Kategoriler: Köşe Yazıları

Ya Esad kazanırsa?

Suriye’de devam eden iç savaşla ilgili yapılan neredeyse bütün yorumlar, mevcut Suriye rejiminin çökeceği, yani Esad’ın kaybedeceği varsayımı üzerine kurulu. Bu, her iki tarafa sempati besleyenler için de geçerli. Özellikle de muhalefetin Batı (ve Türkiye, Suudi Arabistan, Katar üçlüsü) tarafından desteklendiğini ve silahlandırıldığını, hatta çoğunlukla yabancı askerlerin oluşturduğu yapay bir orduyla mevcut rejimin devrilmeye çalışıldığını söyleyen ve bu durumu kınayan çevreler, Esad’ın kaybedeceğini ve eninde sonunda bu rejimin yıkılacağını varsayıyorlar. Bu varsayım nedeniyle de, Esad’ın gitmesinden sonra çoğunluktaki Sünnilerin (İslamcıların ipleri ele geçirmesiyle) azınlıktaki Alevilere ve Hıristiyanlara yönelik toplu katliam ve soykırıma girişecekleri endişesini dile getiriyorlar.

Bu elbette anlaşılması gereken bir endişedir. Ortada herkesin kendi hayatından ve geleceğinden kaygı duyduğu bir savaş durumu var.

Ancak uzun süredir gelen haberlerden benim izleyebildiğim, Suriye rejiminin askeri açıdan pek de yeniliyor gibi görünmediği yönünde. Suriye rejiminin çözülmeye başladığı (örneğin bazı generallerin, hatta Başbakan’ın karşı tarafa geçtiği) gibi haberler yayılsa da, elimizde bu tekil örneklerin belirleyici olduğuna inanmak için yeterli veri yok. Savaşlarda halkla ilişkiler ve medya imkanını iyi kullanan taraf, küçük olayları genel bir durummuş gibi sunmayı becerebilir. Buna psikolojik savaş da diyorlar. Yani muhalif taraf, dünyadaki destekçileri sayesinde güçlü gözükmeye çalışıyor olabilir. Zaten zaferi böyle elde edeceklerini, herkes mevcut rejimden desteğini çekince, rejimin içe doğru çökeceğini düşünüyor olabilirler. Acaba gerçekten Suriye’deki durum bu mu?

Arap ayaklanmalarında bu durum daha önce  iki kez yaşandı: Tunus ve Mısır’da… Ama bu iki ülkedeki ayaklanmaların ortak noktası, şiddetsiz kitlesel protesto yönteminin ağır basması, devletin şiddet kullanımının (karşı şiddetten kaçınılarak) etkisiz hale getirilmesi ve devrimin sokakta (Mısır’da ordunun rolünü de unutmadan elbet) gerçekleşmesiydi. Suriye gibi iç savaşa sürüklenen Libya’da ise Kaddafi diktatörlüğü ancak dış destekli uzun ve kanlı bir savaş sonucunda devrilebildi. Yani ayaklanma süreci Suriye’deki gibi iç savaşa dönüştüğü zaman rejimin bütün meşruiyetini yitirerek çökeceğinin garantisi, hatta buna dair fazla bir kanıt yok gibi. Maalesef bu tür silahlı isyanlarda ve iç savaşlarda meşruiyet kaybı için can kayıplarının dayanılmaz boyutlara varması ve dış müdahale koşullarının “olgunlaşması” gerekebilir (Hatırlarsanız, Yugoslavya parçalanırken bunun bir örneği yaşanmıştı).

Öte yandan otoriter rejimler, hala yönetebildiği bir savaş makinesi olduğu sürece dayanabilir. Daha da önemlisi, konu askeri üstünlük olursa, iç savaşı kazanabilir de…

***

Suriye’de son gelen haberler, isyancıların en güçlü oldukları, ülkenin ikinci büyük şehri Halep’teki hakimiyetlerini ordu güçlerinin ağır silahlı operasyonuna karşı koruyamadıklarına, başkent Şam’ı da zaten ele geçiremediklerine işaret ediyor. Silahlı güçler arasında da en hafif deyimiyle “ciddi bir dengesizlik” var…

Global Firepower’ın verilerine göre Suriye dünyada silahlanmaya en fazla para harcayan ordulardan biri. Suriye ordusunun yedeklerle birlikte 750.000 askeri,  830 uçağı ve 208 helikopteri, 4950 tankı ve 6610 zırhlı taşıyıcısı, 2160 topu ve 1200 roketatarı varmış. Benim gibi 28 gün bedelli askerliği, onu da eline silah almadan yapmış bir antimilitaristten askeri analiz beklemeyin ama, Özgür Suriye Ordusu denen ve hakkında Wikipedia dışında bilgi bulamadığım oluşumun bu güce askeri olarak karşı koyması pek akıl kârı görünmüyor. Wikipedia’ya göre (Arapça bilenler detaylı bilgi bulabilirlerse lütfen iletsinler), ÖSO’nun elinde daha çok AK-47 (kalaşnikov), RPG-7, M16 gibi hafif silahlar varmış. Bir miktar da muhaliflerin tarafına geçen askerlerin yanlarında getirdikleri uçaksavar… Özgür Suriye Ordusu, uçağı, tankı, topu, füzesi falan olmayan bir “ordu”, bir tür gerilla kuvveti yani. Üstelik Suriye rejiminin kimyasal silahlara da sahip olduğunu  unutmamak gerek.

Bu durumda Suriye rejiminin askeri yollardan devrileceği varsayımı da, isyancıların soykırıma girişerek kendilerinden olmayan herkesi kesecekleri varsayımı da (kendileri iddia edildiği gibi son derece gaddar insanlar olsalar bile) bana inandırıcı gelmiyor. Hatta bu iddialar bal gibi psikolojik savaş kokuyor.

Tarihte bugüne dek yaşanan bütün soykırımlar, savaşlar ve işgaller sırasında yaşandı. Ermeni soykırımı Birinci Dünya Savaşı’nda, Yahudi soykırımı İkinci Dünya Savaşı’nda, Srebrenica soykırımı Bosna savaşı sırasında yaşandı. Soykırım yapan taraf ise her zaman güçlü olan, iktidarda olan, işgal eden taraftı. Ruanda’da iktidardaki Hutular soykırım yaptılar. Mançurya’da işgalci Japon ordusu soykırım yaptı. Cezayir’de Fransız sömürgecileri soykırım yaptı. İsyancıların devlet güçlerine (veya devletin tarafındakilere) soykırım uygulaması iktidar ilişkileri tersine dönmediği sürece mümkün değil.

Suriye’de isyancıların içinde, Alevi ve Hıristiyanlardan kurtulmak gerektiğini düşünen İslamcı (El Kaideci mesela) bir çoğunluk varsa bile (ki bu kesimin çoğunluk olduğu da Suriye devletinin propagandasına benziyor), bunların şu şartlarda iktidara yakın Alevilere ve diğer gruplara yönelik toplu bir katliama girişmeleri tarihsel gerçeklerle pek uyuşmuyor. Bu ancak Esad rejiminin devrildiği ve Suriye’nin tam bir kaosa süreklendiği bir durumda olasılık dahiline girebilir. (Esad rejimin devrilmesi halinde ülkede Lübnan gibi bir iç savaş patlayacağı da, sadece bir başka varsayım.) Dolayısıyla şu anda asıl olası olan ve endişe edilmesi gereken şey, elinde kitle imha silahı bulunan Suriye devletinin muhaliflere ve onları destekleyen sivillere karşı girişebileceği bir topu katliam olabilir. Kaldı ki Esad rejiminin bunu daha önce Hama’da yaptığını biliyoruz.

Esad rejiminin eninde sonunda çökeceği varsayımı, bana daha çok Batı (ve ABD) tarafından desteklenenlerin eninde sonunda kazanacağı inancından kaynaklanıyormuş gibi görünüyor. ABD’nin ve emperyalistlerin yenilmez olduğunu düşünenler de nedense en çok Amerikan karşıtları ve antiemperyalistler oluyor. Dünyayı Batılıların şekillendirdiği ve her şeyi birkaç güçlü kişinin yönettiği (ve bu kişilerin asla yenilmediği) inancı, en çok Batı karşıtları tarafından besleniyor. ABD’nin Vietnam’da daha 40 sene önce ağır bir yenilgiye uğradığı, sayısız operasyonda başarısız olduğu, evdeki hesapların çoğu zaman çarşıya uymadığı unutuluyor. Tabii, “büyük güç” olmak B planı olmak demek olduğu için, yenilgiler kazanca dönüştürülüyor olabilir. Ama tarih “emperyalistlerin” ve onların destekledikleri güçlerin her planlarının başarıya ulaşacağını ve kayıtsız şartsız kazanacaklarını söylemiyor. Bu inanç bana olsa olsa kendini güçsüz gören tarafın aşağılık kompleksinin bir ürünüymüş gibi geliyor.

***

Suriye’de elbette psikolojik ve diplomatik şartlar öyle bir noktaya gelebilir ki, Esad rejimi devrilebilir. Umarım 50 senelik bu kanlı diktatörlük daha fazla kan dökülmeden (hatta ben bu yazıyı yayınlayamadan) yıkılıp gider. Ama bunun tersi de mümkün. Esad rejimi bugüne dek işlediklerinden daha ağır katliamlara da girişebilir. Muhalifleri sivil asker demeden yok etmeye girişebilir. Soykırımı asıl Esad yapabilir.

Dış güçlerin desteğiyle tırmanan bir şiddet ortamına itiraz etmeyi haklı buluyorum. Bence de şiddetsiz çözümün önünü kesen her türlü silah yardımı savaşın sona ermesine hizmet etmiyor. (Bir dış müdahale ise, Irak’ta olduğu gibi ülkeyi de, Ortadoğu’yu tamamen bir yangın yerine çevirebilir.) Şiddet bir kez hakim kılındığı zaman, demokratik yöntemlere geri dönmek hiç kolay olmuyor. Ama insan hakları, barış ve adaletten yana olanların, önce elinde devlet gücü, ordusu, tankı, topu, uçağı olan bir dikatatörlüğe karşı sesini yükseltmesi gerekmez mi?

Keşke Suriye’de de Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi şiddetsiz ve demokratik bir protestoyla diktatörlük zayıflatılabilseydi… Ama hem Suriye ilk silahsız protestolara çok sert yanıt verdiği, hem de aralarında Türkiye’nin de olduğu dış güçler muhalifleri silahlandırmayı ve iç savaşı körüklemeyi tercih ettikleri için bu olamadı. Dolayısıyla Suriye iç savaşında her iki tarafın da (destekçileriyle birlikte) sorumlu olduğu bir şiddet sarmalı söz konusu. Muhalifleri destekleyen güçler (bizim baktığımız taraftan özellikle Ahmet Davutoğlu) yarın öbür gün Esad daha ağır bir katliama girişirse kendilerini sorumlu hissetmeyecekler mi?

Ama bu durum, sicilinde kitle katliamları olan, muhaliflerini susturan ve imha eden, son protestoların da iç savaşa dönüşmesinden birinci derecede sorumlu olan bir diktatörlük rejimini, statükonun değişmesinden duyulan endişe nedeniyle tercih etmeyi haklı kılmaz. Savaşa karşı çıkmak, ne olursa olsun önce demokrasiyi ve şiddetsizliği savunmakla mümkün. Şiddet karşıtlığı da önce devlet şiddetine karşı çıkmayı gerektirir. Diktatöre ve gaddar bir totaliter rejime karşı savaşanları (kim olurlarsa olsunlar) “terörist” diye adlandırarak, ancak diktatöre destek vermiş olursunuz, barışı ve demokrasiyi desteklemiş olmazsınız.

Bugün bize asıl endişe vermesi gereken soru, Ya Esad kazanırsa sorusudur. O zaman dünya (bugün açıkça muhalifleri destekleyen ve onlara sınırlarını açan Türkiye başta olmak üzere) muhalif güçleri ve onların tarafındaki sivilleri nasıl koruyacak? Türkiye’deki ve diğer komşu ülkelerdeki mülteci kamplarına yığılan yüz binlerce mülteci ne olacak?

Suriye meselesini tartışırken, artık ideolojik, iç politik, etnik ve dinsel önyargılardan arınıp,Ya Esad kazanırsa, o zaman ne olacak sorusuna da cevap aramak gerekiyor.

Paylaş
Yazar:
Ümit Şahin
Etiketler: suriye