Ana Sayfa Blog Sayfa 4412

Sevil Sevimli Fransa’ya gitti

Örgüt davasından 5 yıl hapis cezasına çarptırılan Sevil Sevimli, Fransa’ya gitti.

Fransa’dan Erasmus öğrenci değişim programı dahilinde Eskişehir’e öğrenim görmek için gelen ve ’terör örgütü propagandası yapmak ve örgüt adına suç işlemek’ iddiasıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 5 yıl hapis cezasına çarptırılan Sevil Sevimli, 5 bin euroluk kefalet parasının yatırılmasının ardından yurtdışı yasağının kaldırılmasıyla doğduğu ve vatandaşı olduğu Fransa’nın Lyon şehrine geri döndü.

Lyon Saint Exupery havalimanında bir grup tarafından karşılanan Sevil Sevimli açıklamalarda bulundu. Fransa’ya dönüp ailesine kavuşmuş olmasının kendisine mutluluk verdiğini söyleyen Sevimli, aynı zamanda aklının Türkiye’de hala tutuklu bulunan diğer mahkumlarda olduğunu söyledi. Sevil Sevimli’nin babası Erdoğan Sevimli ise yaptığı açıklamada, bir seneye yakındır görmediği kızına kavuşmanın mutluluğunu yaşadığını ifade ederek, “Bugün benden daha mutlu bir insan olamaz” dedi.

Fransa basınının da büyük ilgi gösterdiği karşılamada izdiham yaşandı.

(Ajanslar)

Gangnam Style İstanbul’da

Dünya’da “Gangnam Style” şarkısıyla izlenme rekorları kıran Güney Koreli ünlü popçu Park Jae-Sang(PSY), halka açık konser ve bir  yarışmanın finali için bugün Türkiye’ye geldi.

Kore Hava Yolları’nın ait tarifeli uçakla saat 19.30’da Seul’den İstanbul’a eşiyle birlikte gelen Güney Koreli ünlü popçu Park Jae-Sang(PSY), Tepebaşı’nda açık havada halka açık olarak bir konser verecek. Özel dansçıları ile birlikte sahne alacak. iTunes ’da 31 ülkenin müzik listelerinin ilk sırasına yerleşen Gangnam Style şarkısı, Youtube’da 2012’de en fazla beğenilen video olarak Guinness Rekorlar Kitabına girdi. Youtube tarihinde 1 milyar izlenmeyi geçen ilk video olan Gangnam Style, MTV Avrupa Müzik Ödülleri 2012’de de “En iyi video” dalında ödül kazandı.

(Radikal)

Berfo Ana hayatını kaybetti

Oğlu Cemil Kırbayır’ın kemiklerini 33 yıldır arayan Berfo Kırbayır, bu sabah 105 yaşında, hayatını kaybetti.

12 Eylül döneminde evden alınan ve bir daha geri dönmeyen oğlu Cemil Kırbayır için 33 yıl mücadele veren Berfo Ana, bu sabah hayatın kaybetti.
Berfo Ana, ilerleyen yaşına rağmen, kayıp annelerin verdiği bütün mücadelelere katılmıştı. 105 yaşındaki Berfo Kırbayır, kayıp yakınları ile birlikte Başbakan Erdoğan’la da görüşmüş ve “tek dileğim ölmeden oğlumun mezarını görebilmek” demişti.
Ailesi, Berfo Ana’nın hayatını kaybetmesiyle ilgili bir açıklama yaptı:
105 yaşında, oğlu Cemil Kırbayır’ın kemiklerini 33 yıldır arayan Berfo Kırbayır, bugün 05:00 civarı hayata gözlerini yumdu.
En son mide kanseri teşhisi konan, ameliyat sürecini direnişiyle atlatan Berfo Anamız’ın sağlık durumu son günlerde kötüye gidiyordu. Berfo Ana, ömrünün son 33 yılını oğlunun kemiklerini bulmaya adamıştı. Son nefesinde de yine oğlunun adı ağzındaydı. 105 yaşında olmasına rağmen oğlunun katili Kenan Evren ‘in yargılanacağı 12 Eylül Mahkemesi’ne kadar gitti.
Adaletin temsilcisi oldu.
Kendi yaşamıyla direnişin temsilcisi oldu.
Annemizin, Cemil’in kemiklerini bulmadan toprağa gömülmesine sebep olan herkesin hak ettikleri cezaları almaları için, Kırbayır Ailesi olarak bu mücadeleyi sürdüreceğimizi buradan bir kez daha ilan ediyoruz.
Cenazemiz yarın Göle’de defnefdilmek üzere İstanbul ‘dan yola çıkacaktır.
Hepimizin başı sağ olsun.
Kırbayır Ailesi

Aydın’da baraj kapakları açıldı, tarlalar su altında kaldı

0

Aydın’da son 2 gündür etkili olan yağış nedeniyle doluluk oranı yüzde 100’e ulaşan Kemer Barajı’nın 2 kapağının açılmasıyla Yenipazar’da çok sayıda tarla su altında kaldı.

Alınan bilgiye göre, Bozdoğan’da bulunan Kemer Barajı’ndan salınan fazla su, Yenipazar Ovası’nı su altında bıraktı.

Donduran köyü Emirazmağı mevkisinde taşkın koruma hattının yıkılması sonucu yaklaşık 15 bin dönüm arazi su baskınına uğradı, ayrıca Yenipazar ile Aydın-Nazilli karayolu arasındaki yolda ise küçük çaplı çökme meydana geldi.

Donduran köyü muhtarı Ünal Türhan, köy sakinlerinin büyük zarar gördüğünü belirterek, ”Kemer Barajı’ndan salınan suyla birlikte taşan su arazilerimizi su altında bıraktı. Şu anda Donduran’dan Yenipazar ilçesine kadar olan arazinin 3’te 1’inden fazlası su altında. Su tamamen çekilince gerçek zararı tespit etme şansımız olacak. Zararımızın karşılanması için çalışmalar yapılmasını istiyoruz” dedi.

