İnsan ve doğa birliğini bütünlüğünü yeniden tartışmak, elbette artık abesle iştigaldir. Adına ister Tanrı ister doğa diyelim, kim yaratırsa yaratsın ortada yaratılmış canlı bir nesne, yani gerçek var. O da insandır. Önemli olan da bunun nasıl yaratıldığı değil, nasıl yaşadığı, ya da yaşayacağıdır…
Yukarıdaki sözümüz yanlış anlaşılmasın diye küçük bir eke gereksinim olduğunu hissettim. Baştan ateş, su ve toprak olmasaydı, insan ayağını basacak yer bulamazdı. Genel adıyla nesnel çevre, yani doğa, üzerinde yaşayan her şeye dominanttır. Sadece rengini biçimini değil, gördüğü düşlerini bile o yaratır. Örneğin, bilimsel araştırmalara analizlere göre, Kutuplarda yaşayan insanlar düşlerinde portakal, muz görmezler. Kar, buz, balık ve beyaz ayı görürler. Ekvator’da yaşayanlar da tam tersini kuşkusuz. Kısacası doğa hepimizin her şeyidir.
Kadın ve toprakla ilgili inançların dünyaya hâkim olmaya başladığı M.Ö. 10.000- 3500 arası dönemde, bütün mitoloji ve inancın odak kişisi, yaşamın annesi ve besleyicisi ve ölüleri yeniden doğmak üzere kabul eden cömert tanrıça Toprak’ tır. Kuzey Şili, Peru, Bolivya ve Ekvator’daki İspanyollar öncesi kültürlerde (ki İnka da buna dahil) toprak işlemede, ekip biçmede yardım istenen “Pachamama”, Toprak Ana figürü çok yaygındır. Bolivya’ da, Nisan 2010 tarihinde, ‘Toprak Ana Hakları Evrensel Bildirgesi’ yayınlanmıştır.
Doğa önce anamız atamızdır. Öteki deyişiyle yaratanımız. O tıpkı öz anamız gibi bize karşı hep verici ve duyarlı olmuştur. Hangi ana yarattığına karşı acımasız, duyarsız olmuştur ki? Anaların ortak özelliği sadece yaratmaz, bir de yemez yedirir, giymez giydirirler. Yani besleyip büyütürler. Cömert ve verici olurlar. Bu anlamda toprak anamızı en güzel ünlü halk ozanı Aşık Veysel özetler: “Bir çekirdek verdim dört bostan verdi…Başın yardım tırmık ile bel ile…Yine beni karşıladı gül ile…” diyerek.
https://www.youtube.com/watch?v=2cGANgDZPj8
Pekiyi Doğamızın, toprak anamızın bunca özverisine, fedakarlığına karşın bizlerin durumu nicedir? Yeterince onun değerini biliyor muyuz? Onca iyiliğe verdiğimiz yanıt nedir? Bu anlamda yanıtımız, ne yazık ki pek de iç açıcı değil. Yakın bir örnek olduğu için anımsayalım, yeraltından bilinçsiz çektiğimiz sularla, tahıl ambarımız Konya ovasını kuruttuk. Oluşan dev kazanı obruklarla bir yandan da yeryüzünü çirkinleştirdik. Kırşehir çevresinde tepelerde yamaçlarda kalmış son meşeleri kökten söküp sobalık odun yaptık. Tırnak içinde söylüyorum: “Benim yaşımda olanlar özellikle Kaman’ın Karaboğa yöresinde bu kıyımın canlı tanığıdırlar. Artık toprak üstünde kesilecek dal kalmadığı için, yer altından mezar kazar gibi toprağı deşip meşe kökü sökülüyordu. Zamanın ağaları paşaları, meşe közünde pişirilen kahvelerin, yemeklerin tadına doyum olmadığını köy odalarında ballandırarak anlatırlardı.”
Bugün yeterli su girişi olmadığı için yaz aylarında kuruyan Kırşehir Seyfe Gölü Kuş Cenneti’nde yok olmaya yüz tutmuş güzellikler, takvim yapraklarında yaşatılıyor.
Kısacası göletlerle, barajlarla, kurutulan dere boylarındaki söğütlerle, kavaklarla birlikte yöredeki son kuşlar da gitti. Kırşehir-Çiçekdağı çevresi çölleşmeye durdu. Şimdilerdeyse kuş göçlerinin uğrak yeri olan Tuz Gölü’nün altını, devlet sıvı gaz deposu yapmak hesapları içindeymiş. Araziyi ağaçsız ve boş bulan başıboş rüzgarlarsa, eski Köy Enstitülerinden İvriz’e, Toroslar’a doğru görülmedik bir kum fırtınası başlatmış… Oysa eskiden, Edirne’ den Antep’e kadar bir sincabın yere ayak basmadan daldan dala atlayarak gittiğini Evliya Çelebi yazıyor. Timur’un ordusu Ankara’ya yürürken filleri atları ağaçların gölgesinde konaklamışmış…
Sonuç: Sorunları sayıp dökmenin, çözüm olmadığını deneyimlerimizle biliriz. İç Anadolu’da meşe köklerini söküp yakan köylüler bu işi vahşiliğinden değil, önce yoksulluğundan sonra bilinçsizliğinden yapıyordu. Çünkü kışın yakmaya tezeği bile yoktu. Yani her ciddi sorunun kökeninde mutlaka ekonomi, onun tamamlayıcısıysa bilgi ve bilinçtir kuşkusuz. Çözümü ise tartışmasız Marks amcanın dediği gibi sosyalizmdir. Ötesi zaman kaybıdır.
Bir daha üzerine basarak yineleyecek olursak: Doğayı da insanı da kirleten emperyalist sistemdir. Patronlar fabrikalarını büyük kentlerin varoşlarına, ya da ana yol kıyılarına kurarlar. Bu elbette ulaşım, kolay işçi bulmak ve de çok kar etmek içindir. Savaşları da bu nedenle çıkartırlar. Buradan sakın “Yeşili, Doğayı” ihmal edelim sonucu çıkarılmamalıdır. Şöyle de diyebiliriz: Doğayı savunmak gerçekte sosyalizmi, eşitliği savunmanın öteki adıdır. O zaman neden yaşasın yeşil, yaşasın doğa demeyelim ki!…
1937 Kırşehir- Kaman doğumlu olan Hasan Kıyafet, Pazarören Köy Enstitüsünde eğitim görmüştür. Anadolu’nun dört bir tarafında uzun yıllar öğretmenlik yapan Hasan Kıyafet’ in yazıları Çatlı (Samsun), Yön, İmece, Vatan, Çağdaş, Abece, Cumhuriyet, Radikal gibi dergi ve gazetelerde yayınlandı. Bugüne kadar yayınlanmış yaklaşık 50 kitabı olan yazar Yalova’ da yaşamını sürdürüyor.
Hasan Kıyafet