Bungun bir hava vardı, bir mucizenin gerçekleşmesi olanaksızdı. Ölü gömme töreninden dönen gri bulutlar tüm gökyüzünü kaplamıştı. “Uyan” sözcüğü esrarlı bir şekilde boşlukta salınıyordu. Çıt sesiyle irkildi, kafasını kaldırdı. Yaşlı bir yaprak koptu yaşamdan, ağır ağır salındı boşlukta. Yerde, diğerlerinin yanına yumuşak bir iniş yaptı. Yaprağı seyretti adam, o yaprak bile yalnız değildi. Birden içinde yaprakları ayaklarıyla çiğneyip dağıtmak, çıkan sesleri hınçla dinlemek isteği geçse de yerinden kalkmadı. Tahta bankın demir kolluğu soğuktu, yine de elini çekmedi, parmak uçlarından sol elinin ayasına, oradan koluna ve tüm vücuduna yayılan bir ürperti dolaştı. Mevsim ne zaman değişti, en son geldiklerinde laleler vardı bahçelerde. Yakıcı damlaları daha fazla tutamadı, bilyeler gibi yuvarlandılar yanağından.
Bir kadın geçiyor önünden, koku bulutunun içinde ayakları yere basmıyor da uçuyor gibi hafif, uzaklaşıyor. Saçlarına takılı kalıyor gözleri, uzun kızıl saçlar. Kor gibi yakardı yüreğini. Koşsa ardından, tutup kendine çevirse, aynı gözler mi? Anlık düşüncesinden hemen pişman oluyor, sevdiği yanında, birlikte oturuyorlar ya, saatlerdir bu bankta. Bankın üzerine kazınmış yazıları birlikte okuyup güldüler ya. O gözyaşları gülmektendi, ağlamaktan değil. Kum saatine benzer bir aşk vardı orda; kalp dolu kısım, akıl boş kısımdı. Kendi aklı nerdeydi şimdi, kim bilir?
Günlerden pazar olmasına rağmen park tenhaydı. Hava soğuk, güneş bulutların arkasına saklanmış, yüzünü göstermeye hiç niyeti yok. Onun ise insan içine karışacak durumu yok, çıplak kalmış ağaçları seyredip daha da üşüyecek. Tam karşısında asırlık bir çınar ağacı var, tanığı olduğu olayları anlatsa da dinlese, o da kendi hikâyesini anlatsa, dost olsalar, gövdesinde bir yer açsa, ona sığınsa…
Ceketinin yakasını yukarı doğru kaldırdı, boğazı içten içe yanıyordu, yarın olursa eğer, yataktan hasta kalkacaktı. Yatak, evini çağrıştırdı, canı sıkıldı. Boş odalarda gezinmek, neye el atsa bir boşluk, eli hep havada kalacaktı.
İnceden inceye, fark ettirmeden yağan bir yağmur başladı. Oturduğu yerden kalkmak için işte bir neden, yağmur. “Bana kalsa kalkmazdım ya… üşürsün, hastalanırsın. Sana kıyamam. Ama istersen biraz daha kalırız. Ellerini ver. Şimdi ısıtırım onları.” Bir türlü kalkamıyor. Saçlarından gözlerine damlalar iniyor, belki de ağlıyor. Gözleri de ıslak, yüzü de, elleri de. Tüm vücuduna yayılan bir titreme, dişleri çarpıyor şimdi, sıkıyor kendini, ağzını kilitliyor. Dizlerinin titremesi bir geçse kalkacak belki, kalkamıyor, gücü yok. Az önce son kalan yaprağını da döken ağaçtan damlalar yüzüne yüzüne düşüyor, ağaç kendi yoksulluğuna mı, adama mı ağlıyor bilinmez. Adamınsa gözleri, dudağı sımsıkı kapalı, iki elini dizlerinde birleştirmiş, dizlerinin titremesini önlemeye çalışıyor. “Artık üşümüyor musun? Peki, biraz daha kalalım. Bak bir martı, ağzındaki balığı görüyor musun? Nerde deme, bak göğe. Alçaldı, üstümüzde dönüyor, elimi uzatsam kanadını tutarım, bak işte gidiyor, yükseldi, pike yapıp gitti. Seninle bir gün denizi olan bir kente gideriz, martılar çoktur orada, istediğin kadar görürsün, karabatak da vardır. Kurudum kaldım bu kentte diyorsun ya, denizkızım seni ait olduğun yere götürürüm. Biliyorum bir an önce gitmek istiyorsun, biz de bir an önce gideriz. Sen benim elimi bırakma yeter. “Denizkızı girmiş düşünceme, ben iflah olmam.”
Yağmur başladığı gibi usul usul sona erdi. Gözlerini açtı, kızarmıştı gözleri, günlerce ağlamış gibi yanıyordu. Demir kolluktan pas kokusu çarptı burnuna, ardından yeni bir başlangıca çağıran toprak kokusu. İçine çekti kokuyu, derin derin soludu. Kendi toprağı da böyle kokardı, hayalleri için terk ettiği toprağı. Şimdi o kokuya iyot kokusu süzüldü, koku çoğaldı çoğaldı, engin denizleri taşıdı ayakları dibine. “Deniz yatışmış, dalgaların sesi ninniye dönmüş, kapa gözlerini, yaslan omzuma. Görmek istediğini ben sana anlatırım.”
Hava kararmaya başladı, derin bir sessizlik çöktü parka. Kulak kabartsa yerde yürüyen karıncanın ayrılık türküsünü duyabilirdi. Çıplak kalmış ağaçlar, yuvasını şaşırmış karınca, bank ve adam bu dünyadan silinmiş, uzayda bir yerlerde kendi yazgılarına terk edilmişçesine ıssızdı. Islanmıştı, yalnızdı, yorgundu ve üşüyordu. Ama bir türlü oturduğu banktan kalkıp evine gidemiyordu. Belki bir evi de yoktu. Adımını atsa uzayın o diliminden boşluğa uçacaktı, dağılacak sonra bin parçaya ayrılacaktı. Belki parçalanmıştı da, parçalarını toplamaya çalışıyordu. Uzaktan onu seyreden biri, saatlerce ayakuçlarına bakan bir deli derdi, bazen ağzı açılıp kapanıyor, cümleler havada asılı kalıyor, o ise cümleleri alıp yanına yığıyordu. Yanındaki boşluk kelime yığınlarıyla kaplanmıştı, ola ki başka birine, söz gelimi onu uzaktan seyreden kişiye yer yoktu. Yerinden kalkıp gidemiyordu, çünkü bütün o yığını nasıl taşıyıp götürecekti, onlar sevgiliye söylenmişti. “Adını unuttum neydi, öğrencilerime defalarca anlattım oysa, şizofreninin bir türü. Saatlerce belki günlerce kıpırdamadan durursun, en temel ihtiyaçlarını gidermek için yakınlarına ihtiyacın vardır. Sana ihtiyacım var.”
Yarın bu banka başkaları oturacaktı, belki başka sevgililer, güzel sözler söyleyeceklerdi birbirlerine ya da kavga edeceklerdi. Ama hiç biri bilmeyecekti, o, bu bankta ilk defa tutmuştu sevdiğinin elini. İlk defa bu bankta ona sevdiğini söylemişti. Öyle çok seviyordu ki nefes alıp verişleri bile ayrı olmasın istiyordu, aynı gözlerle baksınlar hayata, aynı havayı koklasınlar, aynı şeylere dokunsunlar. Aynı rüyayı görsünler istedi, içinde yalnız ikisinin olduğu. Sevdiği yalnız onu beklesin, onu merak etsin istedi, eve kapattı. Onun iyiliği için, sokaklar tehlikeli, tekinsiz bakışlı insanlar doldurmuştu her yeri, birbirini ite kaka ilerliyor, birbirinin üzerine basıp bir yerlere gelmeye çalışıyorlardı. Vahşi ve acımasızdılar. Sevdiğini korumak istedi. Sevdiği, karısı, gönül yarası bir türlü anlamadı, gitmek için ısrar etti. Gitmek ve bir daha dönmemek. Nasıl izin verirdi, nasıl gitmesine göz yumardı? Çalışmasına gerek yoktu, az da olsa kazanıyordu, ikisine de yeter. Yeniden anlattı karanlık sokakları, dinlemedi. Öfkelendi. Zayıftı işte, kabaran öfkesini bastıramıyordu. Öfke canavarı vücudunun her hücresini ele geçirmişti ve kararlıydı, evden çıkamazdı. Kapıya uzanan ellere baktı bir an, atıldı üzerine. Sis bulutunun ardından yaptıklarını gördü, elleri o kuğu boynu sıkıyordu, kızarmıştı, sesi çıkmıyordu, yeşil gözleri korkuyla açılmış, bakışları bir noktada donmuştu, direnemedi, yere yığıldı. Adam kapının önünde öylece kalakaldı, ne çabuk olmuştu her şey. Hızlı sarılmış film gibi, geri almak istedi. Düşteydi, birazdan uyanıp yanında derin derin soluyan sevdiğini görecekti, sarılıp saçlarının kokusunu içine çekecekti. Bekledi, sis bulutu dağıldı, sevdiği yerde hareketsiz yatıyordu. Uyanmasını bekledi, o ise uyanacağı yerde beyaz teninin üzerine mor çiçeklerini savuruyordu, dokundu onlara, içi ürperdi.
Bungun bir hava vardı, bir mucizenin gerçekleşmesi olanaksızdı. Ay bile arkadaşlık etmeyecekti bu gece sevdiğini öldüren adama. “Ay ışığı sevenleri aydınlatır,” dedi asırlık çınar, “sen kötülüğünü akıt karanlığa.” Banktaki adam duymadı çınarı, yanındaki boşluğa kelimelerini yığmakla meşguldü.
NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.
Öykü ve Fotoğraf: Sevtap Ayyıldız