Arzularının ve hayallerinin peşinden gitmekten alıkoyan neydi onları? Töre, kültür, lanet olası yoksulluk mu?

Yoksa öğretilmiş çaresizlik mi?  Çocuklar çocuklar çocuklar…Hep onlar mı engeldi kadının çekip gitmesine? Çocuğa sorsan ne derdi? Ne bekliyorsun ki bu tatsız tuzsuz hayatın başını? Yoksa git de beni de götür, nereye olursa olsun mu? Peki çocuğun söylediği kadar kolay mıydı çekip gitmek?

Hayat ne garip. Birkaç gün önce odamdaki tek resim olan ve bir ressam arkadaşımın fotoğraftan naklettiği, annemin resmine bakarken hüngür hüngür ağlamaya başladım. Öyle büyük ki bakışlardaki hüzün ve öfke. Şu soruyu sordurtuyor insana: Annem için yapabileceğim her şeyi yaptım mı? Onu yargılarken çaresizliğini anlamaya  çalıştım mı? Can yoldaşı oldum mu en ihtiyacı olan zamanlarda? Yoksa genel geçer cümlelerle onu teselli etmeye mi çalıştım. Kaçabileceği yolların tümünün kapalı olduğunu hiç gördüm mü?

Bu fotoğrafa bakarken dili yitirdiğimi hissettim. Onu bütünüyle özgür, tüm bedeniyle geleceğe yol alırken görmek, aklıma babamla paylaştığı yılları, maruz kaldığı aşağılamaları, yoksulluğu, yirmi beşle kırk beş yaşları arasında, başka kadınlar hayatı, özgürlüğü, yolculuğu, kendini tanımayı tecrübe ederken, eril şiddet ve sefalet tarafından yaşamından koparılmış, nerdeyse yok edilmiş yirmi yılı getirdi.

Bu fotoğrafı görmek bu yok edilmiş yirmi yılın doğal bir şey olmadığını, ondan bağımsız dış güçlerin -toplum, erillik, babam-eylemlerinin bir neticesi olduğunu hatırlamamı sağladı, demek ki her şey başka türlü olabilirdi.”[1]

1992 doğumlu Edouard Louis‘in annesiyle ilgili hisleri bunlar..

Yozgat’tan Fransız kasabasına, Avusturya kırsalına aynı kader

Yozgat‘ın bir köyünde yaşayan annemin, hemen hemen aynı dönemde Fransa’nın bir kasabasında yaşayan bir kadınla benzer şeyler yaşaması nasıl açıklanır ki? Taşranın laneti mi? Tüm taşralar aynı mı? Her şeyi kotaran, esprili ve vakur duruşuyla hayatı ayakta tuttuğu halde hiçbir yerde yok muydu kadının adı sanı?

Peter Handke, annesinin Avusturya‘da 1920’li yıllardaki günlük rutinini şu cümlelerle özetliyor: ‘Sofrayı kur, sofrayı kaldır; Herkes aldı mı? Perdeleri aç, perdeleri kapat; ışığı aç, ışığı kapat; Banyonun ışığını açık bırakmayın; aç, katla, doldur, boşalt; prize tak, prizden çıkar. Bugün de bitti.’

Avusturya’dan binlerce kilometre uzakta yaşıyordu, aralarında yarım asır vardı, fiziksel şartları farklıydı ama hayatı tıpatıp aynıydı, ağızlarından çıkan cümlelere varıncaya kadar.” [2]

Şemsi Malçok.

Annem 15 yaşındaymış 45 yaşındaki babamla eski eşini kaybettiği için evlendirildiğinde. 16 yaşında beni doğurmuş. Tahmin ediyorum  ki yoksulluk ve her şeye yetişme telaşı içindeki yaşamında bırakın hayallerini ve arzularını gerçekleştirmeyi, biraz olsun dinlenmeye bile vakti olmamış. Sabah kahvaltıyı hazırla, herkesle tarlaya git. Öğlen tarladan dön köye. Koyunları sağ. Yemek yap ve tekrar tarlaya götür. Tarlada çalış. Akşam eve dönünce olmayan malzemeyle herkesi doyur. Gece de halin kalırsa kocanın cinsel arzularına yetiş. Çocukların okulunu düşün. Okumaları için tek yol olan yatılı okul sınavlarına hazırlamaya çalış onları. Sınav günü gelip çattığında da yol parası için birilerine gündelikçiliğe git. Ve öyle yok ki baba, öyle alakasız ki çocukların geleceğiyle, bilinen ıslah yöntemi olan dövme işi bile anneye düşüyor. Yani belki trajikomik gelebilir size ama çocuklarla onları dövecek kadar bile ilgilenmeyen bir baba. Sevgisi hep içinde saklı, mesafeli yani. Anlıyorsun bunu yıllar sonra düşününce. Gülümsüyorsun annenin çaresizliğinin dayağını yediğin için.

Dedim ya, annemle babam evlendiklerinde aralarında 30 yaş varmış. Derdim yaşçılık yapmak değil, aşık olursun, seversin o başka. İç acıtıcı olan: Zorunda bırakılmak bu evliliğe başlık parası uğruna…

Fotoğraftaki tedirginlik

“Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gramafona titrek bir iğne
– bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
ayak ne der.” [3]

Annemin fotoğrafındaki hüzün ve öfkeye eşlik eden tedirginliğin sebebi neydi acaba? Aileden çocuk denilebilecek yaşta kopmak mı? Onları, özellikle güzel anneannemi istediği zaman göremeyeceği korkusu mu? Gideceği evlilik denen yaşamın getirecekleri mi? İstemediği bu durumu terk etme arzusunun toplum ve aile tarafından baskılanacağı düşüncesinin karabasanı mı? Belki de hepsi! 1992 doğumlu Edouard Louis’in annesini anlattığı; Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri” kitabında karşılaştığım, annesinin ailesini görmesine babanın izin vermeme durumuna çok şaştım. Bu had bilmez, küstah ve  baskıcı tutum ağırlıklı bu coğrafyalarda var sanırdım. Annemin de 10 km ötedeki ailesinin köyüne istediği zaman gidememesi kim bilir ne kadar acı vericiydi. Annemin konuştuğu zamanların çoğunda hep ailemizden, komşulardan, sıkıntılardan bahsedip babama söylenmesini, varlığının ağırlığı ve dayanılmazlığını hafifletmek için kendince geliştirdiği bir yöntem olduğunu o zaman anlayamamıştım. Belki de içinde tutmadığı öfkesi ve sesi onu sağaltıyordu.

Edouard’ın annesinin hikayesine dönersek. Anne, çocuklar ve ekonomik koşullardan dolayı terk edemediği kocasını en sonunda 40 yaşındayken terk ediyor. Ve taşrayı terk edip Paris‘e yerleşiyor. Arzuladığı gibi bir hayat yaşamaya çalışıyor. Hatta çok sevdiği Catherine Deneuve ile arkadaşlık kurma şansına erişiyor. Çok zeki olduğu ve okumak istediği halde ilkokulu yarıda bırakmak zorunda kalan annem ise şu sıralar kitap okumaya başladı. O da belki geçmişin zor hayatını edebiyattaki kurguya sığınarak aşmaya ve unutmaya çalışıyor. Edebiyat demişken Suat Derviş’in “kayıp hayat” diye adlandırdığı, istekleri hiç gerçekleşmemiş bir kadının son anlarında gözden geçirdiği yaşam serüvenini anlatan “Yeniden Yaşayabilseydik” kitabı müthiştir. [4]“Keşke insana böyle bir imkan tanınsa, şu hayatı bu bilinçle yeniden yaşayabilseydim ah” diye bitirir son sözlerini romanın ana karakteri Şadan

Bizim kendimize sormamız gereken soru ise şu olmalı? Elinde olmadan yaşanan kayıp hayatların zorunluluklarını bertaraf etmek için biz ne yapabiliriz?

*

[1] Edouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Can Yatınları syf.10
[2] Edouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Can Yatınları syf.28
[3] A.Zekai Özger’in Beyaz Ölüm Kuşları şiirinden.
[4] (https://yesilgazete.org/yeniden-yasayabilseydik/)