2023 KAHRAMANMARAŞ DEPREMİEditörün SeçtikleriManşetTürkiye

Bir foto muhabirin gözünden deprem-3: Bir umut kırıntısının peşinde

0

Haber/izlenim ve fotoğraflar: Gürcan ÖZTÜRK 

Drone: Cevat EZGİN  

*

3. Gün ANTAKYA

Sabah erkenden, Antakya’ya doğru yola çıkıyoruz… İskenderun Limanı hala yanıyor; kara dumanlar, karlı Amanoslar’ı  örtmüş,  kabus gibi çökmüş yıkık kente… Belen’e doğru tırmanmaya başlıyoruz. Belen, dağın eteklerine ve kaya zemine kurulmuş, yıkım çok büyük değil gibi..

Sanki İstanbul trafiği… Yol uzadıkça uzuyor, kıvrıla kıvrıla Belen’i geçip merak içinde Antakya’ya yaklaşıyoruz.

Bu kentte, geçmişte büyülü zamanlar yaşadım: Tarihi sokakları, Anadolu Restoran ve sokak lezzetleri, güzelim mabetleri, mimarisi, Mary teyzemin ceviz reçeli… Anadolu’nun Kayıp Şarkıları belgeselini çekerken, konuk olduğumuz o sofra hele. Aras Demiray kardeşimin kulakları çınlasın. Samandağ‘da bizi çekimden sonra misafir eden, kalabalık Ortodoks Arap ailenin İtalyan tarzı, uzun ve sanat eseri yemek masasında, Arapça şarkıların eşlik ettiği mis gibi mezelerin tadı geliyor ağzıma. Önce kendi yaptıkları ceviz likörü, sonra gül likörü, sonra boğma rakıyla hafiflemiş, neşeyle vardığımız gecenin ortalarında her şey ve kafamız nasıl güzel. Hep birlikte şarkılar söylüyoruz. Tatlı ve yaşlı bir teyze parmaklarıma bakıyor yüzük var mı diye. Teyzeler hep mi aynı olur?

Antakya nerede?

Şehre ana yoldan giremiyoruz. Yan yollara sapıp sanayinin içinden merkeze doğru yaklaşmaya çalışıyoruz. Sanayideki tüm dükkanlar yıkılmış, sahipleri çaresizce yıkılan ekmek teknelerini yağmadan korumaya çalışıyor. Ara yollardan yavaş yavaş ilerliyoruz. Yollar, yıkılan binalardan dolayı ve alt yapı çöktüğü için kapalı… Arka ve ara sokaklara devam…

İletişim hatları ve navigasyon çalışmıyor. Sokakta yürüyen birine merkeze nasıl gideceğimizi soruyoruz… “Ben de gideceğim merkeze” diyor ve arabamıza alıyoruz. İstanbul’da yaşıyormuş ve aşçıymış, ailesi yaşıyor ama evleri yıkılmış. Ailesini ve geriye kalan bir çanta eşyasını götürmeye gelmiş.

Antakya nerede? Kıyamet yaşanmış sanki, kocaman bir gök taşı düşmüş yaşlı şehrin sokaklarına, caddelerine ve tarihi binalarına… Yıkım o kadar büyük ki, sanki savaşın en şiddetli anlarındaki Suriye’deyiz. Anlamak ve anlatmak için kelimeler yetmiyor. Tüm ekibin gözleri şaşkınlık ve dehşetten fal taşı gibi açılmış halde. Patrick, “bu gördüklerimin en büyüğü” diyor. İnsanların gözleri, yüzleri, tabiatları korkuyla ve dehşetle mühürlenmiş. Depremzedelerle yüz yüze konuşurken bize bakmıyorlar, bizimle değiller… Bedensel olarak çok yakınız ama duygusal olarak o kadar uzaktalar ki. Hepsi, sanki depremin olduğu saatlerde yaşıyorlar hala…

Deprem bölgelerindeki en büyük problem; hep ifade edildiği gibi koordinasyonsuzluk, planlı bir organizasyonun olmaması… AFAD’a gidiyoruz. Fransız ekip, sadece yaşama olasılığı olan insanların altında olduğu bir enkaz adresi istiyor. Sadece bu. Veremiyorlar. Bir adres veremiyorlar!

