Yeşeriyorum

Doğal kaynakların Kapitalizm ve Komünizm ile imtihanı

0

Doğduğumdan beri insanların ve toplumların gündemini meşgul eden en önemli şeyin, kapitalizm-komünizm tartışmaları olduğunu gözlemledim. Bu iki farklı politik görüş, ben doğmadan çok önce de, doğduktan sonra da insanları birbirine düşürdü ve pek de bir uzlaşıya varılamadı. Kapitalistlere sağcı, komünistlere solcu denildiğini kolayca öğrendim ancak bunun neden böyle olduğunu öğrenmek pek kolay olmadı. Sonradan gördüm ki işin aslı şuymuş: 1789 yılında Fransa’ da halk, toprak ağalarına karşı ayaklanmış ve yönetimi ele geçirmiş. Bir meclis kurulmuş ve işçiler, köylüler sol tarafa; tüccarlar, orta sınıf diğer kişiler sağ tarafa oturmuş. İşte sağcı, solcu kavramı buradan çıkmış. Buna göre solcular genelde el emeği ile çalışan, mevcut durumdan şikayetçi, bir şeylerin değişmesini isteyen kesim; sağcılar ise mevcut durumdan memnun sayılabilecek ve çok fazla değişim olmasını istemeyen muhafazakar kesim olmuş.

Aslında sadece ekonomik açıdan bakarak sol ve sağ görüş arasında genel fikir farklılığını, küçük ve bağımsız bir köy üzerinden anlatırsak şöyle diyebiliriz:

Bir Köy Örneği Üzerinden Sağ ve Sol Görüş Farkı

Solcular (komünizm görüşü): “Gelin tüm üretim araçlarımızı, traktörlerimizi, tarlalarımızı, danışmanları ortak kullanalım. En uygun yerde ne yetişir, hangi üründen ne kadar ekmek gerekir, hasat edilen ürünleri nasıl ortaklaşa satarız? gibi konularda fikir birliği yapalım. Böylece aynı işi çok daha verimli ve ucuza yapar, sonucunda da hepimiz daha mutlu oluruz. Örneğin herkese ayrı ayrı 10 traktör yerine belki 2 traktör ile köyün bütün işlerini yaparız ve geri kalan 8 traktörün parasını paylaşırız.”

Sağcılar (kapitalizm görüşü): “Ben komşudan 3 kat fazla çalışıyorum. Babamdan kalan tarla daha verimli ve büyük. Hem daha da akıllıyım. 5 yıl sonra yan tarlayı da alır, 10 yıl sonra iki tarla daha alır ve buraları çalıştıracak işçiler tutarım. Yani 15 yıl sıkı çalışsam sonra kazandıklarımla krallar gibi yaşarım. Neden herkesle eşit olacakmışım ki? Herkes kendi işine baksın, iyi olan kazansın.”

İşte bu iki farklı görüşten hangisinin daha iyi olduğuna bir türlü karar verilemediği için yıllarca kavgalar edilmiş, acılar çekilmiş, kan gövdeyi götürmüş. Kapitalist ve bireyci sağ görüş her ne kadar uluslararası anlamda kabul görmüş gibi görünse de komünist ve toplumcu sol görüş, büyük kitleler tarafından savunulmaya ve mevcut tüm sorunların ana kaynağının kapitalizm olduğunu söylemeye devam ediyor.

Dediğim gibi tüm bu süreci doğduğumdan beri anlamaya çalışıyorum. Geçmişte olanları öğrenmek için okuyor, araştırıyorum. “Acaba hangisi daha makul?” diye düşünüyor, tartışıyorum. Genel olarak vardığım sonuç, bireylere de özgürlüğünü verebilecek sol düzenin daha iyi olduğu yönünde… Zaten kalıcı olabilmiş tüm medeniyetlerde adil paylaşımın; köylerde imece, salma gibi uygulamaların esas olduğunu fark ediyorum.

