ManşetKadın

Dr. Nil Mutluer: Yaşamsever bir düzene ihtiyacımız var

0
Sanatçı: Fırat Engin Çalışma: Dilek ağacı

Röportaj: Derya Göregen

*

Almanya’daki Humboldt Üniversitesi Çeşitlilik ve Toplumsal Çatışma Bölümü Öğretim Görevlisi ve Yeşiller Partisi kurucularından Dr. Nil Mutluer’le, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü münasebetiyle kadın cinayetleri ve doğa katliamları arasındaki ilişkiyi konuştuk.

Derya Göregen: Hatay’da yaşayan doğa aktivistlerinin, 25 Kasım’da 2008 ila 2020 yılları arasında kadın cinayetlerinde öldürülen 322 kadın için “ kadın, yaşam ve  fidan” etkinliği üzerine konuşacaktık. Fakat haberimiz yayına hazırlandığı zaman üzücü bir haber aldık. Hatay’da günlerce kontrol altına alınamayan büyük bir orman yangını haberi ile sarsıldık.  Yaşanan bu orman yangınına ilişkin neler söylemek istersiniz?

Nil Mutluer: Öncelikle Antakya’daki ve dünyanı bir çok yerindeki yangınlar içimizi yakıyor, çok üzücü… Tüm yangınların çıkışının nedeni iklim krizi olabilir, insan kaynaklı olabilir ancak, neden ne olursa olsun hızla söndürülememesi ve yayılmasının gittikçe derinleşen kuraklaşma ve hepsi ile bağlantılı iklim krizi ile doğrudan ilgisi var.  Küresel ölçekte bir sorun iklim krizi. Sistemsel bir dönüşümün gerekli. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de sistemsel ve küresel sorunlar… Antakya’da doğa aktivistlerinin kadın cinayetlerinde öldürülen kadınlar adına ağaç dikmesi faaliyeti bu bağlamda çok anlamlı. Kadın cinayetlerinde de doğa katliamlarında da daha mücadele edilecek çok konu var. Meselelerin farkındalık boyutu ancak canımız yandıkça anlaşılır oldu, ancak her iki meselede de henüz kökten bir çözüme doğru sağlıklı adım atılabilmiş değil. Oysa ki her iki mesele de yaşamsal öneme sahip, canıyla mücadele edenler -doğa ve kadınlar- için, hem de toplumsal ve dünya olarak geleceğimiz için. Yaşamdan yana olmak sadece tehdit olan için değil, bugünümüzü ve yarınımızı nasıl şekillendireceğimizi de belirliyor.

Birinci soruyla bağlantılı olarak ikinci bir sorum ise kadına ve doğaya olan bakış açısı. Kadın ve doğa üretken, verimli ve yaşam kaynağı görülürken sistemsel olarak sömürülme ve her türlü saldırıya ilişkin değerlendirmeniz nedir? Genel olarak sistemin kadına ve doğaya yaklaşımında nasıl bir paralellik var?

NM:  Öncelikle, bir noktayı açıkça vurgulamak istiyorum. Kadın ve doğanın üretkenlik ortaklığı üzerinden özdeşleştiren, kadını doğa olarak gören özcü yaklaşıma epey mesafeliyim. Genel olarak özcülüğünün sonunun ırkçılığa kadar varabileceğini düşündüğümden eleştiriyi sizin de belirttiğiniz gibi sistemsel bir noktadan kurmanın çözüm üretmek açısından da hayli önemli olduğunu düşünüyorum.

Zira, sistemsel olarak sorunlara odaklanmak gündelik hayattaki bireyselden kurumsala kadar güç ilişkilerini anlamamızı sağlar. Bizi kimlik politikalarının indirgemeci ve katı sınırlarından kurtarır. Evet kadın ve doğa bugün yaşamsal tehdit altında ve meselenin güç ilişkileri bağlamında cinsiyete, yaşa, etnisiteye dayalı, coğrafyasal, sınıfsal, kesişimsel boyutları da var. Tek bir cümle ile bu durum yeni kolonyalist, erkek egemen, kalkınmacı, büyüme merkezli ve militarist politikaların sonucu: Coğrafyalar, cinsiyetler, insan-doğa arası dinamik güç ilişkilerinin tahakküm ve mülkiyet ile sürekli değişen pazarlığı. Günümüz neoliberal dünya düzeninde türler arası yeni kolonyal bir anlayışla karşı karşıyayız.