Yanlarından ayrılıp TİP’in kamp alanına doğru gidiyoruz. Belki onlar bize adres verebilirler. Çorba kazanları kaynıyor, insanlar gelen yardımları düzenliyor, depolarına istifliyor. Depremzedeler, ihtiyaçlarını görmeye geliyor. HAYTAP, hayvanların ihtiyaçlarını karşılıyor. Gönüllüler ellerinden geleni fazlasıyla yapıyor. Ahmet Şık’la karşılaşıyorum, kocaman sarılıyoruz birbirimize. Barış Atay’la ayaküstü nerelerde arama kurtarma yapabileceğimizi tartışıyoruz… Şehrinde yıkımın çok büyük olduğunu ve bilinçli bir şekilde kamunun ve AFAD’ın yardım etmediğini söylüyor.  O kadar yorgun ki… “Elektrik mahallesinde yıkım çok2, diyor. “Orada çalışabilirsiniz.” “Bölgeyi bilen bir genç verin bize” diyorum.  Zaman kaybetmemeliyiz.

Ses yoksa umut da mı yok?

Altı katlı bir binanın önündeyiz, yıkılmamış ayakta. Ama ağır hasarlı olduğu için bizden önce gelen ekip girmemiş içeri. Sürekli artçı depremler oluyor ve ana depreme dayanan bazı binalar yıkılıyor. Saçları beyaz ama tozdan griye dönmüş yaşlı bir amca ve kızı yardım istiyor. Kızının ve torunlarının seslerini duyduklarını söylüyor. Bir komşuları ise doğru söylemediklerini, enkazdan hiç ses gelmediğini anlatıyor. Ama aileye göre üç saat önce çocuk seslerini duymuşlar. Tanrım sen bize yol göster, girecek miyiz, girmeyecek miyiz… Doğru olan ne?

Patrick bizi bir köşeye çekiyor… Daha önce, hiçbir ekip bu binaya girmemiş, girmeye değer, ama çok tehlikeli. Üç kişi ve bir köpekle girmeye karar veriyorlar. Evet, aile yanıltıcı bilgi veriyor olabilir, belki çok daha uzun süre önce ses duymuşlardır ya da belki öylesini umut ettikleri için onlara öyle gelmiştir. Onların yerinde biz olsak, her umut kırıntısının peşinde koşmaz mıyız? Hem ya doğruysa?

Üç kişi ve bir köpek binanın alt katına iniyor, endişeyle olan biteni izliyoruz. Sesle dinleme ve köpekle arama yapılıyor… Yaklaşık 45 dakika sonra çıkıyor arkadaşlarımız.

Binada yaşam belirtisi olmadığını söylüyor Patrick. Yaşlı amcanın tozlu yanaklarına gözyaşları dökülüyor. Ellerinden tutuyorum, sarılıyoruz. Sarılmak bana da iyi geliyor. Korkunç bir şey, insanlara bu bilgiyi vermek ve onların anlamalarını beklemek. Ne büyük bir yük bilemezsiniz…

Birkaç saat sonra aynı cadde üzerinde, yaklaşık 200 metre ileride solda bir enkazdayız. Genç bir doktor, Cerrahpaşa mezunuymuş, yardım istiyor. Kim bilir kaç insan hayatı kurtardı, şimdi kendi ailesini kurtarmak için çırpınıyor. Hızlıca gidiyoruz enkaza, sola yatmış bina… Zemin katta otopark var ve canlı insan olma umuduyla otoparka inmeye çalışıyorlar… Patrick ve Nassim dinleme yapıyor. Sessizlik…  Usulca, kulaklıklarımı takıyorum, hayali lowe Street’i dinlemeye başlıyorum yeniden. Tekrar, tekrar… Aradığımız aile, anne ve iki çocuk. Çıt yok, ses yok, umut yok…

Patrick kulaklıkları genç doktora veriyor. Onun da dinlemesini ve ikna olmasını istiyor. Sessizlik, Uzun uzun dinliyor. Dinliyor… Derin sessizlik. Gözleri yaşarıyor ve ağlıyor…

‘Binayı temel yapmadan, topraktan çıkmışlar’

Samandağı’na tırmanıyoruz, henüz bir canlı çıkarmayı başaramadık. çok mutsuz ve gerginiz. Arabanın camından, dışarıyı izliyorum. Felaketi tarif etmek için kelimeler arıyor, bulamıyorum.

