Hafta SonuKültür-SanatManşet

[FotoÖykü] Üç günlük chat – Sebat Çalı Krause

0

1. Gün

M: Merhaba nasılsın? Uzun zamandır seni Facebook’tan takip ediyordum ama nedense yazmaya cesaret edemedim. Ben M.

E: Aman Tanrım, gerçekten sen misin? Bu profil fake yani…

M: Evet…

E: Wauuu, çok ama çok şaşkınım şu anda!

M: Ben de.

E: Nasıl oldu da yıllar sonra suskunluğunu bozmaya karar verdin?

M: Oldu işte bir şekilde…

E: İyi misin?

M: Sayılırım, ya sen?

E: Ben de…

M: Nerde yaşıyorsun şimdi?

E: Geçici bir süreliğine Sana’dayım.

M: Orası neresi?

E: Yemen’in başkenti. ☺

M: Ha, tamam.

E: Peki, sen?

M: Ben hâlâ Berlin’deyim.

E: Moskova’ya geri dönmedin yani!

M: Evet, dönemedim. Üniversite bitince iş buldum ve kaldım.

E: Kaç yıl oldu, görüşmeyeli?

M: Oldu bayağı… on yıl?

E: Evet, galiba on… Bayağı bir zaman.

M: Sana’da ne ile uğraşıyorsun?

E: Arapça öğrenmeye geldim, dil kursundayım. Orta Doğu’da kaldığım sürede doğru düzgün öğrenemedim şu dili.

M: Ne zamandan beri uzaklardasın öyle?

E: Üniversite bitince çıktım yollara, dokuz yıl olacak.

M: Olmuş bayağı, Alman Arkeoloji Enstitüsü’ne girmişsin. Facebook’ta gördüm, hayalindi hatırlıyorum.

E: Evet, gerçek oldu. Mezun olur olmaz stajyer olarak girdim. Bir iki yılım kırık vazoların, çömleklerin parçalarını eşleştirip yapıştırmakla geçti… Sonra kazı çalışmaları için Mısır, Libya, Yemen gibi ülkeleri gezdik. En son Türkiye’deydim, Göbekli Tepe’de dünyanın ilk tapınağını kazıdım.

M: Ooo bayağı gezmişsin, ne güzel.

E: Yoruldum ama dönmek istiyorum Berlin’e. Masa başında çalışmayı da özledim. Sen neler yaptın?

M: Ben işletmeyi bitirir bitirmez Commerzbank’a girdim, halen ordayım. Defalarca ayrılmak istedim işten ama olmadı.

E: O bölümü de pek severek okumuyordun zaten.

M: Haklısın, bana kalsaydı boksör falan olacaktım ama…

E: Evlilik, çoluk çocuk?

M: Boşandım iki yıl önce. Çocuk yok. Ya sen?

E: Üzüldüm. ☹

M: Sen?

E: Ben evlenmedim hiç.

M: Neden?

E: Lezbiyen olduğumu keşfettim de ondan. ☺

M: ☺ Ciddi misin?

E: Şaka şaka. ☺ Zaman olmadı kazımaktan…

M: Çocuk istemiyor musun?

E: İstiyorum… bakalım… belki ilerde. Sen çocuk istemedin mi?

M: İstedim ama eski eşim istemedi.

E: Hımm, geçerli bir sebebi var mıydı?

M: Geçerli mi değil mi bilmiyorum ama vücut formu bozulacak diye korkardı.

E: Rus kadınların formları bozulmuyor genelde.

M: Rus olduğunu nerden bildin?

E: Tahmin diyelim.

M: Öyle mi? ☺

E: Senin gibi milliyetçi biri kendi kültüründen biriyle evlenirdi ancak.

M: Sence ben milliyetçi miyim?

E: Öyleydin seni tanıdığım zamanlar. Yeni kültürlere pek açık değildin.

M: Haklı olabilirsin, çok toy zamanlardı.

E: Şimdi değil misin?

M: Belki biraz daha az, bilemiyorum…

E: O da iyi ya. ☺ Benim uyumam lazım, Berlin’den iki saat öndeyiz. Yarın sabah erkenden sertifika sınavım var.

M: Öyle mi? Tamam ben seni daha fazla tutmayayım.

E: Hâlâ olayın şokundayım, sanki sen değil de başka biriyle konuşuyorum. Galiba ancak yarın özümserim sen olduğunu.

M: Yarın da yazabilir miyim?

E: Olur.

M: Kaçta müsaitsin olursun?

E: Senin saatine göre sekiz falan olabilir.

M: Yarınki sınavında başarılar. İyi uykular…

E: Teşekkürler, sana da.

Üç Günlük Chat - Onur Kırkaç

2. Gün

M: Merhaba, sınav nasıl geçti?

E: Selam, daha iyi olabilirdi ama sertifika almaya yetecek galiba.

M: Kesin daha iyi geçmiştir. Sen hep iyiydin dilde, Almanca kursunda sınıfta beni geçen tek kişiydin.

E: Ah evet, yarışırdık seninle. Kütüphanede sayfalar dolu kelime tekrarları yazardın ezberlemek için. ☺

M: Sense bir duyuşta sünger misali ezberlerdin.

E: Öyleydi, en rahat öğrendiğim dillerden biriydi Almanca, ama sevmezdim pek.

M: Rahatın da ötesi. Derste sıranın altından Türkçe roman falan okurdun. Yakalanmıştın bir keresinde. ☺

E: Aaa hatırladım, hatta hangi kitap olduğunu bile. Öğretmen, Türkçe okuyacaksan Almanca kursuna para verip boşuna gelme, demişti. ☺

M: Güzel günlerdi, o kurs dönemi…

E: Evet, güzeldi… ilk zamanlar…

M: Dersi kırıp kaçtığımızı hatırlıyor musun?

E: Evet.

M: Öğlen arası bitmiş, herkes sınıfa dolmaya başlayınca sen bana dönüp kaçalım mı diye sormuştun. Ben afallamıştım ilk önce. ☺

E: Ben de, beni güzel bir yere götür, demiştim, öyle değil mi?

M: Evet, çantaları kapıp kaçışımız, arkamızdan bakan meraklı gözler…

E: Ha ha evet, bana âşık diğerleri…

M: Arap ve Çinli çocuk. Hepimiz sabahları senin yanına oturmak için az mı mücadele verirdik. Bir gün çok erken gitmiştim kursa, henüz temizlik yapılıyordu içerde. Geçtim senin hep cam kenarındaki sırana kuruldum. Çinli gelip yanıma oturmasın mı?

E: Öyle mi? ☺

M: Kalk dedim anlamadı, sonra çantasını alıp başka sıraya koydum kızgın bir suratla. Çantasını kapıp bu sefer de senin yan sırana oturmaz mı pişkin pişkin. Yumruğu yiyecekti nerdeyse.

E: Zavallı. ☺ O kaçtığımız gün beni uzak bir yolculuğa çıkarmıştın. Hayatımın en uzun yoluydu o yol.

M: Evet metroda camdan bakıp bakıp, nereye gidiyoruz, diye sorup durmuştun.

E: Hatırlıyorum. Metro önce şehrin binalarının arasından süzülmüştü, sonra ağaçlar, yeşillikler ve göller belirmişti. Berlin’in o cennet köşesini ilk defa görüyordum.  Sizin evin önüne gelene kadar evine gittiğimizi de söylememiştin.

M: Sürpriz olsun istemiştim sanırım.

E: Sürpriz de oldu zaten. Annenler yoktu evde. Bana papatya çayı yapmıştın.

M: Başın ağrıyordu ya.

