Yeşeriyorum

Ekolojistler Anayasa Referandumunda Neye Göre Karar Verecek? / Alidost Numan

0

Son aylarda sol veya sağ birçok politik hareketin içinde olduğu gibi, ekolojist hareketin içinde de önümüzdeki referendumda alınacak tavır konusunda bazen hararetli bir tartışma dönüyor. Öncelikle ifade etmek isterim ki, birçoklarınız gibi benim de gönlüm bu tartışmanın daha kapsamlı bir değişiklik teklifi etrafında dönmesini, toplumun bu kadar enerjisinin kayda değer bir tartışmaya gitmesini isterdim. Bu tartışma kapsamında, hâlâ  ağırlıkta olduğuna inanmak istediğim bir grup anayasa değişikliklerinin kazanımlarını görüp, ama daha ziyade reddinin Türkiye ve demokratik gelişimi açısından nasıl bir konjektürel dönüm olabileceğine dayanarak “yetmez ama evet”, “herşeye rağmen evet” demeyi tercih ediyoruz. Buna karşılık başka arkadaşlar iki temel nedene atıfla referandumda “hayır” oyu kullanmaktan yana. Bu nedenlerin birincisi anayasa değişikliğinin yürütmenin yargı üzerinde bir hakimiyet kuracağına dair bir inanç. Bu noktadan hareketle sundukları muhalefetleri, referandum usulüne dair bazı çekincelerle takviye ediliyor. İkinci itiraz nedeni ise, yine ayni kuvvetler ayrılığı tereddüdünden hareketle daha pratik, biraz da genellemeci ve belki kısa-görüşlü bir mantığın eseri ve temel olarak mahkemeleri ekoloji mücadelesinde hâl-i hazırda son savunma hattı olarak görmekle alakalı. Mahkemelerin AKP hakimiyeti altına girmesi tehlikesinin birçok ekoloji ve hak mücadelesinde AKP hükumetinin neoliberal ajandasına karşı savunmasız kalınması anlamına geleceğine inanılıyor. Kuvvetler ayrılığına tecavüz noktasında, bir müddet önce Ahmet İnsel’in de ifade ettiği gibi hayli bir mübalağa sözkonusu (Radikal 2, 18.07.2010). Bu görüşün savunucularının kiminde, daha ziyade salt hukuki ahlakçılığa ve mükemmeliyetçiliğe dayanan, bu anayasa değişikliğine, davranışlarının sonuçlarını tartmadan, kökten itiraz etme eğilimi var; kiminde ise belki süper-sekülerist bir tavırla, belki de hükümetin kokunç doğa yıkımının intikamını alma isteğiyle izah edilebilecek AKP’ye her noktada muhalif durma eğilimi. Ben, nedeni ne olursa olsun, bu ‘ya hep ya hiç’ yaklaşımını genel olarak ekolojist hareket için değil, bu toplum için de tehlikeli buluyorum.

Hepimizin yakından ilgilendiği doğa koruma konusunda, yerindelik denetiminin kalkıyor olması meselesinin sonuçlarının öne sürüldüğü kadar karamsar bir tablo olmadığını savunan doğa savunucusu ve hak savunucusu hukukçuların da olduğunu da hatırlatmak isterim. Bu hukukçuların arasından Yeşiller Partisi’nden Kemal Tuncaelli’nin argümanına göre, yerindelik denetimi yapmak, seçilmemiş bir erk olan yargıya afaki ve ideolojik kararlar verme yetkisi vereceiğnden dolayı idare hukuk kurallarina aykırı bir olgudur. Anayasa’da da buna yasak getirilmesi, hukuki ve demokratik bir açıklık getirmeden başka birşey değildir. Anayasa’ya bunun eklenmesinin bütün çevre davalarını sekteye uğratacağı ya da davaların kaybedileceği korkusu da eşit derecede yersiz. Zira, şimdiye kadar açıllmış ve kazanılmış davaların genel gerekçesi yerindelik denetimi değil hukuka uygunluk kriteridir. (Yeşil Gazete, 11.08.2010) Bundan sonra da ayni sekilde davalar devam edecektir. AKP’nin yargi uzerinde tahakkum kuracagi paranoyasına da itibar etmiyorum. Ne de olsa hukuki çercevemiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve protokolleri, AİHM hukuku çerçevesidir; AB reformları ve demokratikleşme devam ettikçe AKP ya da yerine gelecek herhangi başka bir hükumetin otoriter eğilimleri hakim çıkamaz. yeter ki bu eksen kaybedilmesin… benim için önemli olan odur, ve bu anayasa reform her ne kadar yetersiz, her ne kadar problematik olsa da bu reformların önemli bir parçasıdır.

Bir ““hayır” sonucunun ekoloji hareketi ve genelde ülke için tehlikeli olacağı görüşümü açmak için şu soruyu mütalaa etmek yeter: Referandumdan “hayır” oyu çıkarsa ne olabilir? Sandığa gitmeden önce hepimiz bu sorunun cevabını yeterince düşünmeliyiz. Türkiye’deki statükocu güçlerinin, onların katkılarıyla kısmen aksak sakat gitmekte olsa da, demokratikleşme eğiliminden, toplumun çoğulcu bir şekilde yeniden oluşmasından ne derece rahatsız olduğunu, beyanlarından değilse, bu gidişatı tersine çevirmek için kurdukları planların üstüste ifşasından biliyoruz. Son aylarda AKP hükümetinin yağmalarına, yıkımlarına olan kızgınlığımız bunu zihinlerimizde biraz arka plana itmiş olabilir, ama hatırladığımızda tehdit ortada. “Hayır”ı savunan ekolojistleri tabii ki tenzih ederim, ama anayasa referandumuna itirazlar da, kızıl-elma ekseninde bir kamplaşma yansıtmakta; adeta referandumdan “hayır” çıkmasından meşruiyet kazanmak niyetinde bir gurup fırsat kollayıcısı var. Referandumda bir “hayır”ın ardından bu ülkede belki şiddetli, belki daha yavaş, ancak kesinlikle bir rüzgâr dönümü olur; bundan hiç bir şüpheniz olmasın. Peki, otoriteryan, nasyonalist güçler siyasetçisiyle, askeriyle, bürokratıyla kuvvetli bir ittifakla tepemize abandığında kendimizi nasıl bir ortamda bulacağız? Bu değişiklikleri reddedikten sonra dönüp rahatça tam demokratik yeni bir anayasa çalışması yapabilecek miyiz sanıyoruz? Yoksa perçinlenen Kemalist rejime sadık savcılar, hakimlerin mesela Yeşil Gazete’deki Kürt sorunuyla ilgili biraz dişli yazılarımızı mübah göreceğini mi zannediyoruz? Merkeziyetçi, militarist bir rejimin çevre yaklaşımının AKP’ninkinden daha parlak veya daha şeffaf olacağına inanıyor muyuz hakikaten?; ya da böyle bir ortamda hangi mücadeleyi yürütebileceğimizi düşünüyoruz? Sivil alanın geleceği ne olacak?

Belki biraz fazla sosyal analize kayacağım, mesleki zaafımdır. Siyasi erkin toplumsal dinamiklerden nispeten otonom geliştiği bir toplumda yaşıyoruz. Zaman zaman çok kuvvetli toplumsal hareketler olmuş olsa ve toplum da devletten devletin toplumdan olduğu kadar otonom olabilmiş olsa da, modernleşme sonrası devirde, ki son 150 küsur yıldan bahsediyorum burada, otoriter rejimler kendilerini gittikçe takviye etmiş ve Kemalist deneyimde de kendi gerçeklik anlayışlarını topluma empoze etme projesini uygular bir hâl almışlardır. 50 Sonrası belli liberal ajandalar bunu kısmi bir şekilde sorgulamış olsalar bile, bana kalirsa AB müzakere süreci başlayıncaya kadar gelenek gerçek anlamda kırılmamistır. Ancak, özellikle Türkiye, Rusya gibi otoriteryan, toplumdan otonom devlet gelenekleri olan yerlerde otoriteryanizme bir geri dönüş çok mümkün; Rusya bunu yaşadı. Bizim için şu anda bunu kırmak ise, ancak, Almanya örneğinde yaşanmış olduğu gibi, bir ekonomik serbest pazar değil bir barış projesi olarak telakki edilecek AB dinamikleri dahilinde mümkün. Hangi saygın siyasetbilimciye sorarsanız sorun, size AKP’nin, kendi burjuvazisini beslemesi ve kadrolaşması bir yana, kendini 90lar boyu sorgulamış bir siyasi İslam’dan menşi sivil ve ancak çoğulcu bir toplum içinde varolabileceğinin farkında bir hareket olduğunu söyleyecektir. Bu bağlamda ehven-i şer olanlar da maalesef- tüm doğa katliamlarına, kadrolaşmalarına, kendi yeni burjuvazilerini fütursuzca beslemelerine, büyütmelerine rağmen, askeri-bürokratik ittifak değil bu sivil harekettir. 90ların sonunda 17 Ağustos sonrası sivil toplum uyanışı ve Hrant Dink’in katlini takip eden isyanımizın sivil otonomi açısından bizlere kazandırdıklarını korumanın yolu Kemalist dikta özlemi içinde olanlarla birlikte hareket etmek değil, sivil güçlerle hareket etmektir. Zira emin olun, Ergenekon bir şaka değil, Kemalist bir restitüsyonu, irticayı, dört gözle bekleyen, planlayan asker, bürokrat, hukukcu, siyasetçiler az değil, ve hatalarımız sonucu o gün gelirse en büyük zararı görecek olan bizim özgürlükçü mücadelemizdir, ekoloji mucadelesi de buna dahil. Görebildiğim tek yol kuvvetli bir şekilde “yetmez ama evet” demek ve ardından devam etmekte olan bir normalizasyon süreci içinde yeni ve özgürlükçü bir anayasa için çalışmak. Demokratikleşme ve AB süreçleri dahilinde AKP’nin otoriter eğilimleri ancak bir yere kadar gidebilir, ama Kemalist, militarist bir rejimde bizi ne karanlıklar bekler, sadece meçhul kalsın diyeceğim.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.