Samandağ’dayız. Saatlerimiz dörde yaklaşırken giriyoruz şehre. Yaklaştıkça, kalabalık, kaos ve hareket artıyor. 1.4 km yolu, 46 dakikada aşabiliyoruz.

10 katlı bir bina, çökmüş, şimdi yüksekliği 2.5 metre var yok. Ekibimiz çalışmaya başlıyor. Bir köpeğimiz kendini parçalarcasına enkazın üstünde bir bu köşeye bir o köşeye, canlı insan arıyor. Ve iki nokta üzerine yoğunlaşıyor. Patrick burada çalışan ekiplere iki ayrı noktayı işaret ediyor ve çok dikkatli bir şekilde çalışmalarını istiyor. Zayıf, ve yorgun Uşaklı kepçe operatörü Yılmaz, yanıma yaklaşıyor usulca. İsmi gibi yılmaz. “Üç gündür aç susuz çalışıyoruz abim. Biliyor musun, bu binanın temeli yok. Binayı temel yapmadan topraktan çıkmışlar” diyor gözleri dolu. Düşünüyorum, nasıl bu kadar kötü ve açgözlü olabilir insan? Nasıl?

Telaşla, birileri geliyor yanımıza, yaklaşık iki km. uzaklıktaki bir enkazda bebek sesleri duyduklarını söylüyorlar. Toparlanıp o enkaza ilerliyoruz. Artık hava karardı ve soğuk. Çok soğuk… Enkazda çalışan bir ekip var, ses dinlemesini de film sektöründen bir genç yapıyor. Patrick de kulaklığı alıyor ve dinlemeye başlıyor. Ben bu sefer hayali, Lowe Strett dinlemiyorum. The Wall dinliyorum… Bir anlığına bir ses duyuyorum, herkes duyuyor. Kısacık,  umut dolu bir an. Fakat Patrick bu seslerin bir insandan gelmediğini, artçılarla birlikte binanın kendisinden ve kırılan mobilyalardan geldiğini söylüyor. Umutlarımız tükendi.

Bugün hiçbir canlı kurtaramadık, çok üzgünüz…

Hırsızın motosikletiyle devriye atan polis

Kent, Mad Max film seti gibi. Gri beton kütleleri ve moloz dağları; küçük yangınlar ve toz bulutları; kaportası pert olmuş, camları kırık  arabalar trafikte, hiçbir kural yok… Ellerinde otomatik silahlarla askerler devriye atıyor. Bir polis memuru motosikletiyle… Ama motosikleti, polis motosikleti değil. Hayırdır kardeşim, bu motosiklet? Şehre dışarıdan gelen hırsızların motosikletini almış. Gece hırsızları kovalamak için kullanıyorlarmış. Soğuk, bir ateşin başında muhabbete devam ediyoruz. Kayseri’den gelmişler ekip olarak…

“Gece başka bir dünya yaşanıyor buralarda” diyor bir genç memur. “Yağmaya gelenlerle, kovalamaca oynuyoruz”. Ve ekliyor: “Vurmaya geldim abi…” Bankaların ve kuyumcuların olduğu caddeleri koruyorlarmış. Her şey doğaçlama yaşanıyor. Kural yok, yasa yok, su yok, elektrik yok, yok oğlu yok…

Uzun ve hayal kırıklıklarıyla dolu günün sonunda Arsuz’daki, Deniz Kızı’na dönme vakti. Dönüş için köy yollarını kullanıyoruz. Bol virajlı ve inişli çıkışlı…

Çok yorgunuz, her anlamda… Odamıza girer girmez, Samandağı’ndan güzel bir haber alıyoruz. Köpeğimizin işaret ettiği bir noktadan canlı bir kadın kurtarılmış. Odamızda, bir bayram havası, hemen ekiple de paylaşıyoruz bu haberi. Herkes mutlu… Hayat; her şeye rağmen devam ediyor. Umut ise hiç kesilmiyor.

You may also like

Comments

Comments are closed.