Kültür-SanatManşet

Gandalf’a hayat veren Ian Mckellen: Her söylediğine ‘Evet’ denen bir liderden daha tehlikeli birisi yok

0

36. İstanbul Film Festivali programı kapsamında Türkiye’ye gelen Sir Ian Mckellen, “Her söylediğine ‘Evet’ denen bir liderden daha tehlikeli birisi yok bence.” dedi.

British Council’in katkılarıyla Türkiye’ye gelen ve 36. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü’nü alan Sir Ian Mckellen, Hürriyet’ten Yenal Bilgici’nin sorularını yanıtladı.

Mckellen’ın sorulara verdiği yanıtlar şöyle:

İngiltere’nin AB’den çıkmasına (Brexit) çok üzüldüğünüzü okudum. Neden?

– Siz anlayabiliyor musunuz Brexit’in mantığını?

Anlayan birini tanıyorum en azından. Londra’da bir taksi şoförüne sormuştum: “Bin yıldır Avrupa’dan ayrıydık, yine ayrı kalırız, bizim olayımız bu” demişti.

– Biliyor musun, Avrupa’yla ilk birleşmemiz oylandığında ben de “Hayır” demiştim.

Neden?

– Çünkü çok şeye mal olacağını düşünüyordum. Ama başımıza güzel şeyler geldi. Yeni kültürler tanıdık; onlardan çok şey öğrendik, çok şey öğrettik ve paylaştık. Şimdi kendi başımıza kalmak istiyoruz. Yani yine bir seçimde kaybettim. Ama Brexit’te esas mesele şu; AB sürecinde daha fazla çelik ya da kömür üretmemeye, daha fazla gemi yapmamaya karar verdiğimizde bir millet olarak işlerini kaybedecek, hayatları değişecek fertlerimiz için yeterince dertlenmedik, onlara çare sunamadık. Sonra Doğu Avrupa’dan ucuz işgücü gelince, bu işçiler olan işlerini de kaybettiler. Şimdi de intikam aldılar işte. Tıpkı ABD’de Trump’la yaşandığı gibi… Beni esas sinirlendiren, belki sizi de önünüzdeki referandumda ilgilendirecek olan şey şu: Referandum bizim bir millet olarak ikiye ayrıldığımızı gözler önüne serdi. Yüzde 48’e 52. Hükümet buna rağmen bir karar verdi. “Çıkalım Avrupa’dan” dedi. Sonuçta çoğunluk kazanmış oldu. Ama bir referandum böyle kazanılmamalı. Kazanan çoğunluğun oranı çok daha yüksek olmalı. Sizde de yakın oylar, değil mi?

Öyle görünüyor.

– Siyasetçilerin işleri işte… Shakespeare sayesinde onlar hakkında çok şey biliyorum.

Nasıl?

Çünkü o siyasetten çok iyi anlar. Gücün yollarını bilir. Gücün siyasetçilere ne yaptığını bilir. Onların neden öyle davrandığını bilir. Bir örnek: Eski günlerde kralın soytarısı vardı, bilirsiniz. Krallara her şeyi söylemeye hakları vardı; hatta ona aptal olduğunu bile söylerlerdi. Bence bir liderle birlikte soytarı da seçmeli belki. Çünkü her söylediğine “Evet” denen bir liderden daha tehlikeli birisi yok bence. Bay Trump’ın bir soytarısı var mı acaba?

Dağ gibidir, yağmur gibidir Shakespeare

Eski bir röportajınızdan alıntılıyorum: “Tüm oyunların modası da geçse, tüm tiyatrolar yakılsa bile; Shakespeare oynayan, ondan bahseden birileri olacaktır.” Siz çok önemli bir Shakespeare oyuncususunuz. Nedir sırrı?
– Shakespeare etrafınızdaki manzara gibidir. Karşıda duran dağlar gibi, ovalar gibi, deniz gibi, hava gibi, yağmur gibidir… Yağmura bayılabilirsiniz ya da belki ondan nefret ediyorsunuzdur. Aynısı Shakespeare için de geçerli. Size komik gelebilir ya da bilgeliğinden etkilenebilirsiniz. Bir aynaya benzer Shakespeare; sizi yansıtır.

Sir Ian Mckellen – Fotoğraf: Muhsin Akgün / Hürriyet

Gerçek büyücüyü ben oynadım

Gelelim Gandalf’a… Dumbledore’u oynayan Michael Gambon ile sizi sürekli karıştırdıklarını duymuştum. Doğru mu bu?

– Evet, hep karıştırırlar… İki yıl önce Michael’in bir oyununa gittim. Oyundan sonra laflarken sordum: “Beni hep Dumbledore zannedip senin resmini imzalatıyorlar; seni de Gandalf sanan çıkıyor mu?” O da “Hem de her gün” diyerek güldü. “Eee ne yapıyorsun peki” dedim. “Ne yapayım, senin adına imzalıyorum!!!” (Gülüyor) Bu arada sana bir sır vereyim mi, son Harry Potter afişindeki Dumbledore bence tuhaf şekilde Gandalf’a benziyor.

Neden sizce?

– Çünkü gerçek büyücüyü ben oynadım! Arada bir bunu Michael’a da hatırlatıyorum.

Eh, siz Tolkien’in büyücüsünü oynadınız sonuçta.

– Hem zamanın ruhuna da uygun biri o. Her yerde ‘Başkan Gandalf’ diye boşuna yazmıyor. Ben Gandalf’tan çok faydalandım. Nasıl kartallar Gandalf’ı sırtında taşıdıysa Gandalf da beni sırtında taşıdı. Bu da benim şansımdı. Çünkü herkes Gandalf’ı oynayabilirdi. Hatta Michael Gambon bile (Kahkaha atıyor).

John Hurt de oynardı belki….

– Ah, canım John Hurt… O kesin oynardı tabii. Aslında bu sette aramızda bir şakaydı. Peter Jackson’la aramızda bir anlaşmazlık olduğunda, Peter hemen seslenirdi: “John Hurt’ü getirin çabuk!” Son filmde de Cate Blanchett bir noktada Gandalf’ı taşımak zorundaydı. Tabii ki beni değil bana çok benzeyen bir cansız mankeni taşıyordu. Ona ‘Mike’ adını takmıştık. Hangi Mike dersin? Michael Gambon tabii ki (Gülüyor). Şaka bir yana, gerçekten şanslıydım. Üstelik direkten döndüm bu konuda.

Nasıl?

– ‘Görevimiz Tehlike 2’ çekilecekti. Benden kötü adamı oynamamı istediler. Senaryoyu görmek istedim. “Hayır” dediler, “Gösteremeyiz.” “Nasıl karar vereceğim peki görmeden” diye sordum. Yine de göstermediler. Bana sorarsan, yazmamışlardı zaten. Israr edince sadece benim sahnelerimden birini verdiler. Ben de “Hayır” dedim. “‘Görevimiz Tehlike’ bu, Tom Cruise falan; nasıl reddedersin, kariyerinde dönüm noktası olacak” dediler. Yine de istemedim, prensip meselesi…

Sonra mı geldi Gandalf?

– Evet, ertesi ay Gandalf teklif edildi. Sonra da X-Men’de Magneto. İkisinde de oynadım. ‘Görevimiz Tehlike 2’ ise uzun süre çekilemedi. Kabul etseydim ne Magneto olurdu ne de Gandalf. Erdem ödüllendirilmiş oldu böylece. Şans işte!

Siz en çok hangi yönünden etkileniyorsunuz?

– Beni en çok etkileyen herkesi anlayabilme kudreti. Bir kadın olmak ne demektir, bir kral ya da bir dilenci olmak neye benzer, bilir. Shakespeare’in “Beni inandıramadı” diyebileceğiniz hiçbir karakteri yoktur. Karmaşıktır hepsi, detaylıdır. Oyunları kendini dönemini anlattığı güçle bugünü de tasvir eder. O yüzden bir Shakespeare oyununda kendinizi rahatlıkla bulabilirsiniz.

Bugün neden hâlâ geçerliliğini koruyabiliyor?

– Kudretli insanların, kralların, liderlerin, zenginlerin perde arkasında neler yaptığını mükemmelen anlatıyor çünkü. Bir balkonda ya da televizyonda halklarına hitap etmedikleri anlarda neler yaptıklarını… Liderlerin sokaklardaki afişlere yansıyan hallerini değil evdeki hallerini gösteriyor bize. Bu beni büyülüyor. Örneğin sizin cumhurbaşkanınızın ev halini de merak ediyorum bu yüzden. Tam şu anda ne yapıyor acaba? (Önümüzdeki sehpada duran kurabiyeleri gösteriyor) Kurabiye seviyor mu mesela? Bir yiyeceğe takıntısı var mı? Var mı gerçekten, biliyor musunuz?

Bilmiyorum açıkçası. Kendi ülkenizdeki liderleri de düşünür müsünüz böyle?

– (Gülüyor) Hem de nasıl. Sürekli Kraliçe’yi düşünürüm. Ne yapıyor acaba? Bir gücü de yok gerçi ama… Şaka bir yana, birisiyle ilk tanıştığımızda ya da birisine âşık olduğumuzda da bütün mesele bu değil midir: Gerçekte nasıl biri bu kişi? İlginç birine benziyor ama sıkıcı mı aslında? Küçük şeylerden anlamlar çıkarmaya çalışırsınız… İşte Shakespeare’in gücü güçlülerin de tıpkı bizler gibi kırılgan olduğunu göstermesindedir. Bu rahatlatır hepimizi. Bir yandan da uyarır. Çünkü güçlü insanlar kırılganlaştıklarında tehlikeli olurlar.

LGBTİ mücadelesi, Kral Lear’ı oynamaktan daha önemli

Ülkenizde eşcinsel olduğunu açık açık söyleyen ilk sanatçısınız; eşcinsel hakları üzerine yürüttüğünüz kampanyayla tanınıyorsunuz; dünyanın her tarafında LGBTİ grupları için bir sembolsünüz. Sizin hikâyeniz nasıl başlamıştı?

– Gey olduğumu, herkesin cinselliğini keşfettiği yaşlarda, ilk gençliğimde anladım. Toplumda konuşulan bir konu değildi; okulda gündeme gelmezdi. Kamusal yaşamda kimse kendini gey olarak tanımlamazdı. Evde zaten konuşamıyordun. En tuhafı da okuldaki en yakın arkadaşımın da bir gey olduğunu bilmememdi. O da beni bilmiyordu. Gelişiminiz için hiç iyi bir şey değil bu. Tüm bunlara rağmen, kendimle barışıktım. Toplum “Sen böyle olmamalısın” demesine rağmen kendimi değiştirmedim. Tüm enerjimi aktör olmaya verdim. Çünkü bu dünyadan kaçmak aktörlükle mümkün olabiliyordu.

Kapalı bir hayat yaşadınız sanırım…

– Herkes gibi. Üniversitede bir erkek arkadaşım vardı artık. Sanat dünyasında da birçok gey vardı ama bir yalanı yaşıyorduk. Yine de o zamanlar resmen illegal bulunan eşcinsellik konusunda yasalar gevşemeye başlamıştı. Derken Margaret Thatcher hükümetinin “Eşcinselliği teşvik etmeyi” yasaklayan yasası geldi. Diğer herkes gibi öfkeliydim. Toplumun güya saygın bir üyesiydim. İngiltere’yi dünyanın her yerinde temsil ediyordum. Kraliçe bana bir madalya vermişti. Ama yine de ikinci sınıf bir vatandaştım. Böyle devam etmeyi kendime yediremiyordum. Bir gün radyo yayınında gey olduğumu söyledim.

