Kategoriler: Dış Köşe

“Sen beni tanıyor musun?” – Mikail Boz

30 Ocak 2012 itibariyle Ekşi Sözlük’te Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı’nı eleştirdiğim için okuldan bir dönem uzaklaştırma cezası aldığımı belki duymuşsunuzdur.

Öncelikle amacım hakkaniyete uygun olmayan bu cezanın kamuoyunca bilinmesini sağlamak ve biraz da olsa YÖK’ün Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’nin tartışmaya açılmasını sağlamaktı. Çünkü üniversitelerin, “üniversite” olmasını istiyorsak sanırım bunları tartışmalıyız.

Aşağıdaki yazıyı iki soruya cevap vermek için yazdım. Birincisi “Üniversite” benim için ne ifade ediyor ve verilen cezanın bendeki anlamı nedir? İkincisi ise temel problemin kaynağı nedir?

Kısaca kendimi ve geçmişimi size anlatmak istiyorum ki üniversitenin benim için ne ifade ettiği anlaşılabilsin.

Beş yaşında ilkokula başlamış birisi olarak öğrenime hayli erken bir yaşta başlamış olsam da daha sonra ekonomik sıkıntılar sebebiyle okula devam edemedim.

10 yaşında (O zamanlar ilköğretim beş yıl olduğu için) ilkokulu bitirdim ve berberlik, tuhafiyede çırak, satış temsilciliği ve en son 12 yaşında İstanbul’a gelerek konfeksiyonda çalışmaya başladım.

15 yaşında yeniden okula yazılarak dışarıdan önce ortaokulu, sonra liseyi bitirdim. Açık Öğretim Lisesi sınavlarına bir yandan askerliğimi yaparken girdim. Askerden geldikten sonra da, dershaneye bile gitmeden ders çalışıp ÖSS’ye girdim ve 2008 yılında Kocaeli Üniversitesi’nin dört yıllık Radyo, TV ve Sinema Bölümü’nü kazandım.

2010 yılında yıllık 3.39 GANO ile sınıf birincisi olarak yatay geçiş için İstanbul ve Marmara Üniversitesi’nin ilgili bölümlerine başvurdum. Her iki üniversiteyi de kazanmış olmama rağmen, yatay geçiş sonuçlarını daha erken açıkladığı için Marmara İletişim’e kaydımı yaptırdım.

Sırf okulum uzamasın diye alttan birçok ders alarak geçen yıl 26 dersi AA notu ile geçip sınıf birincisi oldum. Bu dönem de gene 12 ders aldım. Marmara Üniversitesi’ndeki not ortalamam şu an 3.96’dır.

Üniversite hayatım boyunca yazları hala çalışıp, okul döneminde de bu kazandığım parayı harcayarak geçimimi ve eğitimimi sağladım. Yani üniversite benim için salt bir diploma alma yeri değildir. Okumak için alın teri döktüğüm, işçi olarak çalıştığım, sinema üzerine incelemeler yapmak istediğim bir bilim yuvasıdır.

Yüksek Lisans yaparak eğitimime devam etmek istediğim için aldığım bu uzaklaştırma akademik olarak da bana etkisi olacak bir ceza. Eğitim görmek, benim için geceleri askerdeyken ders çalışmaktır. Eğitim giderlerini karşılamak için yazın konfeksiyonda çalışmaktır. Bunları Fakülte Yönetim Kurulu da bilmektedir. Savunmamda anlattım.

İkinci olarak ise, ne yazık ki üniversitelerin şu an ki işleyişinde, etkin karar alma mekanizmasında bulunan kişilerin atama yoluyla göreve gelmesi benim belirtmek istediğim ve eleştirdiğim temel noktaydı.

Bu dönem boyunca hep şöyle düşündüm: “Bugün Türkiye’de en basit mahallede, köydeki insanlar kendilerini yönetecek muhtarlarını seçebiliyorsa, üniversiteler gibi aydınlanma merkezleri de kendi yöneticilerini kendileri seçmeli. Üniversite’de özerklik fikrinin getirdiği kendi kendini yönetme, buralarda da egemen olmalıdır. Bu demokrasinin temel gereğidir.

Bu düşünce egemen olmazsa, bir göreve birisi atandığında liyakati, akademik çalışmaları, öğrencilerle kurduğu ilişkiler ve yönetim becerisinden çok farklı şeyler düşünülecektir. Aklımızda hep, bir kişinin “Neden?” oraya atandığına ilişkin mantıklı bir cevap bulma çabası olacaktır. Zaten Ekşi Sözlük’te ilk girilen entry bunu anlama çabasıyla yazılmıştı.

Sayın Yusuf Devran, ben apar topar Fakülte Yönetim Kurulu’nun karşısına çıkarıldığımda ilk olarak “Sen beni tanıyor musun?” diye sormuştu. Aslında sorun bir yönüyle bundan kaynaklanıyordu.

Okuduğum bölümün başkanı olan kişiyi, dahası dekanı tanımıyordum, tanımıyorduk. Onlar atanıyor, biz sadece “izliyorduk.” Hâlbuki verdikleri kararlar en çok öğrencileri etkiliyor.

Şu savımı son görüşmemizde Sayın Yusuf Devran’a da söyledim, “Temel sorun dekan ve bölüm başkanlarının atanmasıdır.” O özerk bir üniversitede demokratik teamüllere uygun olarak göreve gelmiş olsaydı ben öyle bir yazıyı yazma gereği bile duymayacaktım.

Atananlar kendilerini atayanlara karşı sorumludur, seçilenler ise seçmenlerine… Şu sıralar zaten seçilmişlerin atanmışlara üstün olması gerektiğini tartışmıyor muyuz? Bir kişinin bir göreve gelmesinde bütün kuşkuları ortadan kaldıracak olan, yine söylemem gerekir ki, demokratik teamüllerin işlemesi ve özerk üniversitedir.  Ancak bu olduğunda kişilerin göreve geliş biçimi ve “niye geldiği” değil de, yaptığı işe bakabileceğiz.

 

Bu yazı ilk olarak bianet.org/ da yayınlanmıştır.

 

 

Mikail Boz

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar