Kategoriler: Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Ayağıma takılan ülkücülük tehlikesi – Şahin Tekgündüz

1955’in yazında gelmiştik Ankara’ya. Aile, köklerinden yeşerip yarım yüzyıl yaşadığı Nevşehir’den kopmuş, yeniliklere açılabilmek için başkentte yaşamaya karar vermişti. Babam, o günler için büyükçe bir kasaba olan Nevşehir’in Altındiş Mustâbey’i idi.

Ortaokul mezunu küçük bir maliye memuru olmasına rağmen modern yaşam tarzını benimsemişti. Olanaklarının elverdiği ölçüde şık giyinmeye özen gösterir, beyaz gömleği ve papyon kravatıyla farklılık yaratmaya çalışırdı. Sürekli borç içinde yaşamayı göze alıp, anneannem ve üç teyzemin de yer aldığı kalabalık bir ailenin yükünü yüksünmeden üstlenmişti. Sekiz on yıl sonra teyzelerim evlenip ben de liseyi bitirince Nevşehir’in sınırları dar gelmeye başlamıştı. Her şeyden önce benim yüksek öğrenim görmem gerekiyordu ve arkamdan da üç kız kardeşim geliyordu. Liseyi borç harç içinde Niğde’de paralı yatılı olarak okumuştum ama aynı durum üniversite için söz konusu olamazdı. Aile dostumuz ve ortaokuldaki müzik ve elişi öğretmenin Îsâ Coşkuner Ankara’ya yerleşmiş, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nde Levazım Müdürü olarak göreve başlamıştı. Benim mutlaka yüksek öğrenim görmemi, hattâ imkân yaratılabilirse Güzel Sanatlar Akademisi ya da Devlet Konservatuarı’nda okumamı istiyordu. Bu isteğinin de etkisiyle bir süre sonra Devlet Tiyatrosu’nda babam için de bir kadro ayarlamış, Ankara’ya yerleşmemizin yolunu açmıştı.

Ankara’ya gelmiş ve yerleşme yollarını aramaya başlamıştık. Babam da annem de belli etmemeye çalıştıkları bir panik içindeydiler. Bu büyük kentte, üstelik de ülkenin başkentinde nasıl yaşayacaktık, buranın yaşam koşullarına nasıl uyum sağlayacaktık? Bu değişimin bir de tersyüz edilmesi olasılığı yok muydu? O zaman eşe dosta ve kendimize karşı rezil rüsva olmayacak mıydık? Onlar böyle düşünüyor olabilirdi ama ben hiçbir yabancılık duygusu taşımıyordum. Ankara sanki çok iyi bildiğim bir yerdi de gelip yerleşmekte geç kalmıştık.

Niğde lisesindeki üç yıllık yatılı hayatım bana çok şey öğretmişti. Kendi çapımda sosyalleşmiştim. Lisenin ilk günlerinde yaşadığım birtakım uyumsuzlukları tez zamanda üzerimden atmış, hattâ bazı konularda küçük arkadaş gruplarının lideri rolüne bile soyunmuştum. Örneğin toplu halde sinemaya gitme organizasyonlarını ben yapıyordum. O yıllarda Niğde’de eski sinemaya oranla daha büyük belki de daha hantal bir sinema yapılmış, gişesine de Türkçe konuşmaktan aciz iri yarı birisi oturmuştu. Hafta sonu izninde ilk işim ona uğramak ve gelecek filmlerin neler olduğunu öğrenmekti. O derdini zor anlatan adamdan daha çok renkli film getirmesini istemiştim de o da İstanbul’u telefon açarak, “Bak abi lisedeki gençler boyaklı film istiyor, fiyatı çok artırmadan boyaklı film de gönder bana…” demiş, renkli filmlerin adını boyaklı film koymuştuk.

Bu toplu sinema gruplarına öğretmenlerimizin katıldığı da olurdu. Sâdi Baydar, Tahsin Çizenel, Ahmet Mâruf Buzcugil… Tarih öğretmenimiz Nihat Karakurum da bu gruplardan birine katılmış, böyle organizasyonlar yapıp arkadaşlarımı sinemaya getirdiğim için beni kutlamış, filmi seyrederken de yanıma oturmuştu. Yanlış hatırlamıyorsam ‘Quo Vadis’ filmiydi. Büyük bir keyifle filmi izlerken öyle bir çam devirmiştim ki, Nihat Bey’de yarattığım olumlu imaj yerle bir olmuştu. Oyuncular kristal kupalarda şarap içiyorlardı ve ben büyük bir hatâyı yakalamışım gibi saf saf, “Hocam o çağda cam var mıydı?” diye sorma gafletinde bulunmuştum, Nihat Bey de karanlıkta büyük şaşkınlıkla bana dönmüş ve “Tarih hocan olarak bunu duymamış olayım” demişti. O an sinema yıkılsa da altında kalsam duygusuyla kıpkırmızı olmuştum da karanlıkta kimse görmemişti.