Sistemsel eleştiriyi yapacaksak hem uzakta, hem de yakında olan güç ilişkilerini anlamak ve her iki alanda da yaşamı adil, çoğulcu, katılımcı bir şekilde örgütlemek önemli.”

Bu düzenin temel özelliklerinden biri erkek egemen oluşu. Erkek egemenlik, ilk bakışta bir genelleme olarak erkeğin kadına tahakkümü olarak algılansa da ve elbette bu algıda önemli bir gerçeklik payı olsa da, mesele bu genellemeden daha derin detaylara sahip. Bu değerler sadece aktörleri değil, aktörlere atfedilen sıfatları, sembolleri de gündelik hayatımıza karmaşık bir şekilde sokuyor.  Örneğin, bırakın herhangi birini, her kadın feminist bir perspektife sahip mi? Hatta daha ileri giderek sorayım, her feministim diyen feminist yaklaşımı hayatında uygulayabiliyor mu? Veya yeşilim diyen… Bu soruların cevaplamak için, kimliksel durumdan -kadın olmaktan- ve beyandan -yeşil olmaktan- daha derin bir analize ihtiyacımız var. Eylem noktasında benimsediğimiz söylem ve politikalar bu soruların cevaplarını vermemizi de sağlayacaktır.

Dr. Nil Mutluer.

Bu durumda, eleştirmemiz gereken sistem diye bahsettiğimiz o ‘şey’ bizden hem uzakta, hem de dibimizde. Örnekle açıklayacak olursak, Amazon ormanlarında fosil yakıt çıkarmak için doğayı tahrip eden, yerel halkın, özellikle kadınların yaşam kaynaklarını elinden alan ve hatta onları öldüren şirketler ve onları destekleyen devletler uzakta ve hegemonik gücü elinde tutan da onlar. Ancak, toplumsal dayanışma içinde olan kurum ve örgütlerin içinde bile ayrımcılık ve hatta hemcinsler arasında bile mobbing yapanlar veya yeşil politik yaklaşımı sadece tüketim merkezli bir ‘doğal’ yaşam tarzı olarak algılayıp sunanlar tam da gündelik hayatımızın merkezinde, enerji tüketen bir şekilde varlık gösteriyorlar. Hatta biz de bunlardan olabiliriz. O zaman, sistemsel eleştiriyi yapacaksak hem uzakta, hem de yakında olan güç ilişkilerini anlamak ve her iki alanda da yaşamı adil, çoğulcu, katılımcı bir şekilde örgütlemek önemli. Bu eleştiriyi yaparken de kendimizin de güç ilişkileri arasında yolunu bulmaya çalışan birer özne olduğumuzu unutmadan, gerektiğinde kendimize de çuvaldızı batırmamız önemli. Kısaca, yeni kolonyalist erkek egemen düzenin eleştirisini yapacaksak hegemonik ilişkileri sadece makro düzeyde değil, gündelik hayatta da bulmak ve alternatif bir ilişkilenme ve örgütlenme biçimiyle siyaseti gündelik hayattan yerel ve devlet kurumlarına kadar örmek mümkün.

Kadınların hem doğayı hem de yaşam alanlarını korumak için ekolojik direnişlerde veya şiddet ve ayrımcılığa karşı şehir sokaklarında en önde olduklarını görmek bir umut.”

Ve elbette sınırlar ötesinin de bizim yaşam alanımız dünyanın bir parçası olduğunu düşünmek ve ağları bu doğrultuda da kurmak çok çok önemli. Dünyayı arka bahçemiz olarak düşündüğümüzde ister istemez erkek egemen sistemin çok sevdiği ve kadın ve erkek bir çok insanı kuşatan milliyetçiliğe, özellikle onun gündelik halindeki ‘vatanseverlik’e de mesafe koymak pek gerekli. Yeşil, feminist ve queer siyaset ve yaklaşım da tüm bunlara imkan veriyor. Mesela ‘vatanseverlik’ yerine ‘yaşamseverlik’ neden yeni sloganımız olmasın?