Sonra da her şey hızla ilerledi…

– Evet, sonra bir anda sözcü haline geldim. Kendimden bahsederken başkalarına da ses olabildiğimi fark ettim. Halen de bunu yapmaya çalışıyorum. Çok çalıştık İngiltere’de; çok uğraştık ve sonunda İngiltere’deki bütün anti-gey politikaları dize getirdik. Bütün haklarımızı aldık. İngiltere’de bugün herkes mutlaka bir gey evliliği törenine katılmıştır; gey siyasetçi, öğretmen, öğrenci, gazeteciler var. Ve dünya da çökmedi. Okulları ziyaret ediyorum; öğrencilerin bu konuda kendilerini daha özgür hissettiğini görüyorum. Şimdi yeni bir yasamız var; “Cinsel yönelim yüzünden okullarda ayrımcılık yapılamaz!” Artık daha medeni bir yerde yaşadığımı hissediyorum. Bunda biraz payım olduğu için çok mutluyum ve bu ‘Kral Lear’ı oynamaktan çok daha önemli geliyor bana.

Shakespeare mutantları yazsaydı….

Son yıllarda neden bu kadar çok süperkahramanlı, büyücülü, mutantlı film çekiliyor sizce? Güçle kafayı mı bozduk?

– Kısmen. Buna, benim iki rolüm açısından cevap vereyim. Gandalf herkesin dedesi gibi… Serttir ama korumacıdır da. Size göz kulak olmak için epey derde katlanır ve hep doğrunun yanında durur. Bu da özellikle gençlere bir güvenlik hissi veriyor sanırım. Magneto’ya gelince… O bir tartışmanın parçası; “Bir toplumda azınlığa mensupsan, o toplumda nasıl davranırsın” sorusunun cevabı. X-Men, Marvel’in de en önemli yayını hem. Çünkü bir fanteziden ibaret değil, evrensel bir soruya fantastik bir çerçevede yanıt arıyor. “Azınlık hakları için ne yaparsın” diye soruyor. Zaten okurları da çoğunlukla genç siyahlar, genç Yahudiler ve genç eşcinseller. Toplumun dışına itilenler… Sorduğunuz türde filmler aslında bana çok çekici gelmiyor ama Orta Dünya hikâyeleri ve X-Men’i yine de ayırırım. Çünkü ikisinin de derdi var ve iyi yazılmışlar. Yönetmen Bryan Singer’a Magneto’yu sorup duruyordum; “Eh Shakespeare değil” dedi. Bence olabilirdi de. Shakespeare X-Men’i okusaydı severdi. Onun mutantlar hakkında bir oyun yazdığını düşünsenize… (Islık çalıyor) Muazzam bir oyun olurdu.

Peki siz Shakespeare’in en çok hangi oyunlarını seversiniz?

– Hımmm. Çok da kesin bir cevabım yok buna. Hamlet’i çok sevdiğimi söyleyemem; biraz uzun bulurum… (Biraz daha düşünüyor). Kral Lear’in hikâyesine bayılırım. Hem babaları hem çocukları iyi anlatır. Shakespeare’deki ‘kefaret’ temasını da severim. Yaptığı kötülüklerden pişman olan karakter çoktur onda. 3. Richard bile bir noktada vicdanını keşfeder. Bana çok ilginç gelen bir başka nokta da karakterlerinin biraz ‘karmaşık’ bir aşk hayatının olması. Erkek gibi giyinen kızları vardır. Gey karakterleri vardır. Venedik Taciri’nde daha açılışında “Neden bu kadar üzgün olduğumu bilmiyorum” der Antonio. Çünkü erkek arkadaşı evlenecektir. Bu karakterin ‘gey’ olduğunu anlamazsanız; oyunu da pek anlayamazsınız aslında.

 

You may also like

Comments

Comments are closed.