiş olduğu bir bilgidir ki bu bilgi bizi bu tip açıklamaları sorgulamaya itmektedir. Bu nedenle yetkililerin söylediği gibi mülteciler, son derece iyi koşullar altında, tüm haklarından yararlanabildikleri bir ortam buluyorlarsa, bu insanların neden hayatlarını riske atarak, can havli ile bu yolculuklara çıktıklarının sorulması ve sorgulanması gerekmektedir. Her türlü konfor sağlanmış olsa bile, Nisan 2011’de başlayan ve bugüne kadar devam eden bu süreçte, bu insanlar, sıcakta-soğukta çadırlarda yaşamakta, çalışamamakta, üretememekte, sosyal aktivitelere katılamamakta olup kamp şartlarında uzun süre yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Bununla birlikte mülteciler, geleceğe yönelik kaygıları yüzünden başka çözüm yolları aramaya itilmektedirler. Türkiye, Suriyeli mültecileri diğer ülkelerden gelen mültecilere uygulanan iltica prosedürü dışında tutmakta ve “geçici koruma” adı altında bir rejim uygulamaktadır. Uluslararası hukuk çerçevesinde bu “geçici koruma”nın en fazla 2 yıl sürmesi ve isteyenlerin ‘bireysel iltica’ prosedürüne dahil edilmesi gerekmektedir. Ancak Türkiye’nin Suriyeli mültecilere yönelik politikasının buna izin vermemesinin, Suriyeli mültecileri hayatları pahasına bu riskli yolculuklara çıkmak zorunda bırakmış olabileceğini düşünmekteyiz.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Suriyeli mülteciler ve kampların idaresi konusunda şimdiye kadar son derece minimal bir rol oynamış olmasına da dikkat çekmek isteriz. Suriye’deki olaylardan sonra Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin iltica taleplerinin BMMYK tarafından kayıt altına alınmaması, kampların idaresiyle ilgili gözlem yapılması için misyonuna uygun bir girişimde bulunulmaması ve Suriye’deki olaylardan önce Türkiye’ye sığınan sığınmacılara ilişkin prosedürün yavaşlatılması, bu insanları başka çözüm yolları keşfetmeye itmektedir. Suriyeliler dışında kalan mülteci ve sığınmacılara, sığınma başvurusu için ilk kayıt ve mülteci statüsü belirleme mülakatı çok ileriki tarihlere verilmekte, bu süre içerisinde uyku kentlerde yaşaması beklenen mültecilerin, birincil ihtiyaçları ve psiko-sosyal ihtiyaçları bulunmaktadır. Maalesef söz konusu uydu kentlerde de mültecilere sunulan imkânlar yetersiz kalmaktadır. Bu uzun, belirsiz bekleyiş süreci bazen uzun yıllar almakta, mülteciler bu süreçte çok ciddi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Mülteci statüsünü aldıktan sonra da, üçüncü bir ülkeye yerleştirme sürecinde mülteciler için yine uzun bekleyiş süreci devam etmektedir.

Sınırlarda, denizlerde, yollarda mültecilerin güvenli bir yer arayışlarında çıktıkları yolculuklar ve ulaştıkları yerlerdeki yaşam koşulları her geçen gün daha korkunç bir hal almakta; denizler, yollar ölüm denizlerine ve ölüm yollarına dönüşmektedir. Dünyadaki göçmen politikalarının yetersizliği ve özellikle son yıllarda Avrupa’da gelişen anti-göçmen politikaların varlığı nedeniyle umut yolculukları artmaktadır ve Mülteci-Der olarak bu gidişat bizi son derece endişelendirmektedir.

İltica prosedürlerinin, kişiler için kolay erişilebilir, adil ve hızlı çalışır olması gerekmektedir. Bu sağlanmadığı sürece, sığınma arayan kişilerin insan kaçakçılarının merhametine sığınmaktan başka çarelerinin olmadığı da yaşanan bu olaylarla bir kez daha gözler önüne serilmektedir.

Yeşil Gazete Haber Merkezi

 

More in Gündem

You may also like

Comments

Comments are closed.