Hafta SonuManşet

Başka bir yol

0

Ailesi dışında hiçbir şeyi olmayan hayatı bakir bir anne, muhkim bir baba, hayatın olmasa da tanrının kendilerinden yana olduğuna inanan iki kız kardeş, rahip okulunu bitirecek, rahip olacak evin gururu oğul. Etrafımızdaki herkes için medar-ı ibret insanlardık biz. Mutlu bir yuvanın temel elementleri burada, bizim evde vardı işte. Katman katman bizi saran bir güven duygusu, yediveren gibi sevgi yumağı, dile gelmemiş bir bağlılık yeminiydik.

Beş yetişkin insan iki oda bir salon bir eve sığışmaya çalışıyorduk. Odalar da fındık kabuğu kadar. Eve para getirebilen tek insan babamdı. Hiçbir zaman yakınmadan sıska boynunun üzerinde taşımakta zorlandığı kocaman kafasını öne eğer, yirmi yıldır değiştirmediği kül rengi kaşe ceketini sırtına geçirir, kamburunu çıkarıp tek eliyle ben gidiyorum diye ev halkını selamlar, haftanın altı günü hep aynı saatte evden çıkar, postanedeki işine giderdi. Evden çıktığı anda ona dair hiçbir iz kalmazdı arkasında, kokusu bile. Sanki hiç varolmamış gibi. Küçükken herkes bana Viscio* derken onun Vincenzo demesini severdim. Kendimi önemli biri gibi hissettirirdi bana.

Kutsal hristiyan ailesini her koşulda ayakta tutmayı biliyorduk.  Biraradaydık ya, bak böyle omuz omuza, yıkılmazdık biz. Kimse araya giremez, kimse bizi bölemezdi. Korunum yasasının temeli aslında bizdik. Birimiz diğeri için vardı, diğeri öbürü için. Gerisi hikaye. Gerisi, bir şekilde halledilirdi. Zaten benim okulu bitirip rahip olmama ne kalmıştı? O zaman bütün hayatım değişecekti. Benimki ile birlikte bütün ailenin de. İnançları çok kuvvetli bir aileyedik biz. Bize verilene şükretmeyi bilirdik, sahip olamadıklarımız için yerinmezdik. Her pazar eksiksiz kiliseye giderdik. Annem cumaları da giderdi. Yalpak bir inançla ellerimiz birleştirip gözlerimizi kapatır önce tanrıyı memnun etmek için şükreder, ardından isteklerimizi sessizle sıralardık. Akşamları biraraya geldiğimizde annem onlara incilden bölümler okumamı isterdi. Hepsi bir köşede sessizce beni dinlerlerdi, babam dışında. O genelde ben ikinci paragrafa gelmeden oturduğu koltukta başı omuzuna düşer, uyuklamaya başlardı. O da dinlesin diye geri dönüp baştan okumaya başlarız korkusuyla, arada uyansa bile duamızı okuyup amin demeden gözlerini açmazdı. Kız kardeşlerim diğer yeniyetme kızlara benzemezlerdi. Okuldan sonra her gün Santa Chiara kilisesine gidip oradaki rahibelere yardım ederler, evsizlere yemek yapıp, kimsesiz çocukların elbiselerini onarırlardı. Ölü serçe gözleri, kansız yüzleriyle  göğüslerine  yapıştırdıkları kitaplarına iki kollarıyla sıkı sıkıya sarılır, sokaklarda ihtiyar gölgelerini peşlerinden sürüye sürüye yürürlerdi.  Oralarını buralarını açıp oğlanları kışkırtmazlardı. Babalarından çaldıkları sigaraları çelimsiz baldırlarına kadar uzanan çoraplarının içine saklamazlardı. Rahibeler dışında arkadaşları yoktu tabii ama önemli değildi. Önemli olup olmadığını düşünmek akıllarına bile gelmemişti.

Annem:

-Arkadaşlar kapıyı kapattığın anda, kapının dışında kalırlar. Asololan ailedir, derdi hep. Tanrı korusun birimize bir şey olsa. Biz varız birbirimiz için. Bizi hiçbir şey  ayıramaz.

Birbirimize yetmeyi biliyorduk. Paskalya’da annem yumurtaları evin çok yakınındaki ormanda saklar, onları bulmak için belli noktalara işaretler koyardı. O işaretlerin ne olduğunu anlamak için önce  kağıtta yazılı mesajları okuyup işaretleri bulur, sonra da yumurtalara ulaşırdık. Kardeşlerim ve ben o kadar severdik ki bu oyunu. Yalnız annemi Paskalya dışında da oynamaya ikna edemezdik. Her şeyin bir zamanı vardı. Bu oyun Paskalya’da oynanırdı.

Herzaman uysal bir çocuk olmuştum, bir pınar kadar uysal. Bana öğretilenlerin doğruluğunu koşulsuz kabul etmiştim.  Benim için alınan kararları sorgulamak aklımın ucuna bile gelmezdi. Sorgulayacak bir şey yoktu.

Oysa büyümeye başladıkça aynı evin içinde birbirine değmeden geçip giden hayaletler gibi yaşadığımızı görmeye başladım. Birbirimize böyle sımsıkı sarılmamızın nedeni, içimizde bir yerlerde, derinlerde biliyorduk ki bastığımız yer aslında hiç de sağlam değildi. Biri bir parça yerinden hareket etse domino taşları gibi birbiri ardına yıkılmaya başlayacaktık. Duvarların arasında birbirimizi, duymadan görmeden yaşıyorduk aslında. Birimiz hepimiz içindi ya ama birimiz hepimiz değildik, bilmiyorduk, anlayamıyorduk. Kız kardeşlerim Siyam ikizleri gibi dolaşırlardı, farklı insanlar olduklarını biz bile unutmuştuk. Kimse babamın akşam eve geldiğinde yemeğini hazır bulmak dışında bir derdi olabileceğini düşünmezdi.  Bir iç bulantısı gibi yaşadığımız hayatın içinden bizi çekip çıkaracak tek şey aslında içimizdeki korkunun ta kendisiydi. İçimde bir şeyler değişiyordu (Aslında değişmiyordu hep oradaydı). Değiştikçe, bu şekilde bir arada  nefes almanın olanaksızlığını anlamaya başlamıştım.

Yıllarca bu kadar uysal, itaatkar olmamın nedeni içimdeki benle karşılaşmaktan korkmamdandı. Başkalarının bana kim olduğumu söylemelerine ihtiyacım vardı. Benim bulduğum bende depremler yaratıyordu. Kendi anaforumun içinde kayboluyordum. Yanında büyüdüğüm ağacın gölgesine kalmış, güneş alamamış cılız bir fidan gibiydim. Bu gölgeden sıyrılamıyordum bir türlü. Sıyrılıp güneşe doğru uzanamıyordum. Günah çıkarmak, dua etmek yetmiyordu. Bedenimden dışarıya akan, ruhumda kaynağı derinlerden gelmiş bir su içime sığmaz oldu. Ben kendi gözlerimden kaçamaz oldum. İçinde yaşadığım yalan beni köleye dönüştürmüştü. Zincirleri kırmanın tek yolu, ne kadar acıtırsa acıtsın bu yalanla yaşamaktan kurtulmaktı. Zaten ne kadar yıkanırsan yıkan insanın üzerinden çıkmayan bir koku gibiydi, bu koku beni ele veriyordu. Artık gizlenmeye çalışmam imkansızdı. Bir köstebek gibi gözlerimi kör edecek güneşe doğru yürüyordum. Aradığım cennet değildi artık, aradağım gerçeğin cehennemiydi. Her şeyi yakıp yokedecek bir cehennemden geriye kalacak bir gerçek benim yeniden doğacağım tohum olacaktı. Derim tutuşacak, pişmanlıkların, korkuların işkencesi altında kimsenin duymayacağı çığlıklar ruhumu bileyecek, parlatıp keskinleştirecekti. Kabusların içinde sesi bir türlü çıkmayan kendime bağırmayı, olduğu yerde çakılıp kalmış bacaklarıma koşmayı öğretecektim. Saklanacak gizli kuytulara gün ışığı vurmuştu. Hem kendimle, hem onlarla hesaplaşma zamanı gelmişti.

Mutfak kapısı açıktı, koridordaki boy aynasında annemin yansımasını görüyordum. Kaynamış makarna suyunun buharı yüzüne vuruyordu. Arkada sıkıca topladığı saçlarından bir bukle saç o kadar dikkat etmesine rağmen diğerlerinden ayrılıp  boynuna doğru inmeyi başarmıştı. Hiç de asi bir saç buklesi gibi görünmüyordu aslında. Kumral, yumuşacık danseder gibi kıvrılmıştı aşağı doğru. İstediği tek şey durmak istediği yeri seçmekti.  Nerden başlamalıydım onunla konuşmaya ?

-Sen hiç aşık oldun mu anne? Diye sorarak başlayabilirdim .

-Babama ya da  başka birine ?

Tanıdığı, bildiği bir duygudan girmeliydim konuya, eğer başka birine aşık olmuşsa daha kolaydı. Çünkü bir zamanlar babama aşık olmuşsa bile bunca zaman sonra bu aşkın esamesinim bile kalmadığı kesindi, oysa kaybedilen bir aşkın közü diplerde bir yerlerde hep ağır ağır yanardı.

-Sevdiğin birinden vazgeçmek bu kadar zor olduysa kendinden vazgeçmek zorunda kalmak nasıl bir şey düşünsene anne. Ben kendimden vazgeçersem, kendime ihanet edersem yalnız kendime değil beni doğuran sana, beni yaratan Tanrıya da ihanet etmiş olmaz mıyım? Bu daha büyük bir günah olmaz mı? Herkesi birden kandırmak daha büyük bir günah olmaz mı?

Bunları söylemeliydim ona. Belki beni anlardı o zaman, hemen değil elbette. Biraz zaman gerekecek ama sonunda beni anlayacaktı. Ya hiç anlamazsa, ya çok sarsılırsa? Bu sarsıntıların yıktıkları üzerine ben kendime yeni bir dünya kurabilecek miydim? Fakat yine de yapmalıydım. Aldığım karardan kimse bir kaç çizikle çıkamayacaktı belliydi; ama kendime gerçek bir dünya kurmak istiyorsam bütün bunları göze almalıydım. Gitmeden geri dönülmezdi.

Bütün bunları düşünmek içimi iyice daraltmış, bir yandan da cesaretim kırılmaya başlamıştı. Balkona çıktım mutfaktan annemin şarkı söyleyen sesi sokağın sesine karışıyordu. Ballarò’yu* görüyordu ev. Bunca zamandır kargaşası, rengi,  baş döndüren büyülü kokusu değişmemişti Ballaro’nun. Pazara girer girmez seslerinin gürlüğünü birbirleriyle yarıştıran pazarcılar, ellerindeki malların tazeliğini güzelliğini göstermek için müşterileri kendi tezgahlarına çekmeye çalışırlardı.