Mevzunun sistemsel boyutuna değindikten sonra kadınların hem doğayı hem de yaşam alanlarını korumak için ekolojik direnişlerde veya şiddet ve ayrımcılığa karşı şehir sokaklarında en önde olduklarını görmek bir umut. Öyle ki, herkesin sokakta örgütlenmekten çekindiği parlamenter sistem –  başkanlık sistemi referandumu sürecinde sokakta siyaset yapanlar neredeyse sadece kadın ve LGBTIQ+ örgütleriydi. Veya mesela Karadeniz’de HES’lere karşı direnenlerin öncülüğünü kadınlar yapabiliyor.  Zira, bu kesimler sistemin sıkışmışlığını ve bu sıkışmışlığın kendilerini nasıl yok edeceğini ilk elden, gündelik hayattan  biliyorlar. Onların bu direniş ve cesareti aynı zamanda erkek egemen yeni kolonyalist sistemin kalkınmacı ve endüstriyel sıkışmışlığını da sistemin yüzüne vuruyor. Sistem endüstriyel kalkınmacı politikalarına yetişemediği ve artık kaynak üretemediği için sıkışmış halde doğaya saldırıyor. Kadınlar da doğada ve şehirler de eşitlik için direniyor. O zaman da haliyle, sistemin en büyük düşmanı haline geliyorlar. Bu yüzden seksizm gündelik hayatta normalleşiyor ve kadın katliamlarını yasalarda da olan somut önlemlerle engellemek yerine görmezden geliyor.

Ciddi bir güç savaşı ve direnişten bahsediyoruz… Ağı genişletmek yeşil politikalar etrafında farklı kesimleri bir araya toplamak ve alternatif bilgi, politika, dil ve eylem üretmek çok çok önemli. Bunu yaparken de önceden değindiğim özeleştiriyi hayatlarımızın içine sokmak ve birey olarak toplum, kolektif ve sistem içindeki ilişkilerimizdeki dinamik olarak değişen gücümüzün farkında olmak… Ezdirmemek kadar ezmemek için de… Dil, siyaset, eyleme biçimi ancak böyle değişir.

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü yaklaşıyor. Temel bir sorun olan şiddeti nasıl ele almalıyız? Türkiye’de şiddet hızla tırmanışa geçti, siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kadına yönelik şiddet aileden, topluma devlete örgütlü gelişen, erkek egemen söylem ve uygulamaların sistematik bir tezahürü. Öyle ki kadına yönelik şiddetin failleri genelde erkekler olsa da, erkek egemen ahlakı, anlayışı benimseyen, bununla mücadele etmeyen her sınıftan, her görüşten dindar veya seküler herkes kadına karşı şiddetten sorumlu. Kadının davranışlarını egemen normlar üzerinden düzenleyip denetlemek yaygın bir sistem. Bu 2000’lerin başına kadar daha sessiz ve ‘usturuplu’ şekilde yapılıyor olsa da, özellikle 2000’lerin sonundan itibaren egemenin, gücü olanın güçsüze şiddetinin normalleştiği bir süreçten geçtik, geçiyoruz. Bugün egemen olan sadece kadına, çocuğa değil, aynı zamanda, kendinden daha güçsüz gördüğü erkeğe de açıkça şiddet uygulamaktan, hatta bunu paylaşmaktan çekinmiyor. Hukuk sisteminin çöktüğü noktada şiddet ve güç ilişkileri en çıplak haliyle karşımıza çıkıyor.  Eva Lundgren’in Berna Ekal tarafından Türkçe’ye kazandırılmış Şiddetin Normalleştirilme Süreci kitabında şiddetin sistematikleştirilmesi şiddet, iktidar ve normalliğin birbiriyle bağlantısı üzerinden açıklanır. Bugün bu normallik açıkça yaşanıyor ve şiddeti engelleyecek bir hukuk sistemi ve ahlak anlayışı yok, yasalar olmasına rağmen!

