Baharın yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başladığı bu günlerde yürürken sık sık şahit olduğum ağaçları “budama” meselesi, yıllardır kafamı kurcalar. Budamanın anlamı nedir? Üstelik yapılan işlem çoğunlukla budama değil katliam haline dönüşmüşken. Ağaca vurduğunuz her darbenin aynı insanlar gibi, bir canlı olan ağaçta da travma yaratacağını hiç düşünmeden. Ağacın bedenine attığınız en ufak bir çizik, dal kırma da aynı travmayı yaratır.
“Yeşil Barış” belgeselimi yaparken birçok milli ve tabiat parkını, dağ, tepe arşınlamıştım. Sadece bir yerde, Manisa’da bir orman mühendisi beni şaşırtan ve o güne kadar farkında olmadığım bir gerçekliği, ormandaki uygulamasıyla bana anlatmıştı. Kırılan, devrilen ağaçların olduğu gibi orman içinde bırakıldığını görünce neden böyle yaptıklarını sormuştum. O da “Doğa kendini yeniler, insan müdahalesine gerek yoktur” demişti. Ağaçlar bir canlı organizmaydılar ve aynı insanlar gibi ölünce toprağa bırakılıyorlardı, başka organizmaların hayat bulması için, bir anlamda reenkarnasyondu. Ağaç seyreltmek ya da gençleştirmek de gereksizdi. Doğanın kendini onarabileceğini, insan müdahalesine gerek olmadığını bir kez daha anlamıştım.
Yine bir türlü anlam veremediğim ve sürekli mücadele edip, ilgililere ulaşıp, bu yapılanın gereksiz ve doğru olmadığını anlatmaya çalıştığım bir konu da sonbaharda düşen yaprakların çöp muamelesi görmesiydi. Çünkü doğa kışa hazırlık yapıyor, toprağı, bitkileri, ağaç köklerini koruyacak doğal bir yorgan yapıyordu. Bilirsiniz belki, kışın bitki ve ağaç köklerini soğuktan korumak ve kurak zamanlarda daha iyi su tutmasını sağlamak için talaş ya da ağaç kabuklarıyla örtülür çoğu Avrupa kentinde, hatta birçok yerden bu örtü malzemesini alabilirsiniz, oldukça da ucuzdur. Mantık, yaklaşım aynı. Sadece yaprak doğanın ürettiği doğal bir örtü ve çürüyünce toprağa besliyor.
Bir keresinde çalıştığım kurumun geniş bahçesindeki yaprakların süpürülüp çöpe atıldığını gördüğümde soluğu sosyal işler dairesi başkanın odasında almıştım. Yapılan işin gereksiz bir emek harcamanın yanısıra, doğaya da aykırı olduğunu söylediğimde, adamın yüzündeki şaşkın ifadeyi hala hatırlarım. Tabii bir de bana bakışındaki anlamı: “Bu kadın deli midir nedir?”
Yıllarca bu tarz bakışlarla çok karşılaştım, çünkü çoğu yetkili “verili bilgi” yi uyguluyordu sadece, kolay olan buydu. Ve nihayet çok uzak ülkelerden birinin benim düşüncelerimi destekleyen bir uygulamasını ve felsefesini okuduğumda inanılmaz mutlandım ve sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Masanobu Fukuoka, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Japonya’da Şikoku adasındaki 55 dönümlük çiftliğinde, 1950 yılından beri toprağı sürmeden, tarım makinaları, tarım ilaçları ve suni gübre kullanmadan budama yapmadan, yabani otlarla mücadele etmeden doğal tarım yapar. Üstelik aldığı mahsul-geleneksel veya endüstriyel –Japon çiftliklerinin verimliliğiyle boy ölçüşecek düzeydedir. Üstelik hiç kirlenme yaratmayan bu yöntem sayesinde toprak gün ve gün canlanıp zenginleşirken, geleneksel ya da modern tarım yöntemlerinden daha az emek istiyor. Üretimde kullanılan girdi masrafları düşerken, tarlanın verimi de nispi yüksekliğini koruyor.
Fukuoka, genç bir delikanlıyken, taşradaki evini bırakıp Yokohama’ya gider ve mikrobiyolog olarak kariyer yapmak üzere çalışmaya başlar. Bitki hastalıkları üzerine uzman olur ve birkaç yıl bir laboratuvarda ziraat gümrük müfettişi olarak çalışır. Bu sırada 25 yaşındadır ve bu kitabı yazmasına neden olan bir ‘farkına varma’ deneyimini yaşar: Bir gün yıllardır kullanılmayan ve sürülmeyen tarlanın yanından geçerken, orada çimen ve ot karmaşası içinde filizlenmiş sağlıklı pirinç fideleri görür. O günden sonra da tarlasında pirinç yetiştirmek için su tutmayı bırakır. Yabani otlara karşı toprağı sürmek yerine, onları denetim altına almak için tarlasını beyaz yonca, pirinç ve arpa saplarından oluşan neredeyse sürekli bir yüzey örtüsüyle örtmeyi öğrenir.
Yazar, kendi yönteminden “hiçbir şey-yapma” diye söz eder ve sadece pazar günleri çalışan bir çiftçinin bile tüm ailesine yetecek yiyeceği yetiştirmesinin mümkün olduğunu söyler.
Bahçesindeki meyve ağaçlarını kolay ürün toplamaya elverişli budama yapmaz, kendi doğal gelişimlerine bırakır, ağaçlar arasındaki boşlukları ise hiç boş bırakmayıp mevsim ve iklime göre lahana, turp, soya fasulyesi, hardal, şalgam, havuç tohumları atar.
Yabani otlar arasında bir tarım biçimi yaratır Fukuoka. “ Benimki gibi meyve bahçelerini göre göre, insanlar meyve ağaçlarının yabani otlar ve çimenle birlikte gayet güzel büyüyebileceğini anladılar” diyor.
Doğal tarımın dört ilkesi: TOPRAĞI SÜRMEMEK, SUNİ GÜBRE VE HAZIRLANMIŞ KOMPOST KULLANMAMAK, YABANİ OTLARI TOPRAĞI SÜREREK YA DA HERBİTİSLERLE YOK ETMEMEK VE KİMYASALLARA BAĞLI KALMAMAK…
Böceklerin kendi aralarındaki ilişkiyi göz ardı eden böcek kontrolü yöntemleri bütünüyle yararsızdır ona göre. “ Ve bu nedenle kimyasalların kullanımı yalnızca entomologun (böcek bilimcinin) sorunu değildir. Filozofların, din insanlarının, sanatçıların ve şairlerin, tarımda kimyasalların kullanılmasına müsaade edilip edilmeyeceğine ve organik gübrelerin bile sonuçlarının neler olabileceğine karar verilmesinde yardımcı olmaları gerekiyor” diyen Fukuoka bilimin yalnızca insan bilgisinin ne kadar sınırlı olduğunu göstermeye hizmet etmesinin ironik yönüne vurgu yapar.
Bu kitabı okumanız için tarımla uğraşıyor olmanız gerekmez. Çünkü Fukuoka hayata ve doğaya dair söyleyecekleri olan bir filozof aynı zamanda.
Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”
HANNAH ARENDT
Nuran Seyhan Bayer