DHKP-C tutukluları açlık grevine başladı

İzmir’de gözaltında tutulan zanlılardan 11’inin, kendilerine verilen kumanyaları yemeyip ”açlık grevi” yaptıkları öğrenildi.

DHKP-C’ye yönelik 28 ilde gerçekleştirilen operasyon kapsamında, İzmir’de gözaltında tutulan zanlılardan 11’inin, kendilerine verilen kumanyaları yemeyip ”açlık grevi” yaptıkları öğrenildi.

İzmir, Aydın ve Antalya’da gözaltına alınarak İzmir Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünün nezaretinde tutulan 15 kişiden 11’inin, kendileri için hazırlatılan kumanyaları yemedikleri öğrenildi.

”Açlık grevi” yaptıkları ve parmak izlerinin alınmasına karşı çıktıkları kaydedilen gözaltındaki kişilerin, sorgularının sürdüğü, işlemlerinin ardından cuma günü İzmir Adliyesine sevk edilecekleri bildirildi.

Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığının koordinasyonunda düzenlenen eş zamanlı operasyonda, İzmir’de 10 kişi gözaltına alınmıştı. Operasyon kapsamında Aydın’da gözaltına alınan 3 ve Antalya’da yakalanan 2 kişi de İzmir’e getirilmişti. Zanlıların, ”terör örgütüne yardım’‘, ”terör örgütüne eleman kazandırma” ve ”örgüt propagandası” suçlarından gözaltına alındıkları belirtilmişti.

(Ajanslar)

Bodrum kilisesine kavuşuyor

0

Bodrum’da 280 yıllık Ortodoks Aya Nikola Kilisesi’nin duvar kalıntıları ortaya çıkmaya başladı. Hilmi Uran Meydanında 45 yıldır Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan bina daha önce bu meydanda bulunan kilisenin üzerine inşa edilmişti.

1780 yılında yapılan Bodrum Aya Nikola Kilisesi 1965 yılında dönemin Belediye Başkanı Derviş Görgün zamanında 10 bin lira bedelle Köyişleri Bakanlığı’na satıldı. Ardından‘çökme tehlikesi’ bahanesiyle kısmen yıkılarak ve üzeri sıvanarak önce depo ardından iki yıl sinema olarak kullanıldıktan sonra 1970 yılında ise Milli Emlak Genel Müdürlüğü tarafından İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne devredilerek Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılmaktaydı. Son zamanlarda seyyar satıcılar tarafından kullanılan bina için yıkım kararı üzerine Bodrum halkı ve esnafı tarafından imza kampanyası  düzenlenmiş ve Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’un öncülük etmesiyle orijinaline uygun olarak yeniden inşa edilmesi kararlaştırılmıştı.

Kiliseyi ortaya çıkarmak için çalışmalar bir ay önce başlamıştı. Bodrum’da Bugün gazetesinin haberine göre ek duvarların yıkıldığı kilisenin duvarları ortaya çıkmaya başladı. 2 ay daha sürecek olan çalışmaların ardından kilise yeniden faaliyete geçecek.

Bodrum’da Bugün, Yeşil Gazete

 

İmralı’ya gidecek isimler belli oldu

BDP, İmralı’ya gitmek için Adalet Bakanlığı’na bildirdiği isimlerin Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan olduğunu açıkladı.

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak tarafından yapılan yazılı açıklamada şunlar kaydedildi:

“Bilindiği üzere uzunca bir zamandır BDP’den ikinci bir heyetin İmralı’ya gitmesi gerekiyordu. Bu konuda Öcalan, önemli bir süreç olduğunu eş başkanlarla görüşmek ve tartışmak istediğini açıklamıştı.

Son olarak kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı görüşmede ikinci heyeti beklediğini bir kez daha ifade etmiştir. Hükümetin bu konudaki tutumunu basından takip ettiğini ve çok olumlu bulmadığını da vurgulamıştır.

Fakat sürecin tıkanmaması için ikinci bir öneride bulunduğunu BDP Milletvekilleri Sayın Sırrı Süreyya Önder, Sayın Altan Tan ve Sayın Pervin Buldan’dan oluşan ikinci heyeti beklediğini bildirmiştir.

Biz de BDP olarak bu öneriyi değerlendirdik. Öcalan’ın sorun çözücü, tıkanıklığı aşıcı bu yaklaşımını son derece önemli ve değerli bulduk. Bu doğrultuda adı geçen üç ismin partimizi temsilen Öcalan ile İmralı’da görüşme yapmak üzere görevlendirilmesine karar vermiş bulunmaktayız. Gerekli başvuru Adalet Bakanlığına yapılmış olup partimizin bu kararı doğrultusunda Bakanlığın gerekli işlemleri tamamlayarak heyetin en kısa zamanda İmralı’ya gitmesini sağlamasını beklemekteyiz.”

(Yeşil gazete)

Şarap da olsun şurup da, örtülü de olsun açık da – Oya Baydar

Bildiniz; konumuz Türk Hava Yolları’nın alkollü içki servisini iç hatların tümünden, dış hatların bir bölümünden kaldırması. THY yetkilileri ve hükümet üyeleri kararın gerekçelerini açıklamaya, daha doğrusu kılıf bulmaya  çalışıyorlar. Dış hatlar için gerekçe, bazı (Müslüman) ülkelerin alkollü içki servisinin kaldırılmasını talep etmeleri. Şirketin en tepesindeki kişi ise, son açıklamasında yasağı tasarruf zorunluluğuna bağladı.

“Yalan” dememek için kibarca “doğru değil” diyelim. Çünkü içki yasağının çok sıkı olduğunu bildiğimiz Körfez ülkelerinin Emirat havayolları, Uzakdoğu’nun turistik yerlerine uçmak için tercih edilen Endonezya havayolları, vb.’de içki servisi var. Pek çok havayolu da içkiyi ikram olarak vermese de ücret karşılığında servis ediyor. Ekonomik gerekçeye, yani tasarruf meselesine gelince, sabahın köründe, 35 dakikalık yolculukta bile bir dilim kek veya küçük bir sandviç yerine banbunye pilaki, patlıcan kızartma, salata, tavuklu sandviç, meyveli yoğurt veya tatlı mönüsü sunan THY’nın, o paketlerin büyük bölümünün şöyle bir açılıp yenmeden çöpe atıldığından, bu israftan haberi yok demek…

THY’deki son kıyafet tartışması ve içki kısıtlaması derin ve kadim bir zihniyetin dışa vurumu olmasaydı, değil bir yazı birkaç satırı bile hak etmezdi. Bu haber, medyada fazla göründü, tepki çekti, tartışıldı; ama hayatın gündelik akışı içinde farkında bile olmadığımız, olsak da önemsemediğimiz bir sürü benzer uygulama var. Mesela Üsküdar Belediyesi’nin Boğaz şeridindeki Beylerbeyi, Çengelköy, vb. semtlerdeki alkollü içki satan bakkallara, bayilere getirdiği yasak. Gerekçe; camiye yakınlık. Bu bayilerin, bakkalların, marketlerin onlarca yıldır içki ruhsatları var; camiler, okullar da onlarca, bazıları yüzlerce yıldır aynı yerde. Camiler, okullar tıpış tıpış yürüdü de içki satanlara mı yaklaştı, ya da bakkallar camiye mi taşındı? Neresinden baksanız, bu minare bu kılıfa sığmıyor.

 

İçkinin kültürel kodları

 

İçki konusuna girdiniz mi, iki kutuptan iki tepkiyle karşılaşırsınız. “Ne yani,  meyhaneyi, kerhaneyi mi savunuyorsunuz!” der birileri. “Bunlar, (verili durumda AKP’yi anlayın) adım adım şeriatı getirecekler” der diğerleri. İşin özünü bir yana bırakıp yüze yansıyan görüntüleri konuşmaya başlarız. Oysa içki sadece içki değildir; lezzetiyle sohbetiyle, sofra yemek adabıyla, ilişkileri yumuşatıcı yanıyla bu hayatı daha hoş, daha renkli, daha sosyal kılmasıyla, sanatsal yaratıcılıktaki yeriyle bir yaşam biçiminin parçasıdır.

Tabii ki alkolizmden, bu saydıklarımın tam tersi sonuçlara yol açan aşırılıklardan, tahribattan söz etmiyorum. Ona bakarsanız otomobil iyidir, hayatımızı kolaylaştırır ama kötü sürülürse ölümcül kazalara neden olur; şerbetin, şurubun, Cola’nın içimi güzeldir ama aşırısı bağımlı kılar, şeker, vb. ciddi hastalıklara yol açar; vs… Örnekleri istediğiniz gibi uzatabilirsiniz. Demem o ki, içki düşmanlığını ve yasağını sağlığa veya toplumsal yaşama zarar verdiği gerekçesine dayandırmak, birçok başka yasak ve kısıtlamada da görüldüğü gibi, dinî muhafazakârlığın kendi zihniyetine meşruiyet kazandırma üslubudur. Ve bu, Türkiye’nin tarihsel-toplumsal doku özelliklerine de bağlı olarak, bizim toplumumuzda başka toplumlardaki benzeri kısıtlamalara göre çok daha yaygın ve geçerlidir. “Tıksırıncaya kadar içiyorlar”, “Lüks meyhanelerde kafayı bulup köşelerinde ahkâm kesenler”, “Ayık dolaşmayan sözde aydınlar” gibi aşığılayıcı, toplumun gözünde itibarsızlaştırıcı söylemlerin hedefi de, tek tek kişiler değil belli bir yaşam biçimidir: İslami muhafazakârlığın insana ve yaşama biçtiği modelin dışında yaşayanlar, başka bir yaşam biçimini ve yaşam kültürünü benimsemiş olanlardır hedeftekiler.

Muhafazakâr zihniyet ve saldırının hedefi sadece içki değildir kuşkusuz, hatta içki meselesi ikincildir, diğer alanlardaki saldırı, yasaklama ve müdahalelerden çok daha önemsizdir. Kökleri; geleneksel toplumlarda, yüzyıllar öncesinin kırsal tarım ekonomisinde, pre-kapitalist aşiret yapı ve değerlerinde olan bu zihniyet iklimi, doğası gereği tutucu, kuralcı, öteki dünyaya dönük ve ister istemez yasakçı olan dinî motiflerle de örtüşünce insanın özgür yaşamına müdahaleyi öngören bir dizi yasağı, kısıtlamayı, hoşgörüsüzlüğü birlikte getirir. Kadın eşitliği, kadının toplumdaki yeri, kadın-erkek kaçgöçsüz birlikte yaşam, özetle kadın sorunu; kişinin bedenini tasarruf hakkı, cinsel özgürlük, her türlü üst otorite karşısında (ki buna dinler, cemaatler de dahil) bireyin mutlak özgürlüğü dinî muhafazakâr zihniyete göre şekillenen yaşam tarzı açısından kötü, uygunsuz, hatta ahlaksız, dolayısıyla da günahtır.

Dinî muhafazakârlık, siyasal güç elde edip iktidara geldi mi, toplumu kendi değer ve kurallarına, kendi toplum tasavvuruna göre biçimlendirmek ister. Toplumun tek tipleştirilmesinden ve toplum mühendisliğinden yakınırken, kendisi çok daha katı, yaygın ve derin bir toplumsal biçimlendirme peşine düşer. Kısıtlamalar, yasaklar, sansür, itibarsızlaştırma bu çabanın araçlarıdır.

 

Muhafazakârlığın öteki yüzü

 

Yasakçı, ahlakçı, buyrukçu, tek tipleştirici zihniyet kendini sadece İslamî özellikle de Sünnî muhafazakârlık olarak mı gösteriyor? Kesinlikle hayır. Hazal Özvarış’ ın sahnelerimizin müstesna yıldızı, değerli sanatçı Gülriz Sururi ile yaptığı, dün t24’te çıkan söyleşi, bir başka muhafazakâr zihniyetin aynası gibiydi. Çevremde, genç-yaşlı pekçok kişide gözlediğim, kendi doğrularından, değerlerinden, kendi yaşam tarzından, benimsediği kültürden farklı olanı kötü, yanlış, ilkel, gerici saymak, farklı kültür ve yaşam biçimlerini, farklı değerleri küçümsemek, onlara hak tanımamak… Aslında sadece Gülriz Sururi’nin görüşleri değil, Türkiye’de Batıcı laik veya Cumhuriyetçi-Kemalist olarak anılan, kendilerini de böyle adlandıran geniş bir kesimin zihniyeti yansıyordu o söyleşide. Örtülü kızların Nişantaşı kahvelerinde oturmalarını,  Cumhurbaşkanının eşinin örtülü olmasını, inançlı kesimin, Müslümanların ve de Kürtlerin eşit haklı yurttaşlar olarak, kendi kültürel kodları, değerleri ve yaşam biçimleriyle topluma katılmalarını içine sindiremeyen, bunu “karşı devrim” ve cumhuriyet düşmanlığı olarak gören zihniyetle dinî muhafazakârlığın zihniyet iklimlerinin ruh ikizliği üzerine düşünmek ufkumuzu açabilir. Halkın kılık kıyafetinden başlayarak dinsel pratiklerine, konuştuğu dilden inançlarına, müziğinden kutsallarına kadar yaşamın her alanında, üstün ve tartışılmaz saydığı kendi değerlerini, kültürünü, dünya görüşünü empoze etmiş olanlar, feryad edeceğimize “yanlış neredeydi?” diye sormak, kendi düşüncelerimizi sorgulamak durumundayız. Tıpkı İslamî muhafazakâr kesimin (özellikle siyasî erki ellerinde tutan muktedirlerin) de yapması gerektiği gibi.

Birileri içki içmeyi günahlaştırıp yasaklamaya, eğitim reformu adı altında küçük kızların da örtünmesini teşvike, kadının toplumdaki yerini en az üç çocuğuyla eve kapanmak olarak anne-kadın figüründe idealize etmeye, kadınla erkeğin birlikteliğini, kadın cinselliğini, beden özgürlüğünü günah ve yasak kafesleri içinde tutmaya çalışırken; ötekiler, mesela örtündükleri için aşağıladıkları, toplumsal yaşam dışına ittikleri kadınların bugün kendi mekânlarında dolaşmalarına, Çankaya’ya çıkmalarına, her alanda haklarını talep etmelerine; mesela Kürtlerin eşit yurttaşlığına, hak taleplerine “öteki kültürün” insanlarının baş kaldırmalarına tahammül edemiyorlar.

Kişiler muhafazakâr olabilirler. Dindar, dinsiz, inançlı, inançsız olabilirler. Herkes kendi bireysel tarihiyle belirlenen değer ve inançlara sahiptir, bu değer ve inançlara uygun yaşamakta da özgürdür. Bireyin özgürlük alanına karışmaya kimsenin hakkı yoktur. İktidarlar, hükümetler, siyasal güç odakları açık veya sinsi kısıtlamalarla, yasaklarla, mahalle baskısıyla toplumu kendi ideolojileri ve inançları doğrultusunda dizayn etme amacıyla adım attıklarında, o ideoloji ve inanç ne olursa olsun aynı zihniyetle karşı karşıyayız demektir.

Mecazi üslupla söyleyecek olursak: THY’da ve her yerde hem şarap hem de şurup olsun. İsteyen şarap, isteyen şurup içsin. Nişantaşı’ndaki mekânlarda veya en ücra kır kahvesinde, kebapçıda meyhanede, konserde operada, sokaklarda  veya parlamentoda, işte veya üniversitede, ibadette ve mitingte kadınlar kadar erkekler, örtülüler kadar açıklar da olsun. Yan yana, omuz omuza, birbirimizi yargılamadan, yadırgamadan ve dışlamadan bulunabilelim. İsteyen başını örtsün, isteyen açsın. İsteyen başını secdeden kaldırmasın isteyen diskodan çıkmasın. Herkes ötekinin değerlerine saygı göstererek kendi meşrebince yaşasın. Hiçbir inanç ve değerin ötekinden daha üstün, daha doğru olduğunu kimse iddia edemez. Devlete ve siyasete düşen, yasakçılıktan medet ummak değil, gündelik yaşam ve inanç alanı da dahil her alanda mutlak özgürlüğü ve eşitliği sağlamaktır.