Kendi düşüncelerimin sesini duymak istemediğimde pazarcıların çığırtkan sesleri hemen imdadıma yetişiyordu. Alışveriş yapan Palermo’lular da, ellerinde fotoğraf makineli turistler de; bütün bu hindibalar, birbirinden farklı otlar, enginarlar, mürekkep balıkları, kılıçbalıkları, karidesler, peynirler arasında kendilerini kaybediyorlardı.  Komün halinde yaşayan, sokak ortasında bütün gün miskin miskin uyuklayan hantal sokak köpekleri arada bir sadece  ritueli bozmamak adına yanlarından geçen tasmalı bir köpeğe hırlarlardı. Bu sokakların uyuşuk serserileri, etrafindakilere  sokakların asıl sahibinin kendileri olduğunu hatırlatıyorlardı böylece. Ballaro, en tuhaf, en kabul edilemez dünyaların süt annesiydi. O herkese kucak açardı. Göçmenlerden, evsizlere, orospulardan, torbacılara. Bu evrenin istenmeyen çocuklarının sıcak yuvasıydı burası.

Kapıyı kapatıp tekrar içeri girdim. Annem elinde çatal kaşıkla salonun ortasında duruyordu.

-Ben de seni arıyordum, öğle yemeğinde yalnızız. Burada mı yemek istersin, mutfağa mı hazırlayayım masayı?

-Mutfakta yeriz anne, uğraşma boşuna.

– Yok uğraşmak mesele değil, sen nasıl istersen.

-Mutfakta yiyelim.

Birlikte masayı hazırladık. Annem açık mavi masa örtüsüyle aynı kumaştan peçeteleri masaya koyarken zaten ütülü olan peçeteleri eliyle üzerlerine bastırarak düzeltmeye çalışıyordu. Benim masaya koyduğum bardaklar aynı hizada değiller diye gelip düzeltti. Alınmamam içinse eliyle omzumu okşayıp, gülümsedi.

-Biliyorsun işte beni, dedi.

-Önemli değil anne.

-Neyin var senin ?

-Yok bir şeyim.

– Sabahtan beri dalgınsın, huzursuzsun. Bilmez miyim ben seni? Hadi anlat bakalım annene, nedir derdin? Bize anlatmayacaksın da kime anlatacaksın?

Zamanı gelmişti, şimdi söylemezsem bir daha hiç söyleyemeyebilirdim. Belki kaçıp gitsem bir daha benden haber almasalar daha mı iyiyiydi? Öyle de yaşayamazdı ki, bana ne olduğunu bilmemek öldürürdü onu. En azından şimdi bana ne olduğunu, neler olacağını bilecekti. Beni bir daha görmek istemese bile bu kararı ona bırakmalıydım. Diğer türlüsü kalleşlik olurdu. Endişelenmeye başlamış gözlerle bana bakıyordu. Elindeki çatalı bıraktı, sandalyesinde doğruldu, sırtını dikleştirip kollarını kavuşturdu. Hafifçe bana doğru eğilerek :

-Vincenzo, hadi söyle bir terslik mi var? Okuldaki rahiplerle mi bir sorun var? Derslerin mi kötü? Teolojiyi sevmiyorum diyordun; ama bak dayanmalısın. İki yıl sonra rahip olacaksın. İsa’nın en yakınlarından biri olacaksın, hem bu dünyada, hem öbür dünyada kurtarıcımız sen olacaksın.

-Anne sorun teoloji falan değil.

Bir defada söylemeliydim, uzatırsam işin içinden çıkamayacaktım.

Öylece bir heykel gibi durmuş bana bakıyordu, en ufak bir hareketinde dikkatim dağılır söylemekten vazgeçerim endişesiyle nefes bile almıyordu. Aklına gelebilecek en kötü şeyi düşünüyordu ama ona söyleyeceğim şeyin onun düşünebileceğinin çok ötesinde olduğunu bilmesine imkan yoktu.

-Anne, ben kendimi göründüğümden çok farklı hissediyorum. İçimde başka bir ben var.

-O ne demek şimdi?

-Yani ben erkek değilim, hiç olmadım. Bak bunu kabul etmek benim için de hiç kolay olmadı. Senin için de zor olacak biliyorum ama ben bundan sonra hayatıma kadın olarak devam etmek istiyorum.

Kavuşturduğu kolları iki yana düşerken eli masada duran bardağa çarptı. Bardağın dibinde kalmış su yavaş yavaş yayılarak açık mavi masa örtüsünü ıslatıyordu. Gözleri yuvalarından fırlamıştı. Oturduğu sandalyeden ayağa fırladı, kendi etrafında bir tur attıktan sonra tekrar sandalyeye oturdu. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Her zaman limon gibi sarı olan benzi kıpkırmızıydı şimdi. Boğazına bir şey takılmış gibi boğazını temizledi konuşmaya çalıştı, ağzını açtı ama konuşmayı unutmuş gibi ağzını hareket ettiriyor ama bir şey söyleyemiyordu. Tekrar denedi sesi ona ait değilmiş gibiydi, çatallı çıktı :

-Ne yani rahip olamayacak mısın? dedi.

-Anne ben kadın olarak yaşamak istiyorum artık, nasıl rahip olurum?

Gözlerinde acı, şaşkınlık ve hayal kırıklığı birbirine karışmıştı. Bu karışımdan öylesine bir öfke doğmuştu ki, bu öfkenin içinden çıkan alevler kıvrıla kıvrıla beni sardı. Benimle birlikte bütün evi de yakacağını sandım.

-Cehennem ateşinde yanacaksın sen dedi.

-Neden yanacak mışım cehennem ateşinde? Neden söyle, kime ne yaptım ben?

-Kime ne mi yaptın ? Kime ne mi yaptın? Bana yaptığın yetmez mi?

-Ben ne sana, ne de başkasına kötü bir şey yaptım. Ben sana kim olduğumu anlatmaya çalışıyorum anne.

-Doktora gidelim.

-Ben hasta değilim, lanet olsun.

-Yok demişlerdi ki. Hormon falan veriyorlarmış böylelerine, iyileşiyorlarmış. O hormonları alınca düzelirsin. Sonra kardeşin Rita’yı da al. Ustica’ya tatile gidin. Bütün para benden.  Ya da “bütün azizler” tatiline çıkın. Hani İtalya’nın güneyinden kuzeyine bütün önemli kiliselerin dolaştırıldığı tur var ya, ona gidin daha iyi. Pahalıymış ama olsun, o da benden. Hem azizler yardım eder aklın başına gelir belki.

-Anne, İsa beni kadın olarak yaratmışsa azizler ne yaparlarsa yapsınlar bunu değiştiremezler. İsa istemeseydi ben böyle hissetmezdim.

Çılgına dönmüştü, söylediklerimi duymasın diye yerinden fırlayıp  elleriyle duvardaki Meryem ana ikonasının kulaklarını kapattı.

-Şimdi de suçu İsa’ya mı atıyorsun? dedi kısık sesle.

-Kimseye suç atmıyorum, çünkü suç yok ortada.

Sustuk bir süre, sessizliğin içine gömmeye çalıştık duyup unutmak istediklerimizi. Masadaki tabakta sardalya balıklı makarna vardı, tek bir çatal bile almamıştım henüz. Evde tek seven bendim, annem sardalyalı makarna yaptığında herkes kıyamet koparırdı ama o yine de yapardı. Ben bir şeyi istedim mi kıyametler kopsa da yapardı.

Çaresizce :

-Belki zamanla geçer , dedi.

Sesindeki acının gölgesi içimi kaplamıştı.

-Geçmeyecek anne, dedim. Ben de senin gibi sanmıştım ilk başta.

İkimiz de çaresizlikle birbirimize baktık. İkimiz de çaresizce birbirimizden veremeyeceğimiz cevapları dilendik.

Sonunda sırtını bana döndü, eline tesbihi aldı. Masadan kalktım koridordan sokak kapısına doğru yürüdüm. Aynada yanısımasını gördüm mırıldanarak dua ediyordu.

 

*Ballaro : Palermo’da bulunan, Araplar zamanından kalma bir pazar .

*Viscio : Vincenzo isminin kısaltılmışı.

 

Şenay Boynudelik

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.