E: Öyle mi? Ben evin ayrıntılarını falan hatırlıyorum da başımın ağrıdığını hatırlamıyorum. Güzel bir evdi. Bahçeli, salonda deri kahve koltuklar, duvarda komutan dedenin madalyonlu yağlı boya portresi, annenin salon bitkileri…

M: Vay be! Hafızan çok kuvvetli!

E: Fotoğrafik hafızam iyidir.

M: Başka neler hatırlıyorsun?

E: Çok şeyler… İlk yakınlaşma, ilk öpücük, ilk el tutuşmalar…

M: Bana şey dedin: Beni öptün artık çıkıyoruz sayılır, ama ben tam emin değildim. Zaman gösterecek…

E: On dokuzluk bir kız için bayağı olgun cümleler.

M: Yaşına göre çok olgundun zaten. Öbür kızlardan seni farklı kılan da buydu, güzelliğin ve zekân da cabası.

E: Ne güzel iltifatlar, sağ ol. O kadar da güzel değildim… Asıl beni şu anda şoke eden, senin ne kadar çok şey hatırladığın ve eskisine nazaran ağzının daha çok laf yaptığı.

M: Değişiyor insan zamanla…

E: Öyleymiş. Bir ben değişemedim galiba…

M: Emin misin?

E: Bilmem, sanki hâlâ büyük aşklara inanan o küçük romantik kızım.

M: Görüştüğün biri var mı?

E: Evet, var.

M: Kim?

E: Ne önemi var, hem söylesem tanır mısın ki?

M: Anlatmak istemezsen sorun değil.

E: Biz arkadaşlarla bu gece bir bara gideceğiz, dansöz izlemeye. Çıkacağım birazdan. Sen ne yapacaksın?

M: Boks maçı izleyeceğim.

E: Hâlâ yapıyor musun o korkunç sporu? Yüzün gözün dağılacak diye ne korkardım.

M: Evet yapıyorum. Burnum kırık dolu.

E: Hadi ya!

M: Şaka şaka yüzüm gözüm yerinde ama işte başka kırıklar var…

E: Bilirim ben o kırıkları… Neyse, derin mevzular bunlar… İyi geceler sana.

M: ☹ Sana da iyi eğlenceler.

E: Sağ ol.

3. Gün

E: Şu an sabah saat beş ve otelin yakınındaki camiden gelen ezan sesiyle uyandım. Sokak köpeklerinin ulumaları da eklenince iyice uykum kaçtı. Sen çevirim dışısın. Orda gece saat üç olmalı ve muhtemelen uykunun en derin yerindesin ve rüyalarla boğuşuyorsun. Bense iki gündür seninle yazışmalarımızın gerçek mi, rüyam mı olduğuna karar veremiyorum. Belki konuşsak, sesini duysam bu belirsizlik silinip gidecek gibi fakat ona da cesaretim yok! Konuşursak bu inanılmaz büyü bozulacak sanki. Eskiden olduğu gibi telefon kapandıktan sonra tekrar duvarlara çarpıp yara bere içinde kalacağım kaygısı, içimde bir yerlerde sinsice pusuya yatmış bekliyor. Yıllarca günlüklerime senin için mektuplar yazdım. Şimdi yazacaklarım onların minik bir özeti olacak.

Toy zamanlarımızda tanışıp âşık olduk ama bir ilişki nasıl yaşanır bundan bihaberdik. Kültür farkı, yeni bir ülkeye olan yabancılık, gelecek telâşları ve arzuların gem vurulamazlığı gibi daha birçok şeyin etkisi altındaydık, tıpkı sarhoşlar gibi.

İlişkimizle ilgili çelişkilerim, korkularım o kadar büyüktü ki onları hayatımın neresine koyacağımı bilemedim. Görüştüğümüz altı ay süresince defalarca senden ayrılıp kalbini kırdım. Her ayrılıktan sonra mantığımla kalbimin azılı savaşında kalbim galip geldi ve sana geri döndüm. Ama en son ayrılıkta çok fena incinmiş olacaksın ki beni affetmedin. O anda kendince geçerli sebeplerin olduysa da onları hiçbir zaman açık yüreklilikle benimle paylaşmadın, aksine dilsiz, suyu kurumuş bir kuyuya kapattın kendini. Sana ulaşmam mümkün değildi artık. Kabullenemediğim bu suskunluk ruhumda azılı, hastalıklı ve hırslı bir direnmeyi tetikledi. Bu nedenle seni dört yıl boyunca bıkmadan usanmadan, sabırla ve tükenmeyen bir umutla aradım. Her geri çevirdiğinde gururum incindi, kendimden nefret ettim ama pes etmedim. O zor ve hüzünlü dört yılda büyüdüm, serpildim, tabularını yıkmaya hazır, aşkın bir ilişkideki yerini bilen bir genç kız oldum. Fakat sen katır inadınla o kızı görmek istemedin. Neden?

Mezun olup işe başladıktan sonra yavaş yavaş bir olgunluk ve sakinlik çöktü üstüme. Artık kendimi yaralamaktan yorulmuş ve bitkin düşmüştüm. Yaralarımı sarmanın vakti gelmişti. Kırık vazoları, bibloları, çömlekleri yapıştırırken, ruhumun ve kalbimin de kırıklarını, çatlaklarını yapıştırmaya başladım.

Kendime kalın duvarlarla örülü bir anıt mezar yaptım; içine seninle ilgili tüm hatıraları, ayrıntıları, sözleri, yaşanmışlıklar, kokuları, sesleri, melodileri, kurstaki Almanca defterime yazdığın o tek kelimeyi ve altı rakamlı telefon numaranı özenle yerleştirdim. Hatta bazılarını mumyaladım da. Sadece bu şeklide yaşamaya devam edebildim. Ara ara kapısını açar havalandırır ve muhafaza ettiğim şeylerin tozlarını alır, onları şefkatle okşayıp yerine koyardım. Her defasında beni acıtsalar da tamamen gömmeye ve karanlığa mahkûm etmeye el vermedi yüreğim.

Bir müddet sonra adın dilimin ucunda bir tüy gibi bitti. Her sabah uyandığımda ve her akşam uyuduğumda M nerde diye bir soru sordu iç sesim. Ben de bu soruyu defalarca Google’a sordum ama o da seni bulamadı. Hiç bir sosyal paylaşım sitesinde yoktun. Belki sen beni bulmak istersin diye kullanmıyor olsam da çoğuna üye oldum. Bir küçük umut ışığı yansın istedim. Ansızın bir gün kız kardeşin beni buldu o sayfalarda. Yazıştık bir süre. Sen bunu hissetmiş olacaksın ki, bir gün bana üzgünce şunu yazdı: Kusura bakma lütfen, abim seninle görüşmemi istemiyor. Senin deli olduğunu söyledi, ama ben öyle düşünmüyorum. Sadece onunla sorun yaşamak istemiyorum.

Ruhuma ve kalbime zehirli bir ok gibi saplanan deli kelimesi günlerce zonklayan bir ağrı ile yavaşça zehrini akıtıp o son umut ışığını da söndürdü.

Sonra günlüğüme aşkın kendisi delilik değil mi zaten diye bir teselli yazıp seni aramaktan da, o anıt mezara inmekten de vazgeçtim, üzerini kat kat toprakla örtüp, kendimi uzak diyarlara attım. Oralarda eşelediğim, kazıdığım toprak altında izlerini sürdüğüm geçmiş zamanlardaki yaşanmışlıkların izleri bana derman oldu. Yaraları deşmenin anlamı yok artık.

 

Mesaj iletildi

Görüldü.

Bu kullanıcı artık Facebook’ta yok.

NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.

5-Sebat-Çalı-Krause

 

Öykü: Sebat Çalı Krause

Fotoğraf: Onur Kırkaç

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.