 

Oya Baydar – t24.com.tr

Militan çevrecilik ve hayvan hakları savunuculuğu

Çevreciliğin ülkemizdeki modus operandi’si (eylem planı) “ağaç dik, çöp topla, çevreyi koru” mottosunun miadını doldurmuş olmasından kaynaklı yeni bir çevrecilik anlayışını hâkim kılmanın zamanı geldi de geçiyor. Bu yüzden dünya örneklerinin üzerinde durmak bir anlamda zihin açıcı olabilir. Henüz literatürde yer edinmiş olmasa da, dünyada uzun süredir gelişen, ancak ülkemizde henüz emarelerine rastlanılmayan militan çevrecilik değerlendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Militan çevrecilik özellikle sonuçlarla boğuşan ve protesto eden pasif çevrecilikten, müdahale eden ve sorunun kaynağını ortadan kaldırmaya dayanan aktif çevreciliğe geçişin zorunluluğunu savunanların alternatif bir sığınağı konumunda. Ancak insan türü, Homo consumer (tüketen insan) olma eşiğini çoktan aştığı için, artık günümüz dünyası için aktif ve müdahale eden çevreciliğin yaşam şansı, bağımlı insan sayısının artmasından kaynaklı olarak oldukça azalmıştır. Her türlü yasanın, çevreyi ve çevreciyi korumaktan öte, onu aforoz edip düşkünlükle suçladığını ve çevreyi de boşa sürüp giden kaynaklar manzumesi olarak gördüğünü düşünürsek, militan çevrecilik bir zorunluluktan öte zamanın ruhuna uygun olmasa da uydurulması gereken bir anlayış olarak karşımızda durmaktadır. Hali hazırda binlerce canlı son nefesini vermek üzereyken, son vahşinin yitirilmesine ramak kalmışken, hayvan barınakları birer hayvan işkence hanesine dönüşmüşken ve de bilim, hayvanları birer deneme tahtasına çevirmişken elimizi çabuk tutmalıyız desek yeridir. Üzülmeyin, henüz doğa korumadan bahsedip bir yandan da lastik reklamında oynamadıysanız ve çevrecilik pozunu katlettiği canlının süs haline gelmiş kellesinin önünde vermediyseniz ilk taşı atabilirsiniz.

Militan Çevrecilik veya Hayvan Hakları Savunusu Nedir?

World Fist FistSonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Şüphesiz ağaç dikmek ya da sokak hayvanlarını beslemek değildir. Hatta öyle ki teoride bunlara kökten karşı çıkmaktır. Ancak karşı çıkarken tutarlı alternatifleri ortaya koymak gibi de bir iddiası vardır.

Endüstri devrimi sonrası gerek doğal ortamın tahribatı gerekse de insan-hayvan arası iletişimin yozlaşıp tamamıyla anlamsız bir hale bürünmesi, insanoğlunun çevreye ve diğer türlere olan bakışında da ciddi değişimler yaşamasına neden oldu. Endüstrileşme ile birlikte ortaya çıkan kent kültürü ve beraberinde yarattığı modern hayat, yüzyılın en asimptot(sonuşmaz) döngüsü olan moda ve anlamsız estetik kaygılarını yaratan sürdürebilir bir ticari alanı meydana getirmekten de geri kalmadı. Bu sürdürülebilir alanın kuşkusuz ilk faturası kedi, köpek ve kuş gibi süsleştirilmiş hayvanlara ve estetik kaygıları gidermenin yegane ürünlerini barındıran kozmetik sektörünün birincil muhatabı memeli hayvanlara kesildi. Çevre açısından ise ilk olarak, aşırı CO2 salınımı ile tüm doğaya eşit bir şekilde fatura edildiğini söyleyebiliriz. Fark ettiyseniz henüz egzotik canlılardan bahsetmedik bile.

İnsanın sosyal evrimi ile ilişkisi, onun etrafında konumlanmak ve ondan arta kalanı ya da ondan aşırdığını yemek şeklinde olan hayvanlar bugün oldukça şaşırtıcı bir insanlaşma sürecine girmiş gibi görünüyorlar. Bir kısmı insanların yaşam alanına çeşitli genetik modifikasyonlar ve evrimsel şartlar neticesinde girebilmişken bir kısmı ise sokaklarda kalmış ya da atılmışlardır. Ancak sokak dediğimiz yer, henüz bu canlıların insana tam anlamıyla eklemlenmeden önceki sokaktan oldukça farklıdır. Kısmen vahşi doğa yerini kent dediğimiz doğanın kendisiyle uzaktan yakından alakası olmayan ortamlara bırakmıştır. Her dönem kendi insan tipini yaratır söylemi boşuna söylenmemiş. Kendini tekrarlayan insan sosyalitesi kendi hayvan severini de kent yaşamına uygun olarak yaratmaktan de geri kalmamıştır. İnsanı hayvanlardan soğutan sözüm ona çevreci ikoncanlar ya da ağaç dikmekten başka doğaya katkısı koca bir hiç olan dernekler bunun en güzel örnekleridir. Bu tür oluşumların ya da adından söz ettiren bir kısım “çevrecinin” sermayeden nasıl da destek kotardıklarını da unutmamak lazım. Hal böyleyken sırf hayvanlara sıcak yaz günlerinde bir kap su bırakarak kendi içinde vicdan teatisine girişen kişi haliyle hayvan sever olmaktan öte tam bir hayvan sevmezlik örneği sergilemektedir. Buradan hayvanları beslemeyelim algısı çıkmayacağı gibi sadece onları besleyerek hayvan sever olalım anlamı da çıkmıyor. Özü itibariyle evde hayvan beslemenin sokakta beslemekten tek farkı insan şefkatinin değişim aralığını ortaya koymasıdır. Nitekim sokakta yaşayan ile evde yaşayan hayvanlar arasındaki algı farklılığı incelendiğinde bu durumdan ne kastedildiği daha iyi anlaşılacaktır. Kaldı ki bu hayvanların bu şekilde sokaklarda sefil vaziyette benliklerinden uzak bir halde yaşamalarının tek nedeni olan biz ve tüketim kültürümüz olduğunu eklemekte fayda var.

Peki her türlü modern hayat nimetini sonuna kadar kullanıp tamamen sermayeye yönelik saldırılar doğanın geleceğini gerçekten kurtarabilir mi? Ya da militan çevrecilik gerçekten de böyle bir şey mi? İnsanların hayat tarzını değiştirme çabasından ziyade çevreye zarar verdiği düşünülen kurum ve kuruluşlara saldırmanın romantik olsa da sansasyonel olmaktan öteye gidememesi bize bir şeyler anlatıyor gibi. Artık petshopların birer sevgililer günü hediye dükkanı haline geldiğini, organik tarımın da diğer tarım uygulamaları gibi kapitalizme eklemlendiğini, asıl sorumluluk sahiplerinin suçunu örtbas etmek için uydurulmuş tasarruf söylemlerini afişe etmek yapılabilecek en büyük çevrecilik eylemidir.

Konunun bu açmazlarını bir kenara bırakırsak, militan çevreciliğin kısmen de olsa başarılı olabilmiş iki örneğine değinmekte yarar var. Bir sonraki yazıda da bu iki örnek üzerinden konuyu ayrıntısıyla değerlendirelim.

 

Sedat Gündoğdu – www.mühimhadiseler.org

 

 

Noam Chomsky: “Dünya çok vahim bir çevre felaketine doğru gidiyor”

Noam Chomsky ve Ömer Madra

Dünyanın en önemli düşünürlerinden Noam Chomsky, 18 Ocak’ta Boğaziçi Üniversitesi’nde Hrant Dink Vakfı’nın davetlisi olarak bir konuşma yapmıştı. Açık Radyo yayın yönetmeni Ömer Madra, bu toplantıda Chomsky’ye “dünya nereye gidiyor?” diye sordu. Chomsky’nın cevabı “Dünyanın çok vahim bir çevre felaketine doğru yol aldığına dair artık hiçbir şüphe yok” şeklinde oldu.

Noam Chomsky insanlığın bir intihar yarışında girdiği uyarısını yapıyor.

Bu çok önemli söyleşinin tamamını Açık Radyo’nun web sitesinden aktarıyoruz:

Noam Chomsky Boğaziçi Üniversitesi'nde (18 Ocak 2013)

 

Ömer Madra: Hoş geldiniz Profesör Chomsky. Aramızda bulunmanızdan çok mutluyuz. Sizinle tam on yıl önce görüşme yapma fırsatı ve mutluluğuna erişmiştim. Evet neredeyse tamı tamına on yıl önce, bir oteldeydi, çalıştığım radyo istasyonu için Açık Radyo için bir görüşme yapmıştım sizinle.

Şimdi size on yıl önce sorduğum soruyu tekrar aynen sormak isterim. Çok kısa bir soru aslında. Sizce dünya nereye gidiyor?

Noam Chomsky: Çok kısa soruymuş.

ÖM: Bu soruyu iki açıdan ele almanızı rica edeceğim: dünya küresel iklim krizi açısından nereye gidiyor; ve dünya küresel ortak varlığımız açısından nereye gidiyor?

NC: Bu dehşet verici bir durum. Yani Merih gezegeninde bir gözlemci dünyaya bakıyor olsaydı, “bunlar akıllarını kaçırmışlar” diye düşünürdü. Dünyanın çok vahim bir çevre felaketine doğru yol aldığına dair artık hiçbir şüphe yok. Aslında bunun bazı emarelerini de görüyoruz. Basına bakacak olursanız  -Amerikan basınına, tabii Türk basınına da-  olayda sanki iki taraf varmış gibi sunuluyor. Bir yanda bunun ciddi bir kriz olduğunu söyleyenler var, öbür yanda da bunu inkar edenler. Başkanlık seçim kampanyasındaki tartışmalara bakarsanız, Obama’nın ılımlı bir tavrı vardı. “Bir şeyler yapalım”.” diyordu. Ama yaptığı önerilere bakarsanız aslında “daha fazla fosil yakıt üretmeliyiz” diyerek “daha beter hale getirelim” demeye getiriyordu. Romney’nin tavrı ise “Kimse pek ne olduğunu bilmiyor, daha fazla araştırmaya gerek var” deyip hiçbir şey yapmama tavrıydı.

Aslında bilim camiasına bakacak olursanız, eminim sizin de bildiğiniz gibi,  bilim insanlarının %95’i bunun çok ciddi bir kriz olduğu görüşünde. Sadece birkaç bilim insanı “kesin olarak bilmiyoruz” diyor. Çok daha büyük sayıda bilim insanı bu konsensüsü, ziyadesiyle muhafazakâr buldukları için reddediyor. Mesela MIT’de,  (Massachussets Teknoloji Enstitüsü’nde) bir bilim insanı ekibi var. Bunlar iklim üzerine uzmanlaşmışlar ve  IPCC’nin  (Intergovernmental Panel on Climate Change) İklim Değişikliği Hükümetlerarası Panelini, biliyorsunuz, hani şu Birleşmiş Milletlerin  Uluslar arası Analiz Komitesini, her seferinde reddettiler, çünkü bunun çok fazla muhafazakâr olduğunu söylüyorlar.  Her seferinde de haklı çıktılar.. Daha birkaç hafta önce, geçtiğimiz yazın sonunda Kuzey kutbundaki buzların erimesinin ölçeğiyle ilgili bir inceleme yayımlandı. Bu erimenin, bilgisayar modellerinden çıkan projeksiyonların çok ötesinde bir boyutta olduğu anlaşıldı. Nitekim daha eleştirel bakan bilim insanlarının, mesela MIT ekibinin öngördüğü de buydu. Bu modeller yeterince ciddi değil dediler. Bu durum vahim bazı sonuçlara yol açıyor, bir dizi doğrusal olmayan, geometrik sonuçlara yol açıyor . Kuzey Kutbu’ndaki buz çok fazla erirse yeterince yansıtıcı yüzeyi kalmıyor, karanlık alanlar çoğalıyor, bunun sonucunda daha fazla güneş ışını emiliyor, daha hızlı bir ısınma oluyor ve bu adeta bir çığ etkisiyle büyüyor  ve kontrol edilemez hale geliyor.

Bunun böyle olduğu defalarca kanıtlandı. Peki biz ne yapıyoruz? Aslında ilginçtir, bu konuda bir şeyler yapan yegane ülkeler, halkının çoğunluğu yerlilerden oluşan ülkeler. Bütün dünyada bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünen halklar, nüfusunun çoğunluğu yerlilerden oluşan halklar. Mesela Bolivya’da, Güney Amerika’nın en yoksul ülkesinde, aslında nüfusun çoğunluğu yerlilerden oluşuyor ve daha şimdiden Anayasalarında “Toprak ana hakları” diye adlandırdıkları birtakım maddeler var. Yani sadece insan hakları değil, tabiatın da hakları  var. Batılılar bununla alay ediyor ama Bolivyalılar haklı. Mesela Ekvator’da , büyük bir yerli nüfusun olduğu bu ülkede, şimdi zengin ülkeleri, ABD ve Avrupa’yı, OECD üyesi ülkeleri, petrolü topraktan çıkarmadıkları için kendilerine kaynak versinler diye ikna etmeye çalışıyorlar. Biliyorsunuz onlarda petrol bol ama kendi kalkınmaları için ihtiyaçları olduğu halde petrolün yeraltında kalmasını tercih ediyorlar. Ama tabii bunu yapabilmek için kaynağa ihtiyaçları var. Geçenlerde Avustralya’daydım, orada  Aborijinlerden oluşan çok güçlü bir madencilik karşıtı topluluk var. Bunlar İngiliz yerleşmecilerin yok etmeyi başaramadığı,  oraya buraya dağılmış bir Aborijin topluluk. Çok fazla sayılmazlar ama azımsanacak sayıda da değiller. Aynı şey Kolombiya’da da oluyor. Ben Güney Kolombiya’da yoksul çiftçi topluluklarıyla, campesino’larla, yerli halkla, Afrika kökenli Kolombiyalılarla çalışıyorum. Onlar da vargüçleriyle madencilik yapılmasın diye mücadele ediyorlar. Çünkü bu her şeyden önce çevreye zarar veriyor, tabii hayatlarını da mahvediyor, ayrıca tahrip edici zehirli maddelerin ortaya çıkmasına neden oluyor.

Öte yandan zengin ülkelere baktığımızda, mesela dünyanın en zengin ülkesi ABD, esas olarak hiçbir şey yapmıyor. Hatta birçok bakımdan geriye gidiyor. Bundan 40 yıl önce, Richard Nixon döneminde çevre koruma tedbirleri çıkarılmıştı, bunlar bir bir ortadan kaldırıldı. Yapılan birkaç şey var, mesela petrol kullanan araçların kat ettikleri kilometre sayısını azaltmalarını öngören gittikçe daha fazla yaptırım var. Ama bunlar palyatif tedbirler, kanserin üzerini yara bantıyla kapatmak gibi. Özetle, insan türü, şu efsanevi lemminglere benziyor, hani  hep birlikte uçurumun kenarına yürüyüp kendini aşağı atan kutup sıçanları gibi. Çok da uzak bir gelecek değil bu. Tabii ille şu tarihte olacak diyemeyiz, ama bir kuşak sonra olabilir.  Uluslararası kuruluşlar bu konuda sürekli uyarıda bulunuyorlar. Bu alanda çalışan bilim insanları da yıllardır söyleyip duruyor. Öyle bir noktaya gelmek üzereyiz ki 2 derecelik bir ısı artışı bizi geri dönülmez bir  yere getirecek. Bu noktaya iyice yaklaştık. Zengin ülkeler ne yapıyor? Fosil yakıt tüketimlerini artırmaya bakıyor. Mesela ABD basınında, uluslar arası finans basınında da, mesela Financial Times gibi ciddi gazetelerde, yeni teknolojiler sayesinde çok daha derindeki fosil yakıtlara ulaşılabileceği, bu sayede önümüzdeki yüz yıl boyunca mesela Orta Doğu gibi bölgelere bağımlı olmaktan kurtulmanın mümkün olacağını müjdeleyen yazılara rastlıyorsunuz. Yüz yıl sonra ne olacak sorusunu ise kimse sormuyor.

Evet, gerçekten çok tehlikeli bir sorun ve bu konuda hiçbir şey yapılmıyor. Aslında  çok büyük iki sorun var ortada, biri bu, diğeri de nükleer savaş. Bunun gölgesi hep üzerimizde, şimdiye kadar bundan kaçınmayı başarmamız bir mucize. Hiçbir şey yapıldığı yok, her iki sorun da gittikçe daha vahim hale geliyor. İklim krizi açısından bir şeylerin yapılıp yapılamayacağı da meçhul, sınırı aşmış olabiliriz artık. Ama ne kadar çok oyalanırsak, sorunun da giderek zorlaşacağı çok açık. Nükleer savaş açısından yapılabilecek şeyler var ama bunlar yapılmıyor, hatta birçok açıdan durum daha da vahimleşiyor. Türkiye bu belli başlı sorunların çok uzağında değil, çünkü siz Ortadoğu’dasınız.

Öngörüde bulunmaya gelince, dürüstçe bir öngörüde bulunmak gerekirse, bir intihar yarışına girmiş olduğumuz söylenebilir. Sanırım 20 yıl kadar önce yayınlanmıştı,  Ernst Mayr’ın çok ilginç bir makalesi vardı. Mayr, evrimsel biyolojinin en saygıdeğer temsilcilerinden biriydi, öldüğünde yüz küsur yaşındaydı. Carl Sagan ile gezegen dışında hayat var mı konusunda bir tartışmaya girmişti. Bir astro-fizikçi olan Sagan bunun kuvvetle muhtemel olduğunu öne sürüyordu, O’na göre yeryüzü gibi o kadar çok gezegen vardı ki, yeryüzünde olup biten ne varsa başka yerlerde de olabilirdi vs.  Biyolog olan Mayr ise bunun hiç de o kadar muhtemel olmadığı görüşünü savunuyordu. Bunun için gösterdiği sebepler de çok ilginçti ve sizin sorduğunuz soru açısından da oldukça anlamlıydı. “Bakın” diyordu, “hayata ilişkin elimizde yalnızca bir örnek var, o da buradaki,  yeryüzündeki hayat. Başka bir örnek de yok. Dolayısıyla biz bildiğimiz şeye bakalım”.

Sanırım yaklaşık 50 milyar canlı türü olduğunu ve biyolojik başarı diye adlandırılabilecek bir kavram olduğunu söylemişti. Gayet basit bir kavram. “Bir türün biyolojik olarak başarılı sayılabilmesi için o türden hâlâ ortalıkta çok sayıda numune var mı diye bakmak lazım” diyordu. (gülüşmeler) “Eğer başarılı olan türlere bakacak olursanız”, diyordu, “en başarılı türler bakteriler gibi hızlı mutasyona uğrayabilenler, bir de kınkanatlı böcekler gibi kendilerine sabit bir ekolojik niş (yer) bulanlar.” Bunların durumu gayet iyi ve muhtemelen de sağ kalmayı başarırlar. Ama zekâ ölçeği diye nitelendirdiğimiz şeyde yukarılara doğru çıktıkça sayılar da gittikçe azalıyor. Primatlara geldiğinizde çok az sayıda olduklarını görüyorsunuz. Aslında ardında birkaç tane başıboş dolaşan benzer yaratık bırakan tek bir primat türü var. Onlar da biziz. Bu da çok yakın zamanda oluyor. Yani evrim açısından bakıldığında son 10 bin yılın hadisesi bu. Hiçbir şey değil. Ama ondan önce de insanlar başıboş dolaşan avcı-toplayıcı topluluklardı. Yani şunu anlatmaya çalışıyordu Mayr, bu veriler zeka ölçeğinde yukarı çıktıkça türün başarısının da azaldığına işaret ediyor. Dolayısıyla, onun açısından zekâ bir çeşit ölümcül mutasyondu. Bence biz de bunu ispatlamaya çalışmak gibi bir işe giriştik. (gülüşmeler) Evet, bu ölümcül bir mutasyon ve bizler kendimizle birlikte muhtemelen her şeyi yok etmeye uğraşıyoruz.

ÖM: Geçenlerde verdiğiniz bir mülakatta “Carta de foresta” diye bir şeyden söz ettiniz. Aslında bu Magna Carta ile aynı dönemde ortaya çıkmış. Bunun bir Orman Şartı / Sözleşmesi olduğunu söylediniz.

NC: Evet, o Magna Carta’nın bir bölümüydü. Magna Carta iki bölümden oluşuyordu: Özgürlükler Şartı ve Ortak Varlıklar Şartı. Bu ikincisine Carta de Foresta da deniyordu ama aslında Ortak Varlıklar Şartı’ydı.

ÖM: Günümüzde bu nerdeyse tamamen yok edilmiş durumda. Bu nasıl oldu?

NC: Bu yaklaşık 300 yıl kadar önce oldu, bunun adı da kapitalizm. (gülüşmeler) Nasıl oldu derseniz, İngiltere’de 17. Yüzyıla gelindiğinde –aslında 16. Yüzyıl boyunca da iyice gelişmişti ya- “the commons” denilen şey herkesin sahip olduğu ortak varlıklardı, insanlar bu sayede geçimlerini sağlıyordu. Ama kapitalizm yavaş yavaş ortaya çıktıkça her şey özelleştirilmeye başladı. Bu da ortak varlıklara son verilmesi,  tek tek zenginlerin eline geçmesi ve geri kalan herkesin serf durumuna düşmesi demekti. Buna da kapitalizm deniyor. Bu büyük çatışmalara yol açtı. Mesela İngiltere’de “enclosure movement”* denilen bir hareket oluştu. 17. Yüzyıl’a gelindiğinde iş bitmişti, Orman Şartı da unutulup gitmişti.

ÖM: Kimse de bundan bahsetmiyor. Hiç kimsenin bundan haberi yok.

NC: Kimin suç tarihinden haberi var ki? Başka insanların işledikleri suçları bilirsiniz ama, bu konuda bildiğimiz birşey yok.

ÖM: Ama bu çok hayret verici bir şey.

NC: Evet öyle ve sizin ilk sorduğunuz soruyla da çok ilgisi var. Çünkü yok ettiğimiz şey, tam da bu ortak varlıklar. Size daha önce bahsetmiştim, Güney Kolombiya’da birlikte çalıştığım insanlar var diye. Bunlar kendi topraklarını, ormanlarını, dağlarını vs. korumaya çalışıyorlar. Ama devlet de, zengin şirketler de bunları onların elinden almaya çalışıyorlar. Böylece altın madenciliği yapacaklar ve biliyorsunuz bu tamamen tahrip edici bir iş. Ya da petrol  vs çıkarmak için madencilik yapmak istiyorlar. İşte bu, Orman Şartının yok edilmesi demek.

ÖM: Profesör Chomsky, çok teşekkür ederiz.

* Arazilerin çitle çevrilmesine karşı [çevirenin notu]

Çeviri: Nur Deriş Ottoman

(Açık Radyo, Yeşil Gazete)