Kitap

Belki de hayat bir ‘Ara Nağme’den ibarettir

0

“İNSANIN BUNCA YAKINININ CENAZESİNİ KALDIRMASI ZOR DEĞİLDİR…

ZOR OLAN O CENAZEYE GİDEBİLMEKTİR.

SONRASI BİR ŞEKİLDE GİDİYOR. HAYAT GİBİ.”

 

“Komiserin loş ve kasvetli odasına giriyoruz. Oda, dosya ve devlet kokuyor. Bir an, odadaki koltuklardan birinde babamla karşılaşacağımı hayal ediyorum. O da boş. Hayal kırıklığı. Çay söylüyor komiser. Sonra adımı, yaşımı, adresimi falan. Tek tek. Ve hakkımda daha bir sürü bilgi. Seni senden iyi tanıyorum dercesine. Başımı sallayıp onaylıyorum. Tek tek. Çaylar geliyor. Evladım, diyor komiser, babacan ses tonuyla. Başın sağ olsun. Seni böyle bir günde üzmek istemezdik ama bazı işlemler var malum. Çayından koca bir yudum alıyor. Ağzı yanmıyor. Deliymiş, tanımıyormuşsunuz birbirinizi ama babandır en nihayetinde. Ağzı yanmıyor.” Deli Babam Ölmüş isimli kitabın açılış öyküsünde, deli olduğu için varlığı kendisinden gizlenen bir babanın ölüm haberini alan kızının ruh hali aktarılıyor. Nobel Ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oue’nin sakat çocuk babası olma durumlarını anlattığı kitaplarından esintiler taşıyan Evlat’ta engelli bir çocuğun ağzından ölümü anlatılıyor. İlk iki öykü içe dokunan anlatımıyla okurun boğazına bir yumru gibi oturuyor.

Kitapla aynı adı taşıyan Ara Nağme, kentsel dönüşümle evlerinden yurtlarından edilen Romanlar’ın aksak ritimli hikâyesi. Yazar, sokak dili ve argo kullanımıyla sahici bir atmosfer yakalarken, kulaklarımıza kemanın hüznü ve darbukanın coşkusunu ardı ardına getirecek kadar başarılı bir metne de imza atıyor.

Havariler’i metrodayken okudum ve etrafımdaki kalabalığa rağmen kıkır kıkır güldüm. İçimden, keşke bunun romanı olsa da uzun uzun kahkaha ata ata okusam, diye geçirdim. İsa’nın son yemeğini anlatan Havariler, son dönemde okuduğum en eğlenceli öykü oldu. “İsa, siniri yatışınca, “Çocuk gibisiniz yeminle. Ölümlü dünyada neyi paylaşamıyorsunuz bir anlasam. Yok bir dakika durmazmış, yok efendim ayrılırmış. Boş laf. Herkes sizi on iki havari biliyor, on bir olup, on olup millete güldürecek misiniz kendinizi?” dedi ve söylediklerinin etkisini tartmak için göz ucuyla bir sağına bir soluna bakındı. Başlar, süt dökmüş kedi gibi yerlerdeydi. Nasıl olmasın. Sonra kaldığı yerden, “Bundan bin beş yüz sene sonra herifçinin biri resmimizi yapmaya kalksa, sizin şu mübarek meclisi terk etmeniz yüzünden dengeyi yakalayamaz. Biraz geleceği hesaba katın, başkalarını da düşünün,” diye ekledi.” Tadımlık bu kısım hoşunuza gittiyse siz de, yazarın sonbaharda çıkması düşünülen romanının benzer tatlar taşıdığını duyduğundan beri gülüşünü içine hapsederek, kitabın çıkmasını bekleyen bana katılın.

Marco, masalsı anlatımıyla dikkat çeken bir öyküyken, Sen Bana Kapalı Çarşı’da, bu eski ticaret merkezinin hikâyesi tarihsel süreci içinde, karşılıklı dükkânlardan birbirine bakıp duran iki âşık mermer üzerinden anlatılıyor. Torakçı ve Faroz aralarında bağ olduğunu hissettiren öyküler ve arka arkaya sıralanmış. Özellikle Faroz’da Latife Tekin’e yakın bir dil kullanılmış. İnsanın kendinden kaçma çabaları sırasında köy yolunda / orman yolunda, torakçıya / fener bekçisine, aslında her ikisinde de kendine rastlaması; sonunda da kör madenden ya da uçsuz bucaksız denizden öteye gidilemeyeceği gerçeği hikâye edilmiş.