Ancak etrafıma baktığımda, tüm sistemin sağ görüş üzerine odaklanmış olduğunu, her bireyin kendini kurtarmaya çalıştığını; bunun sonucunda da mevcut kaynakların hunharca sömürüldüğünü ve çoğunluk fakirleşirken bir azınlık grubun zenginleştiğini görüyorum. İşte son zamanlarda yeni bir kavram süzüldü körleşmiş insan beynimin kıvrımları arasına: Doğal kaynaklar!

Doğal Kaynaklar

Hava, su, toprak, bitki örtüsü, hayvanlar ve madenler Dünyanın doğal kaynaklarını oluşturur. Doğada kendiliğinden oluşmuş, insan aklı ve tekniğinin ürünü olmayan, meydana gelme aşamalarında insanın herhangi bir rolünün bulunmadığı bütün zenginlik kaynakları doğal kaynak olarak ifade edilir.

Dünya üzerindeki kısa misafirliğimiz süresince dek insan olarak biz, bu doğal kaynakları insanların kullanımına açık, Tanrı tarafından bahşedilmiş hediyeler olarak görürüz. Tüm dünya ve uzay insanındır. Dünya üzerinde, yeteri kadar güçlü bir başka insan topluluğu karşı çıkmadığı sürece tüm topraklardaki canlıları istediğimiz gibi kovabilir, öldürebilir, orada tarım yapabilir; bir su kaynağını diğer canlılar hatta insanlar faydalanıyor ve hatta o kaynak sayesinde hayatta kalıyor olsalar bile kirletebilir ve kurutabiliriz. Dilersek binyıllardır akan bir derenin önünü kesip oraya bir baraj koyabilir ve bu sırada etrafta yaşayan insan dahil binlerce canlıyı yok sayabiliriz.

Doğal kaynakların kullanılması açısından baktığımız zaman kapitalizm şöyle der:

“Doğal kaynaklar Tanrı tarafından bana ve şirketime bahşedilmiştir. Varlığımı, karlılığımı, müşteri memnuniyetimi engellemediği sürece doğal kaynakları her şekilde sonuna kadar kullanırım.”

Komünizm ise olasılıkla şöyle der:

“Doğal kaynaklar Tanrı tarafından toplumuma bahşedilmiştir. İnsan çoğunluğunun çıkarları için tüm doğal kaynakları tüketir ve insanlara eşit olarak paylaştırırız.”

Kısacası komünizm ve kapitalizm gibi sistemler, temelinde bu doğal kaynakların nasıl paylaşılacağı üzerine odaklanmıştır.

Oysa 2010 yılının sonlarına geldiğimiz şu günlerde açık ve net olarak doğal kaynakların keyfimizce tüketebileceğimiz, Tanrı tarafından insanlara bahşedilmiş zenginlikler olmadığını görüyoruz. Bakınız:

Doğal Kaynak Tüketmeye Dayalı Politikaların Sonuçları:

1- Doğal ormanları yok edip yerine yoğun gıda üretimi amaçlı tarımsal üretim alanları oluşturduk. Bu alanları yapay kimyasallara boğarak doğal ortamı yok ettik. Aşırı tarımsal üretim insan nüfusunu dünyanın kaldırabileceğinin çok üzerine çıkardı. Daha fazla insan uğruna ormanları harap edilen dünya; sel, kuraklık ve açlık yöntemleri ile öcünü almaya başlıyor.

2- Yeşil otları tüketip otlayarak yaşayan bazı hayvanları ıslah ederek kapalı alanlara hapsettik ve onları aslında doğalarına aykırı şekilde tane yemlerle besledik. Ve bu hayvanlardan istediğimizi, keyfimiz istediği anda, yeteneklerimiz buna uygun olmasa da (doğada bir hayvan avlayabilmek için onu avlayabilecek kadar yetenekli olduğunuzu ispat etmek zorundasınızdır) kesip etlerini sattık veya satın aldık.

