Tunç Kurt’un öykülerinde buram buram Ege, büyük şehirde küçücük kalmış bireyin yalnızlığı, bir öykü kahramanı olarak yazar, bir helvayla bayram havası yaşanan çocukluk, geçmişin gölgesinde tüketilen yaşlılık, en kötü durumda bile gülümseten mizah var.
Başka ülkelerin bir yılda yaşamadığı toplumsal acıları biz bir haftada yaşıyoruz. Her yanımız yara bere, çürük çarık; hayata karışmak bile zor geliyor. Uyusak uyusak, gözlerimizi açtığımızda her şey kara bir rüya olsa ve güneşli güzel günlere uyansak… Nice zaman gözlerimiz kapalı yatakta dönüp durduk ama dermanımızın kaçmakta değil, inadına yaşamakta olduğunu fark edince, başımızı gömdüğümüz yorganı fırlatıp attık. Bir gece yarısı, radyoda dinlediğim programda Jehan Barbur mealen, ‘Her toplumsal olaydan sonra konserler iptal ediliyor. Acılar ortak acımız ama müzik mutlaka insanları çılgınca eğlendiren bir şey değildir. Biz ölülerimizi bile müzikle uğurlarız,’ diyordu. Biz de kendimizi filmlerle, müziklerle, kitaplarla sağaltmaya karar verdik. Annesine kitabını, ‘Keşke beni merhametli ve vicdanlı yetiştirmeseymişsin, her şeye üzülüyorum,’ diye imzalayan Tunç Kurt’un yazdıkları da okuyana iyi gelecek, derdine derman olacak cinsten.
Bay Prada Nasıl Öldürüldü? dört bölümden oluşan bir öykü kitabı, her bölüm ruhuna uygun epigraflarla açılıyor. Arkadaş Z. Özger’den “yırtarak geçiyor kalbimizden / hayatı da törpüleyen zaman” alıntısıyla; kentsel dönüşüm, 77 yılının kanlı 1 Mayıs’ı, taşra elitizmi, Gezi gibi toplumsal konuların ele alındığı ilk bölüme giriş yapıyoruz.
Hayata ‘markalı’ gözlükler gerisinden bakan bir iş adamı, avam ‘Zeliha’ olan adının, sosyetik ‘Derin’ olabilmesini sağlayacak parayı bulmak için erkeklerle yatan bir üniversite öğrencisi, kaderine küfreden Çingene Kako ve lahana yemekten imanı gevreyen ayısı Yadigâr; Bay Prada Nasıl Öldürüldü öyküsünde boy gösteriyor. Almodovar filmleri gibi kesitler halinde ilerleyen parçalı metinler, öykünün sonunda kesişiyor.
“Allah’ı gördün mü heç? Görmez olur musun, rabbin meleğisin sen” dedi. Tövbe tövbe… Allah görülür müymüş hiç? Hapiste polis sakallı adamın fotoğrafını gösterip tanıyor musun bunu, dediydi… Sabaha kadar dövdü sopaylan. Allah’ıma kitabıma bilmiyorum, dedim. İnanmadı. “Ulan söyle nerde olduğunu yoksa sana bi yapıştırırım Allah’ı tersten görürsün!” dedi. Yeminler ettim, inandıramadım. Gözümün üstüne vurdu sopayı. Allah’ı ne tersten ne düzden görmüşlüğüm var ama o gün bir gözümün feneri söndü. Sakallı adamı bulamadılar. Yıllar sonra inandılar bana, saldılar. “Gördüm ama Allah ile kul arasına ben girmem.” Toplumsal dertler barındıran öykülerin illa çatık kaşlı olması gerekmediğinin, güler yüzlü olarak da anlatılabileceğinin göstergesi Baston Hırsızı.
Çiçek Sepeti, kurucu cumhuriyetteki militarizmle, elitizmle çocuklar üzerinden hesaplaşan bir öykü. Öyle ya; Türkiye sınıfsız bir cumhuriyet ama parlak önlüklü zengin çocukları sınıfın ön sıralarında otururken, solgun önlüklüler arka sıralarda kerhen oturur. Bu kafası kazınmış erkek ya da don lastiğiyle örgüsü tutturulmuş kız çocuklarının çoğu beşi bitirmeden usulca ortalıktan kaybolur. Onları daha sonra ya bir kaportacıda arabanın altına yatmışken ya da babası yaşındaki kocasının peşi sıra ayaklarını sürüklerken görürsünüz. İlk bölüm Berkin’e adanmış Dumankuş öyküsüyle sona eriyor.
İkinci bölüm daha deneysel öykülerden oluşuyor. Yitik, Cicuta, Vakur Gri X ve Tavuklar, yazarın metne dâhil olduğu kahramanla konuşup kendisinin de kahraman olduğu post modern öyküler. Kahramanın, yazarın kâbuslarına girerek, kendini zorla yazdırdığı bir metin, Yitik. “Bunun ne önemi var? Kâbuslarımı kaleme almadan öncesini hatırladığına göre elbette ki benden önce vardın. Ama varoluşunun bir anlamı yoktu. Var olduğunu kimseye gösteremedikten sonra ilk olmanın ne anlamı olabilir ki? Zaten bu yüzden çıkmadın mı karşıma? Bu yüzden göstermedin mi kendini? Sen gerçek anlamda var olmak istiyordun, belki de varoluşuna bir şahit istiyordun. Tanrı, kullarından önce de vardı. Fakat kullar olmadan Tanrı’nın varlığı gerçekten anlamlı olabilir miydi? Sen varoluşunu anlamlandırmak için bana ihtiyaç duyuyordun, haksız mıyım?”