2000’lerden itibaren kadının yurttaş olarak varlığı ikinci plana atıldı ve kadın aile merkezinde konumlandırıldı. Üreme politikaları nüfusu denetleme hedefiyle şekillendirilirken annelik kadının asli ve tek varoluşuymuş gibi sunuldu.”

Türkiye’de cinsiyetçi şiddetin normalleşme tarihi şöyle özetlenebilir: 1990’ların sonuna kadar genç kadınlara, devlet kurumlarının uyarıları doğrultusunda babaları isterse bekaret testi şiddeti aile ve devlet eliyle uygulanıyordu. Bu bir çok kadının intihara sürüklenmesine sebep oldu. 2002’ye kadar Medeni Kanun’da, erkeğin aile reisi ilan edilmesiyle kadının statü olarak erkekten alt bir sınıfa konumlandırılması; evli kadının kocasının izni ile çalışabileceğinin kanunda yer alması; Ceza Kanunu’nda ‘namus’un erkeğin kadını öldürmesinde hafifletici sebep olması; kanun değişse de uygulamaların oldukça yavaş hayata geçmesi; para karşılığında cinsel ilişkiye girdiğinde, kadının hemen ‘iffetsiz’ olarak ilan edilip geneleve çıkamamak üzere yerleştirilmesi, erkeklerinse bu ilişkiyi satın alma haklarının sonsuz bir şekilde olması; devlet söylemlerinde kadının sadece ‘annelik’ rolüne vurgu yapılarak eve ve topluma sürekli hizmet veren bir konuma sürüklenmesi; işyerinin kreş açma zorunluluğunun kalkması; Türkçe’ye çevrilmiş “bilim insanı” gibi kelimelerin “adam” eklerinden kurtulamaması, gündelik hayattaki deyimlerin hep erkeği güçlü, akıllı konuma yerleştirmesi ve bu yazının motivasyonu olan kadın cinayetlerinin sürekli artması.

2000’lerden itibaren ise kadının yurttaş olarak varlığı ikinci plana atıldı ve kadın aile merkezinde konumlandırıldı. Üreme politikaları nüfusu denetleme hedefiyle şekillendirilirken annelik kadının asli ve tek varoluşuymuş gibi sunuldu. Aynı zamanda,  siyasette ve medyada kadının cinselliği hiç olmadığı kadar çok vurgulanır oldu. Kadının kıyafeti veya davranışları bahane edilerek ‘ahlak’ kisvesi altında tecavüze uğramak normalleştirildi. Tecavüze uğrayan kadınlar bebeklerini doğurmak zorunda bırakıldı. Kadının bireysel kararı olması gereken kürtaj  bugün, yasada serbest olmasına rağmen birçok devlet hastanesinde fiilen uygulanmaz hale geldi. Siyasiler kadınların kıyafetlerini ‘mini etek’, ‘dekolte’ şeklinde hedef gösterdi. Kadınların ‘başörtülüler’ ve olmayanlar şeklinde ayrıldığı alanlar arttı.  Sigara ve içki konusunda televizyonu çiçeklerle sansürleyen yaklaşım kadına yönelik şiddet, silah, hukuk dışı adalet arama yöntemlerini istikrarlı bir şekilde servis etti.

Tüm bu politikalar ve söylemlerin sonucunda biz şu cümleleri konuşurken bir kadın öldürülüyor olabilir, üstelik onu öldüren veya şiddet uygulayanlar da çoğunlukla birinci derecede tanıdığı kişilerden biri olabilir… Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet hepimizin içinde olduğu sistemin bir parçası.

Bu analitik yaklaşımı doğaya yönelik şiddetin normalleşmesinde de görebiliriz. Kaynakları tükenen kalkınmacı endüstriyel zihniyet, coğrafya ve sınır tanımaksızın kolonyalist bir şekilde doğaya saldırıyor ve tecavüz ediyor. Bu Amazon ormanlarında, Hindistan’da, KazDağları’nda veya Karadeniz’de olabilir…

Şiddeti ele alırken, topluluk içinde doğanın hükmünü icra etmesini (cinsellik, şiddet gibi) ahlak ya da ahlaksızlığa, gelenek ve gelenek dışılığa, devlet bağı içinde yasal ve yasa dışılığa dayandırılsa bile, bütün bunları doğadan kopuş olarak mı yoksa doğa ile aradaki gizli kalmış ilişkiyi mi gösterir sizce?

Şiddetle sarmalanmış haldeyiz.  Her şiddet ilişkisi bir iktidar ilişkisi ve ahlak anlayışı da barındırıyor içerisinde. Düşünürleri ve siyaset bilimcileri de işin içine katarak meseleyi biraz açacak olursak Walter Benjamin iktidar araçlarından hukuğun şiddet ve ahlak arasındaki ilişkiyi tesis ettiğini iddia eder. Hannah Arendt ise politika güçten farklı olarak, şiddetin araçsal karakterinden bahseder. Kanımca, her iktidar şiddet içermek zorunda değil, ancak, şiddet araç olduğundan bize toplumdaki bir veya birden fazla iktidar ilişkisi, hukuk düzeni ve ahlak anlayışı hakkında da bilgi verir.

Bugün yeni kolonyalist erkek egemen dönemde kendisine daha fazla kaynak yaratmak için yaşamı tüketen sistemin şiddeti ile karşı karşıyayız. Bu sistem kendinden olmayanın, güçsüz olarak algıladığının ve ötekileştirdiğinin yaşamına veya yaşam alanına müdahale etmekten çekinmiyor.”

Toplumda karşımıza çıkan farklı şiddet eylemlerinin kaynakları kendi içlerinden birbirleriyle de hayli ilişkili. Devlet tarafından yurttaşlarına uygulanan şiddetle, ailenin özellikle güçlü erkek veya erkek egemen söylemle işbirliği yapan veya yapmak durumunda kalan fertleri tarafından bir diğerine işlenen şiddet arasında hiç de küçümsenemeyecek bir bağ var.  Zira, araç olan şiddet esasında devlet ve/veya aile ‘babası’nın tahakküm anlayışının önemli bir yansıması. Şiddetin öğrenilme, hayata geçme ve devamlılığını sağlaması birbiriyle hayli ilişkili bir sürecin sonucu. Bu süreç, milliyetçilik, kalkınmacı endüstriyel ekonomik sistem olan kapitalizm, kolonyalizm gibi erkek egemen ideolojilerin söylemiyle şekillenirken; sürecin aktörleri olan kadın ve erkekler iktidara olan yakınlıklarıyla söylemi ya benimsiyorlar ya da söyleme direniyorlar. Biz bugün yeni kolonyalist erkek egemen dönemde kendisine daha fazla kaynak yaratmak için yaşamı tüketen sistemin şiddeti ile karşı karşıyayız. Bu sistem kendinden olmayanın, güçsüz olarak algıladığının ve ötekileştirdiğinin yaşamına veya yaşam alanına müdahale etmekten çekinmiyor.

Bu yaklaşım doğrultusunda erkeklerin doğalarından dolayı şiddet uyguladıkları açıklaması epey yetersiz kalıyor. Erkek egemen düzende hem erkekler hem de kadınlar Deniz Kandiyoti’nin deyimiyle hareket sınırlarını belirlerken “ataerkil pazarlık” yapmayı öğrene öğrene büyüyorlar. Bu pazarlıkta, görece güçlü olanın değerleri norm olarak kabul edilirken güçsüzler de ezilmemek için sadece bu normlara uymakla kalmayıp onları yaşamlarının içinde yeniden üretiyorlar. Bu çerçevede, erkekler, yaş ve konumlarına göre şiddeti sadece uygulayan değil, şiddete uğrayan da olabiliyorlar. Elbette bazıları bu durumu fark edip eleştiriyorlar yapıyı. Gene de erkeklerin birçoğu sosyal olarak avantajlı konumlarının fakında olsalar bile, bu konumdan geri adım atmak istemiyorlar. Yine de gün geçtikçe farkındalığın arttığını söyleyebiliriz. Bazı kadınlarsa dezavantajlı konumlarından dolayı, şiddetten erkekten çok daha fazla zarar görüyor olsalar da, çoğu zaman maddi veya manevi gücü kendilerinde bulamadıklarından direnemiyorlar. Ne de olsa, şiddetin sistematik yanı direnmeyi de güçleştiriyor.