3- Topağın metrelerce altından eski canlıların çürüme suyunu çıkarıp (petrol), yakıt olarak kullandık. (İhtimal o ki bu büyük miktar karbon içeren maddeler toprak altında saklı oldukları durumda dünyanın iklim dengesi düzgün olabiliyordu. Biz ne yaptığımızın farkına varmadan hepsini ortaya çıkarıp havaya katıştırıyoruz. Sonucunda küresel ısınma ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini görmeye başladık. Ancak ben daha olası felaketlerin küçük kısmını bile görmedik diye düşünüyorum)

4- Toprakların üzerini betonla kapatıyor ya da sıkıştırarak suyun içeri girmesine izin vermiyoruz. Dünyada zaten az olan temiz sular önce sellere sebep oluyor, sonra denize karışıp gidiyor. Biz de içmek ve tarımsal üretimde kullanmak için dünyanın en diplerindeki suları bulup yeryüzüne çıkarıyoruz. Belki de belli bir denge için o suların derinlerde kalması gerekip gerekmediğini sorgulamıyoruz. Hem de son kaynakları (!?) da düşüncesizce tüketiyoruz.

Ekonomi Politikalarının Geleceği

Açıkçası bugün geldiğimiz noktada komünizm ve kapitalizm gibi “doğal kaynakların insan yararına nasıl paylaşılacağı” na karar vermeye odaklanmış politik hareketler ya yok olacaklar ya da gerçeklerin farkına varıp evrim geçireceklerdir. Bir Amerikan Yerlisi atasözü der ki: “Son balık öldüğünde, son nehir kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde beyaz adam paranın yenmediğini anlayacak.”

Görüyoruz ki 2000′ li yıllarda insanoğlunun aklı başına geliyor ve doğa koruma politikaları güç kazanmaya başlıyor. Bu bağlamda sağ ve sol olarak gruplaşmış politik görüşlerin yanı sıra dünya çapında Yeşil Parti’ ler geniş halk kitleleri tarafından benimsenmeye başlıyor. Ekim 2010 tarihli kamuoyu yoklamalarında Almanya Yeşiller Partisi’ nin oy oranı % 21 seviyelerinde. Güney Amerika, İngiltere, Avustralya hatta Orta Asya…  Yeşil Parti’ ler tüm dünya çapında organize olmaktalar ve hepsi de dünyada çok çeşitli canlılar yaşadığının ve doğal kaynakların sorumsuzca insan yararına sömürülemeyeceğini söylüyor.  Örneğin Türkiye’ deki Yeşiller Partisi’ nin tanıtımında ilk cümle şu: “Yeşiller Partisi, sürdürülebilir yaşam için, ekolojik, paylaşımcı ve çoğulcu bir toplumun kurulması yolunda mücadele eden şiddet karşıtı, demokratik bir siyasi partidir.” (Kaynak: http://www.yesiller.org/V1/index.php?option=com_content&task=view&id=170&Itemid=139 / Erişim 29.12.2010)

Bu bağlamda bireyin özgürlüğüne odaklanan ve ezileni-şanssızı yok sayan kapitalizm ve toplum içindeki bireyi çoğu zaman görmezden gelebilen komünizm olgusu mevcut halleri ile miatlarını doldurmuşlardır. Doğal kaynakları Tanrı’ nın insana sömürmesi için verdiği bir hediye olmadığının farkında olan; daha çok tüketip önü alınmaz bir yok oluşa gitmek yerine, insanın en önemli özelliği varsayılan aklını kullanarak doğa ile uyum ve barış içerisinde ve ona zarar vermeden, onu tüketmeden yaşamasının mümkün olduğunu savunan Yeşil politika (doğacılık, natüralizm, ekolojizm) adlı yeni bir hareket, gelecek dönemlerin en önemli politik akımı olacak ve dünyanın yok oluşuna dur diyecektir.

Bu yeni hareket üstat Nazım Hikmet’ in dediği gibi “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” beyanının başına; “Su, toprak, güneş ve rüzgarı sevmeden ağacın da ormanın da var olamayacağını bilerek” kısmını eklemek istiyorum.

Ve evet, başka bir dünya mümkün!

Saygı ve sevgilerimle

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.