ManşetDoğa

Doğayı görünür kılmak: Bir fırsat mı yoksa felaket mi? – Sabriye Ak Kuran

0

Yarım asırdan uzun bir zamandır bilim insanları ve çevreciler doğal kaynakların kirletilmesi ve aşırı kullanımı sorununa dikkat çekiyor ve bu kaynakları korumanın yollarını arıyor. Yani çevreyi koruma girişimleri sadece bugünün meselesi değil. Dün vardı, bugün de var ve kuvvetle muhtemeldir ki yarın da olacak. Bugün yeni olan şey ise, çevreyi koruma konusunda üretilen ve geliştirilen çözüm yolları. 1940’lı yıllarda kalkınma stratejileri içerisinde çevre görece ikinci plandaydı. 1970’li yıllarda Stockholm Konferansı’nda alınan kararların da etkisiyle çevre ve kalkınma arasında bir ilişki kuruldu ve çevrenin korunması kalkınmayı etkileyen önemli bir konu olarak kabul edildi.

20’inci yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde ise, önceki dönemlerden farklı bir şey oldu. Çevre korumanın kendisi bir kalkınma politikasına dönüştü. Esasında bu dönemde de teorik söylem aynıydı; kalkınma. Farklı olan çevre koruma politikalarının çevresel gelire dönüştürülmesi, bu yolla yoksulluğun azaltılması dolayısıyla çevrenin bir kalkınma aracı haline getirilmesiydi.[1] Diğer bir deyişle, geçmişte sermaye birikiminin önünde bir engel olarak görülen çevre koruma günümüzde bir fırsat ve zenginlik kaynağı olarak görülmeye başlandı. Bu farklılığı vurgulamaktaki amacım ise, eski koruma geleneği ile günümüz koruma anlayışı arasında kutuplaştırıcı bir tartışma ortaya atmak ya da var olanları yeniden gündeme getirmek değil yeni koruma anlayışını aydınlatmaya çalışmak.

Peki, bu ne anlama geliyor?

Pazar temelli yeni koruma anlayışı Rio Konferansı’ndan bu yana gündemimizde ve o zamandan beri de gündemdeki yerini kimseye bırakmıyor. Bu yaklaşımda pazar koruma için öyle bir -sözde- deva haline getirildi ki doğayı satmak birçokları için onu korumanın tek yolu haline geldi. Burada verilmek istenen mesaj ise çok açıktı: Doğayı korumak istiyorsanız onu görünür kılmalısınız, bunu ise ancak ona ekonomik bir değer atfederek yapabilirsiniz. Bu mesaj bir anlamda toprakların, ormanların, balıkların, minerallerin ve enerji kaynaklarının ekonomik değerinin hesap edilebildiği ve bu şekilde kalkınma kararlarının güvence altına alındığı ve geliştirildiği bir dünya anlamına geliyor. Kısacası, amaç “ekonomik olarak görünmez” olan doğayı görünür kılmak.

‘Ekosistem hizmetleri’

“Bu nasıl mümkün olabilir, nehirler, ormanlar ve mercan resifleri gibi doğal varlıkların parasal değeri nasıl tahmin edilebilir?” diye soranlar olabilir aranızda. Merak etmeyin! Sorularınız yanıtsız bırakılmamış. Bu yaklaşımın savunucuları, doğanın insanlığa sunduğu gıda, hava, su, enerji ve barınak gibi tüm yararlı işlevlerinin bir envanterinin çıkartılabileceğini iddia ediyor. Bu işlevlere de ekosistem hizmetleri adını veriyor. Böylelikle doğa birbirinden ayrılabilir, birbirinin yerine ikame edilebilir ve en önemlisi fiyatlandırılabilir bir ekosistem hizmetleri kümesi haline geliyor.[2]

Bunu somut bir örnekle açıklamaya çalışayım. Ekosistem hizmetleri pazarını savunanlar, ahşap varlıkların ahşabın türü ve kullanım alanlarına (inşaat, mobilya ve yakacak odun gibi) göre ayrıştırılabileceğine ve her birinin fiyatlandırılabileceğine inanır. Milli parklar gibi koruma alanlarındaki ağaçların ekonomik değeri ise, sıfır olarak kabul edilir. Gerekçesi ise, hasat edilememeleridir.[3] Yani, insanlar ve doğa arasındaki çok yönlü bağları unutur doğayı da tamamen ekonomik bir değere indirgersek bütün sorunlarımız çözülmüş oluyor. Bu size de çok saçma ve tuhaf gelmiyor mu? Şimdi sıkı durun! Çünkü tuhaflıklar bununla da sınırlı kalmıyor. Hatta durum daha da kötüleşiyor.

Pazarın arkasında kimler var?

Tahmin edilebileceği gibi, doğanın fiyatlandırılması kendiliğinden gerçekleşemez. Bu sürecin arkasında toplumun çeşitli kesimlerini temsil eden ve ortak bir motivasyona sahip olan onlarca aktör var. Uluslararası kurum ve kuruluşlar, çokuluslu şirketler, finans sektörü, uzman yatırım kuruluşları ve piyasa yapıcılar, üniversiteler, araştırma enstitüleri ve danışmanlık şirketleri bu sürecin ana mimarlarından.[4]

Benim durum daha da tuhaflaşıyor dediğim ve problemli olarak gördüğüm nokta ise, dünyanın önde gelen koruma gruplarının da bu tehlikeli mekanizmaya dâhil olmuş olarak doğa ekonomisine destek vermeleri. Bunun temel sebeplerinden birisi, koruma gruplarından bazılarının bu mekanizmayı kullanmak isteyen şirketlerle güçlü bir iş ortaklığına sahip olması. Yani, koruma grupları bir yandan yerel toplulukları çevreye zararlı uygulamalarını önlemeleri konusunda teşvik ederken diğer yandan iş ortaklarının çevreye zararlı ve yerel toplulukların geçim kaynaklarını tehdit eden uygulamalarına yardımcı oluyor.[5] Bu ise, mevcut durumu içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklüyor.

Doğa ekonomisi

Yeni bir ekonomi modeli üretildiğine ve bu modelin destekleyicileri de bulunduğuna göre, sıra bu fikirlerin gerçeğe dönüştürülme aşamasına geldi. Zaten su için bir pazar vardı. Esneklik mekanizmaları aracılığıyla karbon için de bir pazar oluşturulmuştu. Doğanın insanlığa sunduğu hizmetler yalnızca bunlarla sınırlı olmadığı için onlar da sınır tanımadılar. Piyasa fiyatı olmayan her şeyi fiyatlandırmaya başladılar. Neler mi yaptılar? Ağaçlardan arılara, mercan resiflerinden kurtlara kadar ne varsa hepsine fiyat etiketi koymaya çalıştılar. Mesela, sulak alanların değerini hesapladılar: 3,4 milyar dolar. Hem de yıllık. Bu hesabı yaparken sulak alan tipi, kişi başına gelir, nüfus yoğunluğu ve sulak alan büyüklüğü gibi değişkenleri kullandılar.[6]

Sonra arıcılık sektörüne el attılar. Arılar tarafından üretilen balın ticareti yetmemiş olmalı ki, arıların sağladığı tozlaşmanın ekonomik değerini tahmin ettiler. Yılda yaklaşık 213 milyon dolar. Bu da yalnızca İsviçre arıları için geçerli bir rakam.[7] Arılar olmasaydı insanlığın sadece dört yıl ömrünün kalacağı düşünülecek olursa az bile.