Şiddetsiz, doğa ile uyumlu, sağlıklı toplum ve onun sağlıklı ilişkilere sahip bireyine ulaşmanın yolu sizce nedir?

Mülkiyet ve tahakküm ilişkilerini değiştirmek. Bundan mülkiyetsiz olalım veya gücü elimizden bırakalım gibi bir anlam çıkmasın. Ancak hakları, hem insan hem de doğa için yaşamdan yana hakları koruyan, adil ekonomik dağılımı, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu, özgürlükleri yaşamdan yana sağlayan bir düzene ihtiyacımız var. Bunun için hegemonik sistemle mücadele işin bir adımı, ancak kendimizin de içinde olduğu güç sistemini sorgulamak, farkındalık yaratmak, küçük de olsa karar mekanizmalarına ulaşmak veya onların içinde yer almak bizim yapabileceklerimiz arasında.

En basit haliyle yeşil politikaların bütüncül yaklaşımının, doğanın parçası olan insanların, bizlerin yaşamlarımıza denge, adalet ve huzur getireceğini ve doğanın da haklarını koruyacağını düşünüyorum.”

Başta iklim krizi olmak üzere dünyanın pandemiyle farkına vardığı ekonomiden sağlığa bir çok kriz acil şekilde ele alınmalı. Hegemonik erkek egemen kolonyalist kalkınmacı düzen yerine bütüncül yeşil bir düzene geçmemiz lazım. Ancak, bunun için mücadele ederken insanların iş, hukuk, barınma gibi ihtiyaçları olduğunu akılda tutmak ve gündelik sorunları da ele ala ala ilerlemek lazım. En basit haliyle yeşil politikaların bütüncül yaklaşımının, doğanın parçası olan insanların, bizlerin yaşamlarımıza denge, adalet ve huzur getireceğini ve doğanın da haklarını koruyacağını düşünüyorum. Çözüm bu. İnsanı ve doğayı aynı ekosistemin birer parçası olarak görerek kalkınmacı endüstriyel  politikalar yerine, küçük, yeteri kadar ekonomik faaliyete dayanan, adil ve paylaşımcı düzen, katılımcı, eşitlikçi, çoğulcu, barış yanlısı siyaset ve  tüm bunları sadece ülkelerin sınırları içinde değil, sınırlar ötesinde de düşünmekten ve eylemekten geçiyor çözüm. Ve kesişimsel bir yaklaşımla ele alınan yeşil, feminist ve queer politikalar ve eyleme pratikleri bunu bize sağlayabilir. Kısaca, çözüm yeni yeşil ekonomik düzen, siyasi çoğulculuk ve hakların, hem insanların hen de doğanınkilerin, sağlanmasında. Savaşların, iklim krizinin, doğal felaketlerin, ayrımcılığın biteceği, göçlerin mecburiyetten veya zorla değil, istekten yapılacağı özgür, huzurlu, dengeli bir dünya düzeni… Tüm bunun için fen bilimleri ve sosyal bilimlerle uğraşanlar bir arada siyaset üretmeli ve bu siyasetde yerellerin ve yurttaşların sözü de olmalı. Hepimiz katkı koymalıyız kısaca, aklımızdaki, bedenimizdeki ve coğrafyadaki sınırları aşarak.

*

Referanslar

Arendt, Hannah  ([1969] 2003) Şiddet Üzerine. Istanbul: İletişim Yayınları.

Benjamin, Walter ([1921] 2010) “Şiddetin Eleştirisi Üzerine. Şiddetin Eleştirisi Üzerine. Istanbul: Metis Yayınları, sf:19-42.

Lundgren, Eva (2009) Şiddetin Normalleştirilme Süreci; (Çev: Berna Ekal). İstanbul: Rengahenk Sanat Evi.

Kandiyoti, Deniz  (1997) Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler. Istanbul: Metis Yayınları.

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.