Cicuta’da -başrolünde Jim Carey’nin oynadığı, Peter Weir’ın yönettiği Truman Show filmindeki gibi- kurgunun içinde yaşayan kahraman zaman zaman durumu fark eder gibi olsa da, tanrıyazar öyküsüne tam olarak hâkimdir; kaldı ki kendisini öykünün içine çekmeye çalışan kahramanın sonu da ölümdür.
Yazarla kahramanı arasındaki mücadeleyi anlatan öykülerin yanı sıra Foton Çağının Peygamberleri gibi kentli orta yaş evli erkeklerin sıkıntılarını anlatan gücünü basitliğinden alan usta işi öyküler de var bu bölümde.
Üçüncü bölümde yazar bireyin -belki biraz da kendi- iç dünyasına giriyor; aşk, ölüm, özlem kokuları taşıyan öyküler bunlar, ortak baharatları da yalnızlık. Zaten girişteki Cortazar alıntısı da bunun ipucunu veriyor: “Hayat bana kimsesiz bir ada, kimsesiz bir oda olabilir.” Hiçbir Zaman ve Mabab Avleh İdriteg birbiriyle ilintili, Ege’nin köylerinde geçen, yazarın çocukluğundan izler taşıyan öyküler. Yazarın çocukluğuyla hesaplaşmadan yol alması mümkün değildir, öyle ki bu hesaplaşma bazen tüm yazı hayatı boyunca bile devam edebilir. Çocukluk yitirdiğimiz en kıymetli hazinemizdir, zaman zaman elimize oradan çamura batmış bir sikke, bacağı kırılmış ufak bir heykel ya da taşı düşmüş bir yüzük geçer. Yaşanan günlerden arta kalan tortu, bazen boğazımızda bir düğüm bazen de dudağımızda yukarı doğru bir kıvrımdır. Tunç Kurt, bu tortuları öykülerine ustaca yediriyor, kâh gülümseyerek kâh hüzünlenerek okuyoruz yazdıklarını.
Mutsuz Yaradılışlı Çinakoplar Sevmez Beni, yalnızlık duygusunu bize en iyi veren öykü, yaşamakla ölmek arasında farkı kalmayan kahramanın, yaşamdan yana tavır almasıyla, belki de bundan sonra o kadar da yalnız kalmayacak düşüncesiyle bitiyor öykü.
Sadece, Kötücül Mantarlar isimli öyküden oluşan son bölüm, yazarın yaratırken nasıl bir orman patikasından geçtiğini anlatan, adeta manifestosunu fısıldayan bir öykü. “Yaşadıklarımı mı yazıyorum, yoksa yazdıklarımı mı yaşıyorum? Gerçek ve yalan yekpare. Kâğıdın kadınsı hazzını mı, kalemin erkeksi iktidarını mı yaşıyorum bilmiyorum. Yaratmanın sancısına katlanıyorum marazi bir tutkuyla.”
Her ne kadar Vakur Gri X öyküsünde kahramanın ağzından kendisiyle dalga geçmişse de, şiir de yazan bir öykücü Tunç Kurt. “Öykücülerin şiire düşkünlüğünü hiçbir zaman anlamamışımdır. Hatta öyküye hevesli şairlerin öykülerini de sevmem. / Neden içinde yazı olan şeyleri sevmediğini söylemedin. / Yazar, şair dediğimiz kimseler ne kadar güzel yazarsa yazsın muhayyilesinde kurduklarını hiçbir zaman yazıya kusursuz bir şekilde aktaramaz. Bu yüzden yazı kusurludur, sakat bir tarafı vardır. Kusursuzluğa inanır mısın? / İnanmam. / Ben de inanmam. O yüzden okumayı sevmem. Ben dinlemeyi severim.” Şiir’in kız kardeşi Öykü tanımını sahiplenen bir kitap Bay Prada Nasıl Öldürüldü?, Arkadaş Z. Özger, Edip Cansever, Turgut Uyar, Metin Eloğlu, Baudelaire… kitapta, hem dizeleriyle hem de ruhlarıyla yer alıyor. Kimi öykülerde yazıyı yükselten şiirsel bir dil varken kimilerinde düpedüz düzyazı şeklinde yazılmış şiirler okuyoruz. Öykü yanından ziyade şiir yanı ağır basan metinler, bilinçli bir tercihle bölüm sonralarına yerleştirilmiş.
Tunç Kurt’un öykülerinde buram buram Ege var, büyük şehirde küçücük kalmış bireyin yalnızlığı var, bir öykü kahramanı olarak yazar var, babanın getirdiği helvayla bayram havası yaşanan çocukluk var, geçmişin gölgesinde yitirilen akıldan kalan kırıntılarla tüketilen yaşlılık var, en kötü durumda bile gülümseten mizah var… Ama yılgınlık yok, kasvet yok, çatık kaşlı bir bilmişçilik yok, karanlık yok. Bay Prada Nasıl Öldürüldü? steril hijyenbeyazı ya da gamlı baykuş kabuskarası bir kitap değil; o tam da yazarın istediği gibi vakurgrisi bir X. Ak ve Kara arasındaki bilinmez X’i keşfetmek için yol sizi çağırıyor. İyi yolculuklar…
Tunç Kurt, Bay Prada Nasıl Öldürüldü?, Nota Bene Yayınları, Öykü, 112 Sayfa, 2015
Mehmet Fırat Pürselim