Bu hesaplamaları yaparken mercan resiflerini de unutmadılar. Yanlış yönetilen turizmin bedelini yönetenlerin değil mercan resiflerinin ödemesi uygun görüldü. Çünkü mercan resiflerinin 6,2 milyar dolarlık faydası çöpe atılamazdı. Üstelik bu ekonomik fayda yalnızca Mercan Üçgeni alanı için geçerliydi.[8] Bitti mi? Hayır. Kurtları bile etiketlediler. Kurtların varlık değeri ise, 8.300.000 dolar.[9] 

Yaptıkları, söylemi uygulamaya geçirmekle de sınırlı kalmadı. Eğer olur da mesajı net olarak anlayamazsak diye kaybedeceklerimizi de hatırlattılar. Stanford Üniversitesi liderliğinde yapılan yeni bir çalışmayla interaktif bir harita hazırlandı. Bu haritada hem doğanın insanlığa sunduğu mevcut katkılar gösteriliyor hem de gelecekte yaşanması muhtemel değişikliklerden kaç kişinin etkileneceği. Haritanın Türkiye açısından neler işaret ettiğine bir bakalım. Haritaya göre, gelecekte doğanın Türkiye’ye katkısı %43 düzeyinde olacak. Bununla birlikte, doğanın insan ihtiyaçlarını karşılama yeteneği de azalacak ve bu kaynaklardaki bozulmadan dolayı 43 milyon insan etkilenecek. Ürün kaybı ise, iki  milyon insanı besleyebilecek düzeyle denk olacak.[10] Yani, nüfusumuzun büyük bir bölümü risk altında olacak. Bu sorunla mücadele etmek için tek yapmamız gereken şey, doğanın değerini bilmek. Ama ekonomik olarak.

Doğayı satmak gerçekten bir çözüm olabilir mi?

Yazıya başlarken bir soru sormuştum: Bir fırsat mı yoksa felaket mi, diye. Sanırım bu sorunun yanıtı çok açık. Koruma gruplarının bile dâhil olduğu böylesine tehlikeli bir mekanizmanın fırsat yaratması mümkün değil. Kabul edelim! Doğanın ekonomik değerini görünür kılarak tahribatının durdurulabileceğini iddia eden bu anlayış ile sorunların üstesinden gelinemez. Bir fırsat yaratılamaz. Bu, sorunu daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bunun ne doğaya ne de ona bağ(ım)lı topluluklara bir faydası olmaz. Kazanan yine şirketler ve onların ortakları olur. Kısacası, doğanın korunması fiyatlandırma ve ekonomi ile çözülebilecek bir konu değil, siyasi irade gerektiren politik bir meseledir. Aksi halde, Oscar Wilde’nin deyişiyle “Her şeyin fiyatını bilen ancak hiçbir şeyin değerini bilmeyen” insanlara dönüşmemiz an meselesi.

*

[1] Ferda Uzunyayla, “Yeşil Kalkınma: Kalkınma Yazınında Süreklilik mi Farklılaşma mı? Biyoçeşitlilik Piyasası Örneği,” Mülkiye Dergisi, Cilt 41, Sayı 3, 2017, s. 12.

[2] Alessandro Runci, Biodiversity Offsetting: A Threat for Life, How A New Dirty Trick is Facilitating the Destruction of Nature and the Eviction of Communities from Their Lands, Belgium, Counter Balance, 2017,  s. 8.

[3] WAVES, Natural Capital Accounting: Forest, (Erişim 06.09.2020).

[4] Jutta Kill, Economic Valuation of Nature: The Price to Pay for Conservation?, Belgium, Rosa-Luxemburg-Stiftung, Brussels Office, 2014, s. 25-31.

[5] A.g.y., s. 30.

[6] Luke Brander ve Kirsten Schuyt, Benefits Transfer: The Economic Value of World’s Wetlands, The Economics of Ecosystems&Biodiversity, 2010, s. 1.

[7] Peter Fluri ve Rainer Frick, Economic Value of the Pollinating Service Provided by Bees in Switzerland, The Economics of Ecosystems&Biodiversity, 2010, s. 2.

[8] UN Environment, ISU, ICRI ve Trucost, The Coral Reef Economy: The Business Case for Investment in the Protection, Preservation and Enhancement of Coral Reef Health, 2018, s. 10.

[9] John Duffield, The Value of Wolves for Local Communities in the Greater Yellowstone Area, USA, The Economics of Ecosystems&Biodiversity, 2010, s. 2.

[10] Bahsi geçen interaktif harita için tıklayın (Erişim 07.09.2020).

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.