Şiş ve Fiş ile Cin Ali devam niteliğinde öykülerden. Şiş ve Fiş iki koldan ilerliyor, bir yandan Fırfır Hanım’ın Fedai’yi koynuna alması üzerine yavuklusu Cin Ali’nin Fedai’yi kalbinden şişlemesini okurken diğer yandan Fedai’nin karısının kocalarının acılarına son vermek için bağlı bulunduğu makinenin fişini çekip çekmeme dilemmasını okuyoruz. Cin Ali’de ise Fedai’nin ölümden sonrasına gidiyoruz. Cin Ali’nin mahpusa düşmesini, burada Fırfır Hanım’ı beklemesini ama bir türlü gelmemesini, koğuştaki katillikten kaynaklanan itibarının da, Fedai’nin günlerce makineye bağlı yaşadıktan sonra canını şişten değil de fişten bir sebeple kaybetmesi üzerine kaybolduğunu görüyoruz.

Genelde en iyi öyküler kitapların başına konulur ama benim en sevdiklerim sonlarda yer alan Fotoğraftaki Yeşil İnci ve Emel’i Beklerken oldu. Ölen fotoğrafçı dayıdan kalan fotoğraflara bakarken hatırlanan geçmiş ve yeşil elbiseli kız, Fotoğraftaki Yeşil İnci’de anlatılmış. “Dayım sadece, arada sırada, “Parmak izi yapma,” derdi ve ben, işaret parmağımı saçlarında gezdirdiğim kızın fotoğraflarından elimi, ateşe dokunmuşçasına hızla çekerdim. İnsanların suretlerinde iz bırakmamam gerektiğini dayımdan öğrenmişim demek ki,”yi okuyan her kim severken iki kez düşünmez? Erenköylü yazar, hayatının geçtiği bu semti bir kahraman gibi anlatmış Emel’i Beklerken’de. Yıllarca leblebi tozu, Mabel sakız alınan, veresiye yazdırılan bakkalın kapanıp yerine süpermarket zincirinin açılmasının sadece ekonomiden kaynaklanan bir değişim değil aynı zamanda -belki de daha çok- kişinin tarihinden bir sayfanın kopması olduğunu göremeyenlere göre değil bu öykü. Kentin ranta yenik düşmesini, tüm anıların yok olmasını, ilk aşkı Emel üzerinden anlatmış ölü kahraman.

Kitabın oldukça başarılı kapak tasarımında günümüz Leh ressamlarından Slawek Gruca’nın 2009 tarihli çarpıcı bir resmi kullanılmış; resimde tanrılar, ellerinde tuttukları iplerle insanları idare ediyor. Kitabı bitirdiğiniz zaman hayatın, tanrıların iplerini ellerinde tuttuğu bir kukla oyunu ve ömür denilen şeyin de doğumla ölüm arasındaki bir ara nağmeden ibaret olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz.
Fuat Sevimay yeni bir yazar, Aynalı adlı romanından sonra gelen Ara Nağme ilk öykü kitabı. Nobel Ödüllü yazar Luigi Pirandello’nun Biri Hiçbiri Binlercesi isimli romanını İtalyanca aslından tercüme eden yeni bir çevirmen. Aylak Adam, yayın dünyamıza çarpıcı kapak tasarımları ve güzel kitaplarıyla giren yepyeni bir yayınevi. Yeni başlangıçlar her zaman umut verir, bu üç başlangıç da edebiyat ormanımıza dikilen üç çınar ağacı gibi uzun ömürlü ve güçlü olacaklarının umudunu içimize aşılıyor.

Fuat Sevimay
Ara Nağme
Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık
Öykü, 94 Sayfa

Haziran 2013

Mehmet Fırat Pürselim – Yeşil Gazete

 

More in Kitap

You may also like

Comments

Comments are closed.