Resim: Banksy
Üç güzel roman, üçü de diktatörlüğün ve faşizmin bir zamanlar hakim olduğu üç farklı ülkeyi kendine mekan edinmiş. Finzi Contini’lerin Bahçesi, Rüzgarın Gölgesi ve Lizbon’a Gece Treni. İlki İtalya’da, ikincisi İspanya’da, üçüncüsü ise Portekiz’de sırası ile Mussolini, Franco ve Salazar zamanında yaşanan diktatörlükleri ve etkilediği hayatları şiir tadında anlatır. Üç roman da okuyucuyu sarsar hem de pek derinden. Finzi Contini’lerin Bahçesi ve Rüzgarın Gölgesi’ni okuyalı yıllar oluyor. Portekiz’e Gece Treni’ni ise geçtiğimiz yaz okudum. Roman ile duygusal bir bağ kurmak için pek çok nedenim var.
2015 yılında Birleşmiş Milletler tarafından benimsenen ve her biri farklı hedeflerden oluşan “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri”nin 16. hedefi barış, adalet ve güçlü kurumlara vurgu yapmakta. Aslında diğer 16 hedefin her birinde de adalet dolaylı olarak vurgulanmakta. Bu hedefler, artık herkes tarafından, her yerde sürekli anlatılmakta, iş dünyasında yeni bir kariyer alanı olarak görülmekte, konuşulmakta, toplantılar yapılmakta. Özellikle sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin görsel olarak arka planda yer aldığı dekorların önünde. Gün geçmiyor ki sürdürülebilirlik ile ilgili bir konuşma, toplantı, panel vs. gibi etkinlikler olmasın. Artık bu kadar çok konuşmanın ötesinde bu konuda ne kadar yol aldık sorusunu sormanın zamanı geldi.
Son dört yılda dünya genelinde yaşanan olaylardan bazılarına bakalım. Önce Kovid-19 pandemisi, sonra Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş, arkasından yüzyılın felaketi diye adlandırılan Maraş depremleri ve son olarak önce Hamas’ın İsrail’e Ekim 2023’te düzenlediği gece yarısı baskını ve karşılığında İsrail’in katliam boyutuna varan ve bir türlü dinmek bilmeyen öfkesi! Aşırı hava olaylarında çeşitli ülkelerde yaşanan can kayıpları ve olumsuz gelişmelerden bahsetmiyorum bile.
Konuşmacılardan Omer Bartov da katliamların bu çağda hala yaşanmasına, geçmişten dersler alınamamasına vurgu yaptı. Uğur Özdemir’in konuşmasında ise dikkatimi çeken alıntılardan biri, saldırılar esnasında Filistinlilerin yüzde 95’inin suya erişimde yaşadığı zorluklardı. Tam olarak bu yaşananlar, sürdürülebilirlik önünde en büyük engellerden biri değil mi? Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonucunda Avrupa’ya doğalgaz akışında yaşanan sıkıntılar, kömür kullanımını gerekli kılarak Avrupa Birliği’nin iklim politikalarını tehdit etmesi de başka bir gerçek dünya örneği. Yine aynı savaştan başka örnek ise, bu bölgeden dünyanın diğer bölgelerine yapılan tahıl sevkiyatının aksamasıydı. Can kayıplarının yanı sıra yaşam için son derece elzem olan su ve enerji güvensizliği, saldırılar esnasında kullanılan silahların neden olduğu kimyasal atıklar, enkazlar, çevreye verilen ve etkileri on yıllarca sürebilecek zararlar. Sürdürülebilir hayatları sağlamadan önce sürdürülebilir kalkınmaya ulaşmamız mümkün değil. Şirketlerin sürdürülebilir iş modellerini benimsemelerinden daha çok bunların konuşulması gerekir.
Yazımın başında bahsettiğim Lizbon’a Gece Treni romanındaki doktor Amadeu Prado’nun Salazar karşıtı olmasına rağmen işkencecinin hayatının kutsal olduğunu düşünmesi ve dışlanmak pahasına onu ölümden kurtarması gibi İzzeldin Abuelaish da yaşadığı korkunç trajediye rağmen, kim olursa olsun, ne yapmış olursa olsun hayatın kutsallığına inanıyor. O, çatışmalar sonrası iki tarafın da yaralılarını tedavi eden, kendini insanlığa adamış bir doktor. İnsan saygı duymadan edemiyor. Abuelaish, barışa inanıyor, barışın sonunda galip geleceğine inanıyor. En kolay olanı, nefret etmeyi seçmek yerine en zor olanı, nefret etmemeyi seçiyor. Amin Maalouf, Abuelaish’ın yazdığı kitap için “Nefret etmeyi reddetmek ve intikamdan kaçınmak cesaret ister… Bu kitap, dünyadaki vahşet karşısında düşünmemizi ve bunun yanı sıra insanlığın en değerli parçasını görmemizi sağlıyor: Umudun titrek alevini…” demiş.
Kısaca küreselleşmenin bu kadar hız kazandığı dünyada, artık her şeyin birbirine daha sıkı bağla bağlandığı zamanlarda barış olmadan, bütün canlı hayatlarının sürdürülebilirliği sağlanamadan, katliamlara son vermeden sürdürülebilir kalkınma gerçekleşemez, gerçekleşmeyecektir. Son olarak, yazının başında bahsettiğim Finzi Continiler’in Bahçesi, II. Dünya Savaşı esnasında İtalya’da toplama kamplarına gönderilen Yahudileri anlatır. Nerede ise, yüzyıl önce yaşanan olaylara benzer katliamı bu çağda tekrar yaşamak sürdürülebilirlikle çelişkili değil mi! Filistinliler toplama kamplarına gönderilmiyor. Ama aylardan beri süren saldırılar sonucunda verdikleri kayıplar sürekli arttığı gibi güvenli hayat alanları da gittikçe daralıyor. Yaşamak böyle bir şey olmamalı, yaşamak titrek alevden daha büyük olmalı. Umudun titrek alevinin harlanarak, güçlenmesi dileğiyle…
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…