Demem o ki, dünyaya açık bir gençtim. Nevşehir’de haftada iki kez gelen postadan Dünya ve Cumhuriyet gazeteleri alır, evdekilerin şaşkın bakışları altında neredeyse ilanlarına kadar hatmeder, ortaokuldayken ve sömestr tatillerinde Damat İbrahim Paşa Külliyesi’ndeki Halk Kütüphanesi’nin kemerli loş salonlarında kitabın birini bitirir bir başkasına başlardım. Bu nedenle de Kütüphane Müdürü Makedonya göçmeni Arif Demirtaş’n bir numaralı gözdesiydim. Çok okuyan bilir demişler ya, Ankara, hattâ İstanbul da benim için tümüyle yabancı olduğum yerler değildi.

Ankara’da ilk haftalar teyzemlerin Demirlibahçe Gönül Sokak’taki dairesinde kiralık ev aramakla geçti. Demirlibahçe o yıllarda, Anadolu’dan göçüp kentlileşmeye yönelmiş ailelerin, özellikle de Nevşehir yöresinden gelip yerleşenlerin tercih ettiği semtlerden biriydi. Dikimevi’ne çıkan Evren Sokak’la Mamak Caddesi’ne çıkan küçük sokaklarla şehre bağlanıyor, kuzeyindeki Şehitlik semtindeki gecekondularla sınırlanıyordu. Birkaç katı geçmeyen apartmanları, yeni yeni boy atmaya başlayan akasya ağaçlarıyla donatılmış birbirine paralel sokaklarıyla şirin mi şirin bir semtti.  Teyzemlerinki gibi bir apartman dairesine gücümüz yetmediği için aynı sokaktaki Uluoğlakçı Apartmanı’nın iki katlı şantiyesinin alt katında karar kılmıştık.

Bu arada Kaç kez Gençlik Parkı’na götürüldüğümüzü ve kömür semaverli çay bahçelerinde çay ya da limonata içtiğimizi, ailenin ve özellikle de benim geleceğim konusunun ne kadar tartışıldığını anımsamıyorum. Bu tartışmalar sonucunda, ailenin çaresizliği ve ezikliğim yüzünden hiç itiraz edemediğimden, daha önce aklımdan bile geçmeyen Hukuk Fakültesi’nde karar kılmıştık. O yıllarda öyle ÖSS’ler, ÖSYM’ler falan yoktu. Herkes bileğinin, daha doğrusu kafasının hakkıyla aldığı lise notları ya da her fakültenin bağımsız olarak açtığı sınavlarda kazandığı puanlarla seçiyordu okuyacağı üniversiteyi. Benim lise bitirme derecem Siyasal Bilgiler ve Tıp fakültelerine sınavsız girmeme olanak sağlıyordu ama, her ikisinde de devam zorunluluğu vardı. O nedenle boynumu büküp Hukuk Fakülteli olmayı kabullenmek zorunda kaldım. Bu arada Devlet Tiyatrosu’ndaki imalat memurluğu de başlamıştım.

Her sabah teyzemin kayınbiraderi Refik Atay (hani şu bir dönemin Devlet Tiyatrosu sanatçısı Mehmet Atay’ın babası) ve bir alt sokaktaki, dönemin önemli ülkücülerinden ve Türkçülerinden Necmettin Sefercioğlu ile buluşup, Dikimevi, Dörtyol, Hamamönü, Samanpazarı üzerinden yürüyerek Opera binasına gidiyordum. Necmettin Sefercioğlu benden büyüktü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Kütüphanecilik bölümünü bitirmiş, Türkocağı’nda çalışıyordu. Yanılmıyorsam bir yandan da doktora hazırlığı yapıyordu. O, Samanpazarı’nı Atatürk Bulvarı’na bağlayan yokuşun ortasında bizden ayrılıyor ve birkaç yıl sonra kira ile Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne devredilerek Üçüncü Tiyatro adını alan görkemli tarihî binadaki Türkocağı Ayniyat Sorumlusu görevine gidiyordu. Refik Atay ise, İstasyonun yanındaki, Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’in karargâhlarından biri olan tarihî binadaki Devlet İstatistik Enstitüsü’nde teknik eleman olarak çalışıyordu. Opera Binası’nın önünde ayrılıyordum.

Yarım saat kadar süren yol boyunca Necmettin Sefercioğlu, bardak dibi kadar kalın camlı gözlüklerinin arkasından, küçülmüş soğuk, mavi gözleriyle bakarak sürekli Türkçülükten, Türkçü örgütlerden ve yayınlardan söz ederdi. Bütün kötülüklerin anasının komünizm olduğunu ve görüldüğü yerde başının ezilmesi gerektiğini söyleyenlerdendi. Yıllar içinde önemli başarılar gösterdi, profesörlüğe kadar yükseldi, ABD’deki kimi üniversitelerde incelemelerde bulundu, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulunda öğretim üyeliği yaptı. Ama beni Türkçü ya da ülkücü yapmayı başaramadı. Aksine, yıllar sonra komünist olduğumu öğrendi mi bilemiyorum. Ötüken, Ülkü, Türk Yurdu, Gurbet, Toprak gibi dergilerde yazıları yayımlanırdı. Ülküdaşları arasında Prof. Osman Turan, Prof. Emin Bilgiç, Remzi Oğuz Arık, Nihal Atsız, Osman Yüksel Serdengeçti, Mehmet Ateşoğlu, Fethi Tevetoğlu gibi o dönemin ünlüleri de vardı.

Anadolu’dan yeni gelmiş bir delikanlı olarak onun etkisi altına girmek üzereydim. Bana Ülkü ve Toprak dergilerine abone olmamı salık veriyordu. Ülkü değil ama Toprak dergisini birkaç kez aldığımı anımsıyorum. Birçok kez de beni ülkücülerin toplantılarına ve işyerlerine götürdü. Mehmet Ateşoğlu’nun Denizciler Caddesi’ndeki küçük matbaası hâlâ gözlerimin önünde. Necmettin Sefercioğlu’nun can düşmanlarından biri de Varlık Dergisi ve Varlık Yayınları idi. Yaşar Nâbi Nayır Türkiye’deki azılı komünistlerden ona göre. Hele Varlık Yayınları’nda kitapları çıkan Mahmut Makallar, Talip Apaydınlar, Nurullah Ataçlar, Sabahattin Aliler, Panait İstratiler, Albert Camuler, Çehovlar, Gogoller… Hattâ o yıllarda Hürriyet Gazetesi bile Türkiye’nin ve Türkçülüğün düşmanı ve Siyonizm’in Türkiye’deki temsilcisi olarak görülürdü. Ona yöneltilen en ağır eleştirilerden biri de başlığının yanındaki, altında “Türkiye Türklerindir” yazan Türk bayrağının renginin tam kırmızı değil pembemsi olmasıydı. Ben bu dehşetli suçlamayı, daha Nevşehir’de ortaokul öğrencisiyken, matematik öğretmenimiz azılı Türkçü Veli Soysal’dan duymuştum.

Yol arkadaşlarımdan Refik Atay ise, modernleşmeye yüz tutmuş Anadolulu orta halli bir ailenin tipik temsilcisiydi. Sevecen ve babacan biriydi. Sefercioğlu’nun görüşlerini hep destekler ve tanık olduğu durumlardan örnekler verirdi. Yol boyunca onun ilgisini çeken konulardan bir başkası ise, genç ve güzel kadınlardı. Son derece edepli ve çelebi bir tavırla onlara hayran hayran bakardı. Necmettin Sefercioğlu’nun olmadığı bir gün bana, yüksek topuklu, ayak bilekleri ve bacakları dolgun, orta boylu güzel bir kadını göstererek, “Kadını gördün mü kadını, ayak bileklerine bak… İşte Şahinim böylesine doyum olmaz…” demişti de ben anlayamamış, gülümsemiştim.

Şimdi, 1955 yılında Demirlibahçe’den Atatürk Bulvarı’na sohbet ederek yürüyen bu üçlü bana, o dönemdeki erkek toplumunun ilginç bir profili olarak görünüyor. Birisi yıkılan imparatorluğun kalıntıları arasından çıkabilmek için İttihatçı  bir tavırla, milliyetçiliğin de ötesinde, ırkına sımsıkı sarılarak bilim adamı olmaya yönelmiş bir genç, birisi o taraklarda bezi olmayan, kentlileşmeyi seçmiş yarı maço bir Anadolu erkeği, birisi de ‘köyden indim şehire’ şaşkınlığına kapılmayaya ve yönünü bulmaya çabalayan, lise mezunu bir Anadolu delikanlısı…

İşin ilginç yanı, benim Türkçü ve antikomünist görüşlerle yıkanmaya çalışılan beynim, ‘doyum olmaz’ kadınların görüntüleriyle perdelenmiş gözlerim ve arayışlar içindeki zihnimle bu ikiliden ayrılır, dönemin ünlü komünistlerinden Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki sanat sosyetesinin barınağı Devlet Tiyatrosu’ndaki işimin başına geçerdim. Gerçi hap kadar odam Opera Binası’nın en alt katındaki atölyelerin arasındaydı ve işimin de atölyedeki ihtiyaçları belgeleyerek Evkaf Han’ın birinci katındaki Levazım Müdürlüğü’ne ulaştırmaktan başka ciddi bir yanı yoktu; ama orada kimleri tanımadım, kimlerin sempatisini, hattâ dostluğunu kazanmadım ve kimlerin etkisi altına girmedim ki… Tiyatro ve operanın ünlü sanatçıları, başta ünlü ressam Turgut Zaim olmak üzere dekoratör Hâlenur ve Refik Eren, Hüseyin Mumcu, Mehmet Kalaycıolu, aralarında Turgut Özakman, Sermet Çağan gibi iz bırakmış adların yer aldığı yönetici ve teknik kadro elemanları vb.

Asıl önemlisi, ileriki günlerde ayrıntılarıyla anlatmaya çalışacağım Sinema Tiyatro Derneği ve Sinema Tiyatro Dergisi serüvenim o günlerde filizlenmeye başlamıştı.

 

 

Şahin Tekgündüz

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar