Ana Sayfa Blog Sayfa 2407

Kürtaj listesinde geri adım

İstanbul Tabip Odası, lçe sağlık müdürlüğünün sağlık kuruluşlarına gönderdiği yazıyı paylaştı. Yazıda “Talep edilen bilgi gereksinimi ortadan kalktığından söz konusu yazımıza işlem tesis edilmemesi” deniliyor.

İstanbul Tabip Odası (İTO), İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün sağlık kuruluşlarından polikistik over sendromu olan ve kürtaj yaptıran kadınların listesinin talep edilmesi kararının geri çekildiğini duyurdu. İTO’nun sosyal medya hesabı üzerinden yapılan paylaşımda ilçe sağlık müdürlüğünün sağlık kuruluşlarına gönderdiği yazıya yer verildi. Gönderilen yazıda “Talep edilen bilgi gereksinimi ortadan kalktığından söz konusu yazımıza işlem tesis edilmemesi” denildi.

Karara ilişkin bianet‘e konuşan İstanbul Tabib Odası Genel Sekreteri Dr. Osman Öztürk, ilçe sağlık müdürlüklerinin tek başına böyle bir karar veremeyeceğini ve kararın savcılık tarafından verilmiş olabileceğini söyledi.

İklim değişikliği için uçacak

Uçan Kaşif adıyla bilinen Pilot Osman Arıkan, iklim değişikliğine dikkat çekmek için dünyanın en kuzey noktası olan Kanada’nın Alert bölgesinden, dünyanın en güney noktası Ümit Burnu’na 45 günde planörle uçacak.

21. yüzyılda insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük sorunların başında gelen iklim değişikliği dünyada milyonlarca insanın hayatını etkilerken gelecek nesiller için de ciddi bir risk oluşturuyor. Dünyanın genelini ilgilendiren bu temel probleme dikkat çekmek isteyen Türkiyeli pilot Osman Arıkan, Kanada’daki dünyanın en kuzey noktası Alert bölgesinden, dünyanın en güney noktasına, Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki Ümit Burnu’na uçacak.

Airkule’de yer alan habere göre, hava akımı yardımıyla uçan, motorsuz hava taşıtı planörle gerçekleşecek uçuş, kasım ayı ortasında başlayacak. Osman Arıkan’ın uçuşu yeni yılda tamamlaması bekleniyor. Uçuşun tamamlanacağı Güney Afrika Cumhuriyeti’nde hükümet yetkilileri Osman Arıkan için karşılama töreni düzenleyecek.

30 bin kilometrelik uçuş 45 gün sürecek

30 bin kilometrelik mesafeyi 20 ülkede konaklayarak, 45 günde tamamlamayı hedefleyen Arıkan, sırasıyla Grönland, İzlanda, Birleşik Krallık ve sonrasında da Afrika kıtasını geçip Güney Afrika Cumhuriyeti’ne ulaşacak.

Sıcak ve soğuk hava akımlarından yararlanılan motorsuz planörle uçacağını açıklayan Arıkan şöyle konuştu: “Planörler hava olaylarından etkilenen hassas araçlar. Bu nedenle uçabilmeleri için hava koşullarının oldukça iyi olması gerekiyor. Ani ve düzensiz hava değişiklikleri tıpkı insanlarda olduğu gibi planörleri de zor durumda bırakıyor. Hemen her alanı etkileyen iklim değişikliğine dikkat çekmek ve önlem alınmasına teşvik etmek için bu uçuşu özellikle planörle gerçekleştirmeye karar verdim. Umarım iklim değişikliği konusunda ufak da olsa bir farkındalık sağlayabilirim.”

‘Herkes elini taşın altına koymalı’ 

Arıkan, her bireyin kişisel olarak bilinçlenerek önlem alması gerektiğini;  uçuşu da bu nedenle tek başına tamamlayacağını belirterek şunları ekledi: “İklim değişikliği konusunda en büyük yanılgı ‘bireysel olarak ne yapılabilir ki’ sorusu. Dünyanın genelini ilgilendiren bir konu hakkında elbette ki bireysel önlemler alabiliriz. Arabamızda, evimizin ısınmasında ya da kullandığımız ürünlerde çevreci olanları tercih edebiliriz. İklim değişikliğinin en büyük nedenlerinden olan ormansızlaşmayı önlemek için kağıt kullanımını azaltabilir, kağıtların geri dönüşümünü sağlayabiliriz. Bizi ve gelecek nesilleri etkileyen bu konu hakkında herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor.”

‘Devlet doğayı düşman gören anlayışın cisimleşmiş hali’

Ümit Şahin: Yeşil politikadan, güçlü bir Yeşiller Partisi yaratmaktan başka bir yol olmadığını vurgulamak isterim. Yani yine demokrasi mücadelesine geliyoruz. Kriz derin ve bu işin kolay bir yolu yok…

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi iklim uzmanı ve Yeşil Gazete yazarı Dr. Ümit Şahin, iklim değişikliği, Kazdağları, yerel yönetimler ve devlet politikaları hakkında P24’e konuştu.

Sibel Oral’ın yaptığı röportaj şöyle:

***

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde iklim değişikliği konusunda uzman olarak çalışan Ümit ŞahinÇevre İçin Hekimler Derneği, Üç Ekoloji dergisi ve Yeşiller Partisi’nin kurucularından olmasının yanı sıra Açık Radyo‘da Ömer Madra ile birlikte yıllardır yayınlanan Açık Yeşil programının da yapımcılarından ve Yeşil Gazete editörlerinden. Uzmanlık alanı iklim değişikliği, ekoloji ve yeşil politika olunca dosyamız başlığı çerçevesinde onun uzmanlığına ve fikirlerine ihtiyacımız vardı. Şahin’le Kaz Dağları’nı, iklim değişikliğini, yerel yönetimleri ve Türkiye’de tabiatın devletle verdiği sınavı ve halkın mücadelesini konuştuk.

Kaz Dağları’ndan başlayalım öncelikle. Gelinen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Kaz Dağları’nın geleceğine dair öngörüleriniz var mı?

Altın madenlerine karşı mücadele Türkiye’de 1990’ların ikinci yarısından bu yana son derece aktif ve etkili biçimde sürüyor. İlk mücadelenin verildiği Bergama Ovacık altın madeninin 2000 yılında hukuka aykırı biçimde Danıştay tarafından verilen nihai iptal kararı hükümet tarafından yok sayılarak açılması bir dönüm noktası oldu. Bu nedenle 20 yıla yakın bir süredir Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bütün itirazlara ve yerel mücadelelere rağmen altın madenleri açılmaya devam ediyor. Yalnız maalesef bu itirazların ve mücadelelerin birçoğu duyarlı bir kesim ve ekoloji hareketi aktivistleri dışında duyulmuyor ve bilinmiyor.

Kaz Dağları’ndaki mücadelenin, bir hayli geç bir aşamada da olsa, nihayet Türkiye çapında ses getirmesi sanırım mevcut ekonomik büyüme anlayışının son yıllarda iyice uç noktasına vardırılmasıyla yakından bağlantılı. Bu anlayışı siyasi iktidarın kazıcılık (extractivism) denen ekonomik faaliyet biçimine, çaresizlik içinde, iyice sarılması olarak tarif edebiliriz. Gerçi doğayı bir kaynak deposundan ibaret gören, düşük katma değerli, yaratıcı ve üretici olmaktan uzak, hammadde ve taş-toprak hafriyatına dayalı ekonomik büyüme modeli yeni değil, Türkiye’ye özgü de değil. Ancak küresel ekonomideki rolünü kendi topraklarını, kendi doğasını tahrip ederek sömürmekten, altyapı ve konut inşaatlarıyla mekan üretmekten öte bir şey olarak tanımlayamayan bu anlayış, artık yer seçimiyle ilgili kaygılara, yerel tepkilere, düşünülen işin olası olumsuz etkilerine (sadece ekolojik değil, ekonomik etkilerine de) tamamen kulaklarını tıkamış durumda. Bu nedenle da hata üzerine hata yapılıyor.

Fosil yakıtlara, betona ve değersiz hammadde madenciliğine feci hâlde bağımlı hâle geldikleri için de, Kaz Dağları gibi merkeze bu kadar yakın, kentlerdeki yeşil duyarlık için hem pratik hem sembolik olarak bu kadar öneme sahip bir yerde bile yüz binlerce ağacı kesip doğayı tahrip etmekte ve devasa alanları açgözlü bir şirkete tahsis etmekte beis görmüyorlar. Bu anlamda Kaz Dağları olayı bardağı taşıran damla olarak görülebilir. Ancak bu olayda da Kirazlı-Balaban altın madenini önlemek için yıllardır çaba gösteren Çanakkaleli çevrecilerin mücadelesinin uzun süre görülmediğini, duyulmadığını unutmamak lazım; ta ki 200 bine yakın ağacın kesildiğine dair o fotoğraf ortaya çıkana kadar. Bu nedenle Kaz Dağları’ndaki yıkım bugün durdurulsa bile bu durum aynı şeyin Murat Dağı’nda veya başka bir yerde tekrarlanmayacağı anlamına gelmiyor.

Bu nedenle yereldeki bu mücadelelerin politik arka planının iyi tarif edilmesi ve mücadelenin ekonomi politiğinin de ekoloji politiğinin de kavranması gerek. Mücadeleye esas olan söylemin yeşil, ekolojik tonunu korumak ise son derece önemli. Tabii ısrar, inat, başlayan bir mücadeleyi yarıda bırakmamak, asla geri adım atmamak ve kazanım elde etmeden uzlaşmaya yanaşmamak da ayrıca önemli. Her şeyden önce de mücadelenin yerel dinamiklerle sürmesi kritik. Oluşan duyarlığı Türkiye’nin bütününe yaymak, mücadeleyi politikleştirmek ve küresel destek yerel hareketi büyütmek için dikkatle kullanılmalı. Bu anlamda bugüne dek verilen mücadelenin ve gelinen yerin olumlu olduğu kanısındayım.

Siz daha önce Gezi Direnişi için “Gezi ekoloji ve demokrasi mücadelesidir” demiştiniz. Kaz Dağları özelinde baktığımızda yurttaşların dayanışmasını ve eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ekoloji veya çevre için verilen mücadeleyle demokrasi mücadelesini ilgisiz ve bağlantısız el almak o kadar yaygın bir anlayış ki, bunu ne kadar tekrarlasak azdır. Bu, şunun için önemli: Meseleye “bilimin dediğini yapmak”, “iyi çevre yönetimi” gibi kategorilerle bakabilirsiniz, ama bazı durumlarda bunu otoriter yönetimler veya tabandan tamamen kopuk elit yapılar da yapabilir. Hatta bazen daha iyi bile yapabilir. Ama o zaman toplumsal ve ekonomik ilişkileri güç ilişkilerinden bağımsız bir şey gibi görmeye başlarsınız. O zaman da bugün sıklıkla gördüğümüz gibi gerçekleri eğip büken güç odaklarının, şirketlerin ve politikacıların dediği olur. Siz istediğiniz kadar sorunların doğru bilgiyle, eğitimle ve çevre bilinciyle çözüleceğine inanın… O nedenle mesele öncelikle bir demokrasi mücadelesidir ve bu nedenle de politiktir. Ancak demokrasi mücadelesi veriyorsak hakikati savunabiliriz. Çözüme engel olanlar bilgisizler ve duyarsızlar değil, her şeyden fazlasıyla haberdar olan çıkar çevreleri ve manipülatörler çünkü.

Yaygın medya da onların elinde olduğu için konu hakkında bilgi sahibi olmayanlar da doğrudan doğruya onların yönlendirmesine tabi oluyor. Bilgi sahibi olmadıkları, aptal ya da cahil oldukları için değil, onlara ulaşmanız kolay olmadığı için. Özgür bir medya yaratmaya çalışmak, hakikatin mücadelesini vermek, sesini çıkarıp görünür olmak, inatla yalanları sergileyip doğruları söylemek bunun için önemli. Kaz Dağları’nda da gerçekler tıpkı Gezi’de olduğu gibi çok basit. Orada bir park yıkılacaktı, burada bir dağ yıkılıyor. Ortak noktaları herkesin gözünün önünde olmaları, gizlenememeleri ve hoyratlık düzeyi. Kaz Dağları eylemlerinin kitleselleşmesi, Çanakkale sınırlarını aşması ve hükümetin savunmaya çekilmesi sanırım tam da bu niteliğin iyi görülmesi ve kullanılması nedeniyle oldu.

‘O kazmayı vurdurmamak, o siyanürü oraya sokmamak önemli. Gerze’de üç sene sürdü termik santrale karşı nöbet ve eylemler ve sonunda şirket tasını tarağını toplayıp zaten adımını bile atamadığı köyden çekip gitti.’

Ekolojik eylemlerde “geciktirme, erteleme, geri adım attırma” son derece önemli. Akkuyu’da nükleer santral yapılması 40 yıldan uzun bir süre geciktirildi. Bu süreçte nükleer enerji ekonomik olmaktan çıktı, kazalar nedeniyle toplumsal olarak iyice kabul edilemez hâle geldi, alternatifleri iyice gelişti ve ucuzladı. Bugün inşaatı başlamış da olsa artık sadece çevre açısından zararlı değil, ekonomik açıdan da gerçekçi olmayan bir iş yapılıyor. Hâlâ bitirilebileceğine emin değilim ama, bitirilse ve çalıştırılsa bile ekonomik ömrünü tamamlayabilir mi şüpheli. Çünkü nükleer karşıtı mücadele sayesinde koşullar olumsuz hâle gelene kadar engellendi. Aynı şey Japonya’nın en sonunda çekildiği Sinop nükleer santral projesi için de geçerli.

Doğanın korunması için verilen bütün mücadelelerde bunun önemli bir perspektif olduğunu düşünüyorum. Kaz Dağları’nda başlatılan nöbetin inatla sürdürülmesi bunun için de önemli. O kazmayı vurdurmamak, o siyanürü oraya sokmamak önemli. Gerze’de üç sene sürdü termik santrale karşı nöbet ve eylemler ve sonunda şirket tasını tarağını toplayıp zaten adımını bile atamadığı köyden çekip gitti. Cerattepe için bütün bir Artvin ayağa kalktı, şirket hâlâ bekliyor. Bütün bu kitlesellik ve inat meselenin bir demokrasi mücadelesi olduğunu kanıtlıyor zaten. Bir başka deyişle dirençli bir grup aktivistin ısrarıyla zaman zaman yükselen kitlesel mücadele birbirini beslediği ve bütün bunlar yereli aşan bir şekilde görünür olduğunda ve ekoloji dili ısrarla korunduğunda mücadele başarılı oluyor. Bu çaba da bir ömür boyu sürüyor. Demokrasi mücadelesi tam da bu değil mi zaten?

İklim Değişikliği Türkiye gündeminin neresinde? Söz konusu olan yaşadığımız gezegen aslında ama gerçekten gündemde mi sorusu epey düşündürüyor. Mesela siyasilerin, halkın gündeminde, kaygılarında mı? 

Zor bir soru. Türkiye’de insanlar iklim değişikliğini biliyorlar, ancak sanırım çok uzak bir geleceğin sorunu olduğu algısına ve kendi yaşadıkları yeri pek fazla etkilemeyeceğine dair bir tür boş güvene sahipler. Kutup ayıları, okyanustaki adalar, belki deniz seviyesinin altındaki ülkeler, vb. Ama biz nasılsa “normal” bir yerde, “şanslı” bir coğrafyada yaşıyoruz! Pek çok bilim insanının, bürokratın ve politikacının tam olarak böyle düşündüğünü gayet yakından biliyorum. Halkın algısı da çok farklı değil. Böyle olunca da sorunun tedricen ve teknoloji yoluyla çözüleceğine dair bir inanç oluşuyor. Bazen de başka çevre sorunları bu şekilde çözülmedi mi zaten, diye bakılıyor. İklim değişikliğinin teknik bir mesele, uzmanların çözümünü bulabileceği geçici bir tatsızlık olarak görüldüğünü de söyleyebiliriz. Bu da aslında bütün dünyada yaygın bir inkâr biçiminin uzantısı. Üstelik doğru bile olsa, önemli bile olsa başkalarını etkiler, bana ve yakınlarıma dokunmaz inancı bir tür hayatta kalma içgüdüsü zaten. Adını anmazsanız size dokunmayacak bir uğursuz güç olarak görmek gibi bir şey.

Kabahat kimde peki?

Bu bakış açısının doğal bir uzantısı da iklimin değiştiğini bilenlerin de nedenleri konusunda net bir fikrinin olmaması. Bu da büyük ölçüde medyanın maskeleme çabası sayesinde bir türlü değişmiyor. Yani burada kabahat sadece şirketlerin ve politikacıların değil. Kabahatin büyüğü gazetecilerin. Geçen hafta meydana gelen Dorian kasırgasıyla ilgili ABD’nin ana akım medyasında yapılan yüzlerce haberin sadece bir iki tanesinde iklim değişikliğinden bahsedilmesi tesadüf olabilir mi? Aynı şekilde iklim değişikliğinden bahsedilen haberlerin çok büyük kısmında fosil yakıtların adının bile anılmaması bilgisizlikten mi kaynaklanıyor? Bu tavır sayesinde iklim değişikliğinin sebebi konusunda kendince farkındalık sahibi olanların önemli bir kısmı bile sorunun nedenini doğayı korumamak, çevreyi kirletmek, ağaçları kesmek vb. sanıyor. Oysa detayda başka boyutları olsa da pratikte iklim değişikliğinin neredeyse tek nedeni fosil yakıtların, yani kömür, petrol ve doğal gazın yakılması sonucunda atmosfere salınan karbon dioksit. Yani mevcut ekonomik sistemin, üretim ve tüketim yapısının ta kendisi!

‘Kısacası yine mesele aptallık veya cehalet değil. Toplumsal, ekonomik ve politik ilişkilerle ya da güç ilişkileriyle ilgili sistematik bir görmezden gelme durumuyla karşı karşıyayız.’

Özellikle batıda ekolojik mücadelede devletlerin rolü, hassasiyeti nasıl oluyor Türkiye ile kıyasladığınızda?

Bu sebepler “vazgeçilir” olduğu düşünülmeyen bir ekonomik ilişki ağının ve yaşam biçiminin doğrudan sonucu. Enerji kullanma biçimimizin, bu da otomobil kullanmanın, uçmanın, ticaretin, barınma, yeme, gezme ve eğlenme alışkanlıklarımızın doğrudan sonucu. Neden bu kazanımlarımızdan vazgeçelim ki, diye düşünülüyor. Bunun çok yaygın bir suç ortaklığı olduğu söylenebilir. Greta Thunberg’in yetişkinleri bu suç ortaklığıyla yüzleştirme çabası bu nedenle çok önemli. Kısacası yine mesele aptallık veya cehalet değil. Toplumsal, ekonomik ve politik ilişkilerle ya da güç ilişkileriyle ilgili sistematik bir görmezden gelme durumuyla karşı karşıyayız.

Türkiye kendini yeterince gelişmemiş, haksızlığa uğramış ve mağdur bir ülke olarak görüyor. Bu da hem politikacıların hem de halkın sonsuz bir kalkınma hakkına sahip olduğunu varsaymasına neden oluyor. İşin bu kısmı Batı’daki inkâr biçiminden bir hayli farklı sayılabilir. Ancak çevre ve ekoloji mücadeleleri açısından bir ölçüde benzerlikten de söz edilebilir. Türkiye’de de çevre hareketleri ve yeşil politika öncelikle kentlerde, orta sınıf içinde ve sol siyaset çevrelerinde doğdu. Güney ülkelerindeki kırsal, yerel, toprağı ve geçim araçlarını savunmaya dayalı politik ekoloji mücadeleleri daha azdı ve geç yaygınlaştı, daha çok da küçük HES projelerinin, taş ocaklarının ve madenlerin yayılmasıyla bağlantılı olarak.

Devletler açısından bakıldığında, Batı’da, özellikle de AB ülkeleri ve ABD’nin bazı eyaletlerinde, temiz teknolojiler, iyi yönetim, kirleten öder prensibinin uygulanması gibi ekolojik modernleşme politikalarının hakim hâle geldiğini, ancak bu politikanın iklim krizi ve altıncı büyük yok oluş karşısında çaresiz kaldığını görüyoruz. Ekonomik ve politik sistem değişikliğini öngörmeyen bir “çevre hassasiyeti” içinde bulunduğumuz büyük krizi derinleştirmekten başka bir sonuç vermeyecek. Tabii Türkiye’de, devlet düzeyinde, bu da yok. Hassasiyetten ziyade ekonomik gelişmişlik algısı ve bağımlı iktisadi yapı nedeniyle.

‘Tahribat çok yaygınlaştı, çok büyüdü. Bunlara karşı itiraz da büyüyünce bu sefer bütün bir klasik çevre koruma pratiği zararlı, iktidarın ana hedeflerinin önünü tıkayan bir şey olarak algılanır oldu.’

Mevcut siyasal iktidarın Türkiye’ye hâkim olmasından bu yana tabiatın bu siyasi iktidarla nasıl bir sınavı oldu? 

Başta da söylediğim gibi ekonomik çaresizlik ne pahasına olursa olsun, doğayı, tarım alanlarını ve su kaynaklarını yok etme pahasına da olsa kazıcılığa, fosil yakıtlara ve inşaata dayalı ekonomik büyüme anlayışına sarılmayı getirdi. Son derece karbon yoğun, kirlilik yaratan, doğayı tahrip eden bir yol bu. Ancak doğayı ve iklimi koruma mecburiyetini göz ardı eden anlayış son yıllarda iyice belirgin hâle gelse de sadece bu iktidara özgü bir şey değil. Önceki iktidarlar en azından sonsuz kalkınma hakkı konusunda birebir bugünkü iktidarla aynı çizgidelerdi. Mevcut muhalefet partilerinin de çok farklı politikalar savunduğuna dair bir bulgu yok zaten. Yine de tabii altyapı yatırımlarının büyüklüğü boyut atladı. Otoyollar, havaalanları, yeni kentsel yerleşimler ve çılgın projelerin ihtiyaç olmaktan çok inşaat ekonomisinin kendisini hedeflemeye başlaması yeni sayılabilir. Bu durum doğa yıkımının da boyut atlamasına neden oldu. Tahribat çok yaygınlaştı, çok büyüdü. Bunlara karşı itiraz da büyüyünce bu sefer bütün bir klasik çevre koruma pratiği zararlı, iktidarın ana hedeflerinin önünü tıkayan bir şey olarak algılanır oldu. Çevre Bakanlığı’nın fiilen ortadan kaldırılmaya başlanması, en son Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü (DKMP) gibi Türkiye’nin en eski doğa koruma kurumunun bile kapatılmak istenmesi, Paris Anlaşması’nın onaylanmaması vb. çevreciliği zararlı bir akım olarak görmeye başlamakla bağlantılı olabilir. Eskiden en azından ehlileştirilmiş formuyla da olsa bir tür resmi çevrecilik önemsenirdi. DKMP kapatılırsa bu anlayış uç noktasına varmış olacak. Bu nedenle artık sorunun tahripkar yatırımlar kadar çevre alanındaki “denge ve denetleme mekanizmalarının” da tamamen ortadan kaldırılması ve uluslararası politikaların düzenleyici etkisinden de tamamen kurtulmak istenmesi hâline gelmeye başladığı söylenebilir. Bu yeni bir durum.

Peki ya siyasi muhalefetin tüm olanlara karşı duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Bir ülkede güçlü bir yeşil siyaset odağı, yeşil bir siyasi parti olmazsa, bir başka deyişle yeşil düşünce siyasi yelpazede temsil edilmez, yerel yönetimlerde ve parlamentoda kendine yer bulamazsa diğer siyasi partilerin çevre-ekoloji politikaları çok etkisiz ve çok geç kalır. Türkiye’deki durum bu. Güçlü bir Yeşiller Partisi’ne ihtiyaç var. Bunun için de iyi kötü işleyen bir demokratik sistem gerek. Ekoloji ve demokrasi mücadelesi aynı şey demiştik zaten.

İstanbul’da geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen sağanak yağışlar sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu altyapı değişikliklerini işaret ederek “Yeni iklim düzenine göre tedbirlerimizi alacağız” dedi. Buradan yola çıkarak sorayım: büyükşehir belediyelerinin nasıl çalışmalar yürütmesi gerekiyor?

Yerel yönetimlerin iklim politikalarındaki işlevi son derece önemli. Ben Ekrem İmamoğlu’nun bu konuda da diğer meselelerde olduğu gibi bir fark yaratacağına inanıyorum. Zaten İstanbul’un öncülük etmesi kritik öneme sahip. Hem nüfusu ve ekonomik büyüklüğü nedeniyle iklim değişikliğine en çok sebep olan illerden biri olduğu, hem de en çok etkilenecek yerler arasında yer aldığı için. Araştırmalara göre İstanbul ve İzmir dünyada iklim değişikliğinden en fazla zarar görecek ilk 20 metropol arasında yer alıyor. Bu nedenle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni örnek olarak kullanarak sorunuzu cevaplamaya çalışayım:

Öncelikle iklim krizini önümüzdeki 10 yılda karşı karşıya olduğumuz ve yapılmak istenenlere de pek çok engel oluşturulacak en önemli tehdit olarak tanımlamak gerekiyor. Türkiye’nin henüz taraf olmadığı Paris Anlaşması’nı İstanbul’un kent olarak imzaladığına dair bir meclis kararı almak ve iklim acil durumu ilan etmek yerel yönetim olarak mücadele niyetinin ciddi olduğunu belirtmenin ve taahhütte bulunmanın en güçlü yolu olur. Bunun ardından her konuda izlenecek bütün politikaların iklim kriziyle mücadele ve uyum politikalarıyla tutarlı olmasına dair bir çalışma yapılmalı. Birbirinden kopuk uygulamalardan oluşan bir iklim eylem planı izlenmemeli. Zaten önceki yönetim tarafından yayınlanan mevcut iklim eylem planı, oluşturma biçimi nedeniyle bile bir şakadan ibaret. Yeni bir iklim eylem planı için veriye dayalı uzun araştırmaların yapılması gerekiyor, ama sözünü ettiğim uyumlaştırma çalışması için yeni eylem planını beklemek de şart değil.

İmar, ulaşım, su, yeşil alan, atık yönetimi, dere yataklarının iyileştirilmesi gibi temel hizmet ve yatırım alanlarının planlaması yapılırken bunların iklim krizine dair alınması gereken genel önlemlere aykırı olmamasını sağlamak öncelikli iklim eylemi olmalı. Mesela yeni bir otobüs alımı yapılacaksa bunların elektrikli olması için bir planlama yapılabilir. Ya da mevcut otobüs filosunda bir iyileştirme yapılacaksa öncelikle karbon ve diğer kirletici emisyonları dikkate alınabilir. Yeşil alanlarla ilgili olarak rekreasyondan önce mevcut ormanların korunmasıyla beraber yoğun konut alanlarında kentsel ısı adasını ve sıcak dalgalarının etkisini azaltacak bir yeşil alan çalışması başlatılabilir. Su sorununun çözümü için öncelikle tasarruflu kullanımı ve şebeke suyunun içilebilir olmasını sağlayacak önlemler alınmalı. Bunların hiçbirinin pilot çalışmalar veya örnek oluşturma amaçlı ya da göstermelik işler olmaması gerekiyor. Çünkü artık bunun için zamanımız kalmadı. Önümüzdeki 11 yıl içinde küresel sera gazı emisyonlarının yarı yarıya düşürülmesi bir zorunluluk. Yerel yönetimler de hiç vakit kaybetmeden, işleri uzun vadeye (yazı çizi işine boğarak) yaymadan ve öncelikli hizmet ve sorumluluk alanlarından kopuk “iklim politikaları” aramakla uğraşmadan bütün yatırımları ve uygulamaları iklim kriziyle mücadeleye hizmet edecek hâle getirmesi gerekiyor.

İstanbul’da yapılan en büyük hata bir yandan iklim eylem planı hazırlayıp C40 gibi uluslararası girişimlere katılırken, bir yandan kuzey ormanlarını tahrip eden mega projeler, kıyıların doldurulması, karayolu tünelleri gibi iklim değişikliğini ve kentin kırılganlığını artıracak işlere girişilmesiydi. Bu tutarsızlığı fark etmek ve önlemek yapılacak ilk iş olmalı. Bununla birlikte de uzun vadede veriye dayalı araştırmalar yapılarak ve halkın katılımına açık yöntemler kullanılarak hazırlanan yeni bir iklim eylem planı oluşturulmalı. Çevre politikalarıyla iklim politikalarının aynı şey olmadığı, ama tabii bunların da birbiriyle uyumlu olması gerektiği fark edilmeli. İklim değişikliğine sağlık uyumu için de yerel bir “sıcak-sağlık eylem planı” oluşturmak için araştırma ve uygulama projesi başlatılması iyi olabilir. Çünkü İstanbul için en yakın tehdit giderek artacak ve şiddetlenecek sıcak dalgaları.

‘Devlet ise doğayı düşman veya en azından alt edilmesi gereken bir rakip olarak gören anlayışın cisimleşmiş hâli. Devlet, doğayı sömürerek ve tahrip ederek kârlarına kâr katan şirketlerin koruyucusu ve iş takipçisi.’

Devlet ve tabiat dediğimizde bugünümüzü nasıl özetlersiniz? 

İnsanın doğayla iyice bozulan ve çarpık hâle gelen ilişkisini onarmak için yeni bir anlayışa ihtiyacımız var. Bugünkü ilişki biçimimizi sürdürmememiz, doğayı egemenlik alınması gereken, alt edilmesi, yenilmesi gereken bir düşman olarak görmememiz gerekiyor. Belki doğaya çok fazla müdahale ettik ve bir parçası olmaktan uzaklaştık, ama en azından anlayış düzeyinde bir uzlaşmaya gitmemiz ve geri adım atmaya razı olmamız mümkün. Bu da bütün bir politik düşünüş ve yaşam biçimimizi değiştirmeyi gerektirecektir.

Devlet ise doğayı düşman veya en azından alt edilmesi gereken bir rakip olarak gören anlayışın cisimleşmiş hâli. Devlet, doğayı sömürerek ve tahrip ederek kârlarına kâr katan şirketlerin koruyucusu ve iş takipçisi. Doğayla ilişkimizi değiştirme çabası, politik mücadele yoluyla devleti dönüştürme çabasıyla bir arada olmazsa ancak kişisel bir deneyimden ibaret kalır. O nedenle bir kez daha yeşil politikadan, güçlü bir Yeşiller Partisi yaratmaktan başka bir yol olmadığını vurgulamak isterim. Yani yine demokrasi mücadelesine geliyoruz. Kriz derin ve bu işin kolay bir yolu yok.

 

Blue Panda Türkiye’de

Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) Blue Panda yelkenlisi Türkiye’ye ulaştı. Tekne, Akdeniz’deki plastik kirliliği konusunda uyarmayı hedefliyor.

WWF‘in (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Blue Panda yelkenlisi, “daha iyi korunan bir Akdeniz” fikrinden hareketle çıktığı yolda Türkiye’ye ulaştı.

Aşırı tüketim ve plastik kirliliği, çağlar boyunca medeniyetlerin beşiği ve zengin çeşitlilikte deniz canlılarının yuvası olan Akdeniz’in doğal zenginliğini tehlikeye atıyor. WWF’in Blue Panda yelkenlisi bu duruma dikkat çekmek için haziran ayında Fransa’dan başladığı yolculuğuna kasım ayına kadar devam edecek. Şimdiye kadar İtalya, Yunanistan ve Fransa‘yı ziyaret eden yelkenli, Türkiye etkinliklerinin ardından Tunus ve Fas’ı ziyaret edecek.

Türkiye programı

Blue Panda’nın Türkiye etkinlikleri 14 Eylül’de İstanbul‘da başlıyor. Akdeniz seyahatinin en uzun bölümünü Türkiye’ye ayıran yelkenlinin programında sanattan spora ve farklı bilinçlendirme çalışmalarına pek çok etkinlik yer alıyor.

Gemi, 14-28 Eylül tarihlerinde İstanbul’da; 4 Ekim’de İzmir‘de ve 10 Ekim’de Antalya Kaş‘ta olacak. Türkiye sularında yelken açtığı süre boyunca Blue Panda’da denizlerdeki plastik kirliliği, deniz koruma alanları, Boğaz’da yunus gözlemi ve balıkçılık gibi pek çok farklı konuda etkinlikler yapılacak.

Blue Panda’nın detaylı Türkiye programı için tıklayın 

 

Blue Panda bir yandan tehdit altında olan deniz yaşamı ile ilgili bilimsel araştırmalar yaparken, diğer yandan ziyaret ettiği kıyı kentlerinde ve özellikle de turistik merkezlerde Akdeniz’i tehdit eden plastik ve petrol kirliliği ile ilgili bilinçlendirme çalışmaları sürdürüyor ve kitleleri harekete geçirmeye çalışıyor.

Denizlerimize her yıl 8 milyon ton plastik karışıyor

Yelkenlinin Türkiye etkinliklerinin ortak noktası Akdeniz’deki plastik kirliliği olacak. WWF’in geçtiğimiz yıl yayımlanan ‘Plastik Kapanından Çıkış: Akdeniz’i Plastik Kirliliğinden Kurtarmak’ başlıklı raporuna göre, Akdeniz’deki atıkların %95’ini plastik maddeler oluşturuyor. Türkiye bir yandan Akdeniz’deki plastik kirliliğinin sorumlularından biri, öte yandan Akdeniz’deki plastik kirliliğinin en çok etkilediği sahiller ülkemizde bulunuyor.

WWF-Türkiye Genel Müdürü Aslı Pasinli Blue Panda’nın Türkiye etkinlikleri ile ilgili olarak şunları söyledi: “Türkiye plastik kirliliğiyle mücadele yönünde son dönemde önemli adımlar attı. Sıfır Atık politikası ve plastik poşetlerin ücretlendirilmesi kararı, ülkemizin bu konuda doğru yolda olduğunu gösterdi. Blue Panda yelkenlisinin ziyareti kapsamında kamuoyunun dikkatini bu konuya çekmek için çeşitli etkinlikler düzenleyeceğiz”

Pasinli, mart ayında yayımladıkları Plastik Kirliliğini Hesap Verebilirlik Yoluyla Çözmek raporunda da ifade edildiği üzere, sorunun çözümü için devletten yerel yönetime, üreticilerden, STK’lara, akademi camiasına kadar tüm paydaşların sorumluluk üstlenerek adım atmaları gerektiğine vurgu yaptı.

WWF, tüm dünya liderlerine çok geç olmadan harekete geçmeleri için çağrıda bulunarak 2030 yılına kadar denizlerimizdeki plastik kirliliğini durduracak, küresel ölçekte, bağlayıcı yeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi‘nin hayata geçmesi için imza topluyor. Tüm dünyada yaklaşık 1.5 milyona yakın imza toplanan kampanyaya Türkiye’den de https://www.wwf.org.tr/calismalarimiz/oceans/plastiksiz_denizler/ adresinden imza verilebilir.

Su kıtlığı yeni felaket risklerini artırıyor

Almanya’da yayınlanan 2019 Dünya Risk Raporu’na göre iklim değişikliği suya erişimi doğrudan etkiliyor. Su kıtlığı yaşanan ülkelerin de olası doğal felaketlere karşı daha dayanıksız olduğuna dikkat çekiliyor.

Küresel ısınma, kendini aşırı sıcaklar, artan sel felaketleri ve kuraklıkların yanı sıra temiz suya ulaşım ve bu suyun dağıtımında yaşanan sıkıntılarda da belli ediyor. 2019 Dünya Risk Raporu, temiz suya erişim ve bu suyun dağıtımında sıkıntı yaşayan ülkelerin, olası doğal felaketlere karşı da daha zayıf ve kırılgan bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyuyor.

DW Türkçe’nin haberine göre, çeşitli yardım örgütlerini bünyesinde barındıran “Kalkınma Yardım Eder” adlı birlik ile Bochum Ruhr Üniversitesi’ne bağlı Barışı Güvence Altına Alma ve İnsani Uluslararası Hukuk Enstitüsü tarafından hazırlanan rapor, 180 ülkedeki felaket risklerini doğal felaketler ve toplumların bu felaketlere dayanma gücü üzerinden analiz ediyor.

Sorun sadece suyun az olması değil

Raporda temiz suya erişim ve suyun yol açtığı tehlikelerden korunmaya, “Su güvenliği” başlığı ayrıldı. İklim değişikliğinin su bazlı sorunları sadece suyun az olduğu bölgelerde değil, dünyanın her yerinde artırdığı raporun dikkat çekici tespitlerinden biri.

Batı Afrika‘da, Somali, Etiyopya, Cibuti ve Eritre‘yi kapsayan ve “Afrika Boynuzu” adı verilen bölgedeki kuraklık, Afrika’nın güneyinde ve Asya’da etkili olan, sel felaketlerine de yol açabilen siklonlar, raporda belirtildiği üzere on yıllardır uygulanan suya erişim ve dağıtım uygulamalarını yetersiz kılmaya başlamış durumda. Rapor, bu bölgelerde yaşanacak olası doğa felaketleri ya da silahli çatışma süreçlerinin, suya ulaşma olanağını daha da zorlaştıracağına dikkat çekiyor.

Felaket riski en yüksek yerler

Hazırlanan rapora göre, dünyada felaket riskinin en yüksek olduğu yerler, Büyük Okyanus’taki adalar ile Yeni Zelanda, Avustralya ve Papua Yeni Gine’yi kapsayan Okyanusya bölgesi, Güneydoğu Asya, Orta Amerika ve Batı ile Orta Afrika.

Doğal felaket riski en yüksek üç ülke arasındaki Vanuatu.

Doğal felaket riski en yüksek üç ülke ise ada devletler olan Vanuatu, Antigua ve Barbuda ile Tonga. En büyük risk altındaki ülkeler sıralamasında ilk 15 sıradaki ülkelerden onu ada devletlerden oluşuyor. Bu ülkelerde, deniz seviyesinin yükselmesi durumunda yaşanacak su taşkınlarının yanı sıra, kasırgalar ve bazı yerlerde depremler de potansiyel risk olarak gündemde.

Hollanda risk altında ancak dayanıklılığı yüksek

Dünyada felaket riski en düşük olan ülke ise söz konusu rapora göre Katar. Almanya ise 180 ülkelik listenin 163’ncü sırasında yer alıyor. Olası bir felakette, toplumların dayanıklılığını ele alan araştırmaya göre ise en kırılgan toplumlar kategorisinde birinci sırayı Orta Afrika Cumhuriyeti alırken, onu yine Afrika ülkeleri olan Çad, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Eritre takip ediyor.

Bu arada olası bir doğal felaketin doğrudan büyük bir risk anlamına gelmediği ülkeler de listede göze çarpıyor. Örneğin, deniz seviyesinin yükselmesi halinde, büyük bir su taşkını riski altında kalacak olan Hollanda‘da, toplumsal dayanıklılığın üst düzeyde olması nedeniyle bu ülke risk altındaki ülkeler sıralamasının 77’nci sırasında yer alıyor.

‘Paris hedeflerini ciddiye alın’ 

Raporda, uluslararası toplumun Paris Anlaşması‘nda kararlaştırılan hedefleri ciddiye almaması durumunda, felaketlere karşı koruyucu görevler üstlenen makamlarla, örneğin erozyona karşı ağaçlandırma faaliyetleri yürüten ve buna benzer yerel girişimlerin kısıtlı seviyede başarılı olabilecekleri vurgulandı. Raportörlere göre birbirini tetikleyen felaket riski ile toplumsal dayanıksızlık sarmalının kırılması için yerel, ulusal ve uluslararası önlemlerin koordineli bir şekilde ele alınması gerekiyor.

12 Eylül ve ‘yurttaşlığın’ süregiden imhası – Murat Sevinç

İdeal olan dışındaki herkes, bedbaht, bölücü, terörist, anarşist… Peki halk? Ah harika! Halk, işçiler, öğrenciler, dağlar kızı “Heidi” suretinde. Masum, iyi niyetli, altın kalpli, vatansever. Gel gör ki iyi niyetli halkın bir kısmı hainler tarafından kandırılarak kötü yola düşürüldü. İyi kalpli işçiler greve zorlandı. Altın kalpli öğrenciler kamplara ayrıldı. Sonuç?

Bugün 12 Eylül. Darbenin 39’uncu yılı. Darbeci generallerin hiçbiri hayatta değil artık. Son ikisine hasta yataklarında “hesap sorulur gibi” yapıldı. Dostlar alışverişte görsün niyetiyle hazırlanmış vahim bir iddianame ile yargılandılar.

Bugünden bakıldığında, darbecilerin pek çok konuda son derece başarılı olduklarını, darbenin hedefine ulaştığını görmek mümkün. Kurdukları hukuk sistemi büyük ölçüde yürürlükte, tercih ettikleri hükümet sisteminin ise daha beteriyle yönetiliyoruz. Dönemin, siyasi alanı belirleyen “temel” yasaları pek az değiştirildi. Türkiye siyasetine yön veren yüzde 10’luk seçim barajı garabetine dokunulmadı. Darbenin alameti farikası olan seçim barajına canhıraş biçimde sahip çıkmak, bir mahcubiyet nedeni olmaktan da çıktı üstelik. Zira herhangi bir nedenden “yüz kızarması” pek revaçta değil artık toprağımızda.

Büyük sermaye/TÜSİAD destekli 12 Eylül rejiminin bu ülkeye kötülüklerini saymakla bitirmek mümkün mü? İnsani, kurumsal, hukuksal… Toplumda neden olduğu tahribat? Sol-emekçi hareketlerin üzerinden silindir gibi geçerek kapıları azgın kapitalizme ve sonu siyasal İslam’a varan siyasete açması? Tüm bu marifetlerin de, Atatürk’ü ağızlarından bir an olsun düşürmeyenlerce gerçekleştirilmesi! Bugünün siyasal İslamcı güruhu, darbeci generallere, İhsan Doğramacı’ya, burnundan kıl aldırmazmış gibi yapan namlı sermayedara çok şey borçlu.

Bu yazıda derdim, zaten herkesin bildiği 12 Eylül’ün muhasebesini yapmak değil. Tek bir metni (konuşmayı) bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Darbecilerin sonrasında yapacaklarının peşrevi olduğu için değil yalnızca, aynı zamanda bugün karşı karşıya olup sıklıkla şikâyet ettiğimiz yurttaş profilinin kökeni hakkında da fikir verdiği için.

1961 Anayasası da bir darbe ardından hazırlanmıştı ancak gerek iki darbenin nitelikleri ve sınıfsal kökeni, gerekse sonunda ortaya çıkan anayasalar arasında köklü farklılıklar vardı. Sevapları günahlarıyla karşılaştırılmayacak kadar çok olan 1961 Anayasası hakkında Bülent Tanör’ün, “siyasallaştırıcı, hukuksallaştırıcı ve sosyalleştirici” etkileri olduğu yönündeki yorumunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Özellikle temel hak ve özgürlükler ile özerk kurumlara dair düzenlemeler yurttaşta bir “hak bilinci” yaratmaya yönelikti. Örneğin anayasacılığımız sosyal haklar demetiyle ilk kez (1924 Anayasası’ndaki bir düzenleme sayılmazsa) tanışmıştı. Öyle ki, sosyalist TİP’in Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar dahi, partisinin siyasetinin/ideolojisinin anayasal sınırlar içinde ve meşru olduğunu anlatabilmek için sıklıkla Anayasa’nın hak ve özgürlükler rejimine vurgu yapmak gereğini hissetmişti.

Türkiye sağı, 1960’ların sonundan itibaren anayasa aleyhine propagandaya başlamış, tüm siyasal açmazların sorumluluğunu, ayak bağı olarak gördükleri anayasal kurumlara yıkmıştı. Bu nedenle, 12 Mart’ta Süleyman Demirel “şapkasını alıp” gitmişti gitmiş olmasına, fakat muhtıracıların önayak oldukları anayasa değişikliklerinin neredeyse tamamı, AP’lilerin (Adalet Partisi) taleplerine uygundu. 12 Mart, 12 Eylül’ün sade sayılabilecek bir provasıydı.

12 Eylül’ün mimarı cuntanın 1961 Anayasası’na duyduğu nefret boşuna değildi anlayacağınız! Öyle bir nefret ki, örneğin TBMM’nin yetkilerini kullanan MGK’nin (beş kişiden oluşan konsey) elinde, anayasayı “yasa” çıkararak değiştirme imkanı varken, aldıkları bazı “kararları” dahi değişiklik kabul etmişlerdi. Anayasayı/hukuku ‘aşağılamak’ için.

İşte hatırlatmak istediğim konuşma/karar, darbecilerin “gönlündeki” anayasanın içeriği hakkında fikir verirken, aynı zamanda sermayenin ve faşizan zihniyetin rahatsızlık duyduğu konuların dökümünü görmek açısından da son derece yararlı. Kenan Evren’in, 12 Eylül 1980 cuma günü “Genelkurmay ve MGK Başkanı” sıfatıyla “Türk milletine” yönelik konuşması.

Konuşma, Resmi Gazete‘nin (RG) aynı günlü nüshasında yayımlanmıştır. (Mükerrer- 17103) Evren’in konuşmasını okumayı ola ki bugüne dek ihmal eden “daha genç” arkadaşlarımız varsa, RG arşivine girerek şöyle bir göz atmalarını öneririm. Konuşma baştan sona nasıl bir insan tipi yaratılmak istenildiğine dair çokça ipucu barındırıyor. Bana kalırsa metnin geneline hâkim olan düşünce, yurttaşa kesinlikle yurttaş muamelesi yapılmasının reddedilmesi! Halimiz düşünüldüğünde darbecilerin başarısız olduğunu söylemek mümkün mü?

RG’deki metin beş sayfa. Kolay değil tabii, anayasal sistemin bütünüyle ortadan kaldırılmasına bir gerekçe bulmak. Evren, “kardeş kavgasını” anlatır öncelikle. Nasıl da “tutan” bir ifade değil mi? Oysa olan kardeş kavgası değil, komando kamplarında eğitilen ve arkasına devlet desteği alanların, “sola” saldırıp yok etmeleri talimatıyla hareket etmesiydi. Aynı devlet, adeti olduğu üzere o dönem kullandığı saldırganlardan bir kısmını daha sonra yüzüstü bıraktı. Her neyse, asıl konu bu değil…

Kenan Evren, terör ortamının nasıl doğduğunu, ülkenin sürüklendiği felaketi, siyasetçilerin yani sivillerin basiretsizliğine yaptığı vurgu eşliğinde anlatır. Siyasetçiler: “Türk Devletinin niteliklerine ters düşen gizli ve açık emeller arasında kaybolup gitmiştir.”

Darbecilere göre, anayasa, hukuk devleti vs. denilerek devletin bekası görmezden gelinmiştir. Yani Evren, hukuka “teferruat” muamelesi yapar! Tanıdık geldi mi bir yerlerden? Bakın ne diyor, hukuk ve yurttaş hakkında:

“Ağızlarından düşürmedikleri hukuk devleti kavramı bir kısım anayasal kuruluşlarca devletin parçalanması pahasına da olsa yalnız kişilerin müdafaası olarak yorumlanmış, devletin ve milletin savunulması ise sahipsiz kalmıştır.”

Çok açık niyet beyanıdır bu. Devlet, kişilere karşı korunmalıdır! Aslolan onun bekasıdır. Klasik burjuva demokrasisinin “yurttaş hakları” ilkesinin ters yüz edilmesi. Yurttaş, kendi emeği ve vergisiyle var olabilecek bir örgütlenmenin varlığına, kendi çıkarlarından daha fazla önem vermeli. Her şey devlet için. Günümüzde AKP’ye en muhalif yurttaş kesimlerinin dahi, özenle hükümet-devlet ayrımı yapıp “biz devlete değil AKP’ye muhalifiz” tepkisinde ısrarı boşuna mı?!

“Türkiye’de yurttaş olduğunun farkında olan yurttaş yoktur” derken anlatılmak istenen bu işte. Devletine adanmış, bu adanmışlık üzerine yaşamı boyunca bir kez olsun kafa yormamış, kafa yorma ihtimali milli eğitim tornası tarafından kusursuz biçimde engellenmiş bir insan kalabalığı. Haliyle anayasa, bizi devlete karşı koruyan değil, devlete sadakati örgütleyen bir metin! (“Düşünce suçları” olarak adlandırılan saçmalık, başka yazıda ele alınacak.)

Yurttaşı güvence altına alabilecek temel ilkelerden biri olan “güçler ayrılığının” ve “özerk kurumların” hakkını şu şekilde veriyor darbeciler:

“Anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesinin birlikte getirdiği sorumluluk, uygulamada kuvvetler çatışmasına dönüştürülmüştür… bir kısım gerçeğe uymayan özerklik, dar görüşlü, sahibinden başkasının inanmadığı bilimsellik ve koşulları dikkate almayan salt hukuk savunucuları, yıkılacak devletin enkazı altında kalacaklarının, yok olup gideceklerinin idrakinde olmadıkları görünümü vermişlerdir…”

Diyor ki darbeciler; hukuk, bilimsellik gibi hevesler, eğer söz konusu vatansa teferruattır! 39 yıl önce.

Bütün metni anlatmayacağım kuşkusuz. Başından sonuna ideal devlet, hukuk ve yurttaş resmediliyor darbeciler tarafından. Her darbecinin, her faşistin zihninde bir ideal ve ona uymayanlar, uyması gerekenler vardır malum ve 12 Eylülcüler bunun kusursuz bir örneği.

İdeal olan dışındaki herkes bölücü, terörist, anarşist… Peki halk? Ah harika! Halk, işçiler, öğrenciler, dağlar kızı “Heidi” suretinde. Masum, iyi niyetli, altın kalpli, vatansever. Gel gör ki iyi niyetli halkın bir kısmı hainler tarafından kandırılarak kötü yola düşürüldü. İyi kalpli işçiler greve zorlandı. Altın kalpli öğrenciler kamplara ayrıldı. Sonuç?

“…devletin saygınlığı yavaş yavaş erimeye mahkûm olmuş ve dolayısıyla ve ülkemizde tam bir otorite boşluğu teşekkül etmiştir.”

O zaman otorite yeniden tesis edilmeli ve devlet saygınlığı yurttaş aleyhine sağlanmalıdır. Bunun için ezilmesi gerekenler olacaktı kuşkusuz. “Sapık ideolojik amaç sahipleri,” “Enternasyonali söyleyenler,” “Türk milleti gerçeğini unutanlar,” “çalışkan ve vatanperver Türk işçisini tahrik edenler” vesaire… Siyasal alanda, sol düşünceye dair ne var ne yok, darbecilerin hedefindeydi.

Üzerine sayfalarca yazılabilecek bir metindir söz konusu olan. Rejimin nitelik ve niyetini açıkça ilan eder. Kötürüm yurttaş yaratmak, “sağcılaştırmak,” başlıca hedeftir. Büyük ölçüde başarılmıştır. Günümüz ortalama yurttaşı, 12 Eylülcülerin hayalindeki insan ve yurttaş tipidir.

Yazı, eğer kazara okuyan varsa CHP yönetiminden birilerini mutlu edecek bir sözcük tercihiyle bitsin:

12 Eylül 1980 “aksiliği,” bugün tüm canlılığıyla sürüyor. Yurttaş tipinin, ideal olanın, insanın, kurumların, partilerin, iktidar ve muhalefetin sınırlarını 12 Eylül çiziyor, hâlâ. Kuşkusuz yeni olana, doğmakta olana mağlup olacak, buna hiç kuşku yok. Buna mukabil henüz hayatta ve nüfusun kahir ekseriyeti aslında henüz birer 12 Eylülcü…

(Gazete Duvar’dan alınmıştır.)

‘Kambur balinaların üreme alanları petrol tehdidi altında’

Greenpeace’in Fransız Guyanası’nda, Amazon resifi yakınlarında  yaptığı gemi seferinde, kambur balinaların üreme ve beslenme alanları görüntülendi. Resif Britanya enerji devi BP’nin petrol sondajı için lisans almak istediği alanda. Geziye katılan bilim insanları  bölgeyi koruma altına alabilecek Küresel Okyanus Anlaşması’nın hayati önemine dikkat çekiyor. 

Greenpeace Fransa, bilim insanlarıyla birlikte yaptığı gemi seferinde Fransız Guyanası’nda ilk kez kambur balinaların üreme ve beslenme alanlarını görüntüledi. Amazon Resifi’nin yakınında yer alan bu bölge BP’nin petrol sondajı tehdidi altında. 

Britanya enerji devi BP, Brezilya’nın kuzey kıyısında Amazon Resifi olarak bilinen bölgenin yakınında sondaj yapmak için lisans almaya çalışıyor. Bu bölgede meydana gelebilecek herhangi bir petrol sızıntısı yakındaki suları ve Fransız Guyanası’nı da kapsayan habitatı harap edebilir. Geçen sene Fransız şirketi Total’in Amazon Resifi yakınında almak istediği lisans reddedilmişti ancak BP bu yıl içinde sondaja başlayabilir.

Greenpeace ile araştırmayı ortak yürüten Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nden (CNRS) deniz biyoloğu Olivier Van Canneyt şunları söyledi: “Yaptığımız sefer bu bölgenin bazı türler için göç yolundan fazlası olduğunu kanıtladı. İlk kez tropikal balinaların burada beslendiğini gördük. Aynı zamanda kambur balinaları bebekleriyle görüntüledik. Bu durum bölgenin balinalar için aynı zamanda üreme ve beslenme alanı olduğunu kanıtlıyor. Fransız Guyanası suları bazı memelilerinin hayatta kalması için yaşamsal öneme sahip.” 

Bölge balinalar, deniz kaplumbağaları ve bazı diğer deniz hayvanları için aynı zamanda bir göç yolu. Bilim insanları, iki haftalık gemi gezisinde çok farklı deniz canlı türlerini de gözlemledi. Bunlar arasında megafauna, yelken balığı, Atlantik benekli yunusyalancı orka, cüce katil balina, tropikal yelkovan gibi deniz kuşları yer alıyor. 

Greenpeace’in “Okyanusları Koru” kampanya sorumlusu Edina Ifticène de şöyle konuştu:  “Böyle kritik bir alanda meydana gelebilecek herhangi bir petrol sızıntısı tüm çevre için geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabilir. Bulgular, bölgeyi koruma altına alabilecek Küresel Okyanus Anlaşması’nın ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu ortaya koyuyor.”

Okyanuslar iklim değişikliği, aşırı avlanma, derin deniz madenciliği, petrol çalışmaları ve plastik kirliliği nedeniyle tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir tehlike altında. Bilim insanları sucul yaşamı korumak ve iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için 2030 yılına kadar okyanuslarımızın en az üçte birinin okyanus koruma alanları kapsamına alınması gerektiğini söylüyor. Birleşmiş Milletler’de kabul edilecek güçlü bir Küresel Okyanus Anlaşması, okyanusların korunmasını sağlayabilir. Küresel Okyanus Anlaşması’nın üçüncü müzakereleri Birleşmiş Milletler’de 19-30 Ağustos aralığında gerçekleşti. Son toplantının 2020 yılında nisan ayında yapılması planlanıyor. 

Hasankeyf, The Guardian’da: İnsanlığın mücevheri yok olacak

Gazete, yayımladığı inceleme yazısında Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nden Rıdvan Ayhan’ın ‘Hükümetin ölülere bile saygıları yok. Barbarlar’ sözlerine yer verdi.

Dünyanın saygın gazetelerinden The Guardian, tarihi 12 bin yıl öncesine kadar giden Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı projesiyle ilgili bir inceleme yazısı yayımladı.

Yazıda, “Antik Hasankeyf kenti, bölge sakinlerinin protestolarına rağmen, tartışmalı bir baraj projesi nedeniyle yakında sular altında kalacak. Tarihi 12 bin yıl kadar geriye giden Hasankeyf, binlerce mağarası, kiliseleri ve mezarlarıyla dünya üzerindeki en eski yerleşim yerlerinden biri olarak biliniyor” ifadeleri kullanıldı. Yazıda “Ancak insanlık tarihinin bu mücevheri, tartışmalı Ilısu Barajı projesi yüzünden yakında yok olacak” yorumu yapıldı.

‘Hepimizin ortak geçmişi’

Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi‘nden Rıdvan Ayhan‘la birlikte tarihi ilçeyi gezen The Guardian muhabiri Tessa Fox, yazıda “Hasankeyf’in yok olmasına sadece haftalar kaldı. Türkiye hükümeti, bölge sakinlerine tahliye için 8 Ekim’e kadar süre verdi” hatırlatmasını yaptı. Muhabir, Hasankeyf’teki mağaralardan birinde doğduğunu söyleyen Ayhan’ın “Bu sadece bizim, Hasankeyf’in geçmişi değil, sizin de geçmişiniz. Çünkü burası insanlığın geçmişi” sözlerine yer verdi.

‘Barbarlar’

Rıdvan Ayhan, İngiliz muhabire “Bölgenin açık hava müzesi yapılmasını talep ettik ama hükümet bunu kabul etmedi. Burayı kazarsanız her katmanda ayrı bir medeniyetin kültürünü bulursunuz” dedi. Rıdvan Ayhan, “Hükümetin ölülere bile saygısı yok. Barbarlar” diye konuştu. Bazı tarihi eserlerin başka bir bölgeye taşınarak burada sergilenmesini de eleştiren Aylan, “Bu tarihi eserleri taşındığı yerde görmek anlamsız” dedi.

‘Mutlaka korunmalı’

Yazıda Florida Merkez Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Hakan Özoğlu’nun görüşlerine de yer verildi. Özoğlu, “İlçede Asurca, Ermenice, Kürtçe ve Arapça gibi birçok farklı dilde yazıtlar bulunuyor. İnsanlık tarihinin geçmişine ilişkin böylesine nadide bir kanıt ne pahasına olursa olsun korunmalı” diye konuştu. Özoğlu, “Dünya üzerinde UNESCO’nun koruması altında olmayı hak eden çok fazla başka yer göremiyorum” yorumu yaptı.

Girne’de cephanelik patladı; insanlar yaralandı, kuşlar yandı

Girne’nin doğusunda Çatalköy mevkiinde gece yarısından sonra askeri mühimmat deposu alev aldı. Patlayan top ve tank mermileri, deponun yakınındaki tatil köyünde ve çevredeki evlerde hasara ve kırılan camlardan yaralanmalara neden oldu. Çevre halkı çok sayıda kuşun yanarak can verdiğini bildirdi.

KKTC’nin turizm başkenti Girne’de dün gece yarısı, askeri mühimmat deposunda bir patlama meydana geldi. Mühimmat Bölük Komutanlığı’nda sabaha kadar devam eden yangın ve patlamalar nedeniyle bölge trafiğe kapatıldı. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, can kaybının yaşanmadığını ve gerekli tüm önlemlerin alındığını söyledi.

Yerel basının haberlerine göre, Girne’nin 10 kilometre doğusundaki Çatalköy mevkiinde, sahil yakınındaki askeri bölgede meydana gelen patlamanın nedeni henüz bilinmiyor. Peş peşe patlayan top ve tank mermileri bölgede evler ve 5 yıldızlı tatil köyünde hasara yol açtı. Otel müşterileri bodrum katı ve sahile taşınırken, deponun bulunduğu askeri birliğin yakınındaki Arapköy ve Çatalköy’de de evler boşaltıldı.

Evlere şarapnel yağdı

Bazı evlerin bahçe ve çatılarına şarapnel parçaları düştü. Önce askerler ardından itfaiyenin müdahale ettiği patlama ve yangınların sabahın erken saatlerinde sıklığını ve şiddetini azalttığı bildirildi.

Akıncı: Tüm önlemler alındı

Patlamanın ardından olay yerine giden Cumhurbaşkanı Akıncı, can kaybı yaşanmamasının önemli olduğunu belirterek, yetkilerinin gerekli önlemleri aldığını söyledi. Patlamalardan en fazla hasar alan tatil köyünün bodrum katında toplanan turistleri sakinleştiren Akıncı, uçuşları bulunan yolcuların da polis kontrolü eşliğinde havaalanına taşınacağını söyledi. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay da kırılan cam parçalarından dolayı yaralananların olduğu bilgisini verdi.

Yaralananlara bölgede bulunan ilk yardım ekiplerinin ambulanslarla müdahalede bulunduğunu bildiren Özersay, Arapköy’de yaşayan vatandaşların tedbir amacıyla tahliye edildiğini vurguladı. Söz konusu bölgeyi tehdit bir yangının söz konusu olmadığını belirten Özersay, “Şu an itibariyle etrafa yayılan bir yangın yoktur” diye konuştu.

Çevrede yaşayan halk, patlamalar sırasında büyük korku ve panik yaşadıklarını anlattı. Çatalköy’de hasara neden olan patlamalarda, en büyük zararı mühimmat deposunun yakınındaki Doğa Evleri Sitesi gördü. Sitedeki bazı evlerin duvarları ciddi hasar görürken, kuşların da yanarak can verdiği belirlendi. Site sakinleri, sabah kalktıklarında civardan çok sayıda yanmış kuş cesedi topladıklarını belirtti.

Grönland’da buzul koptu: Bir balıkçı hayatı kaybetti, iki kişi kayıp

Danimarka’ya bağlı Grönland’ın Uummannaq bölgesi yakınlarında buzul kütlesinin kopması sonucu bir balıkçı yaşamını yitirdi. Kayıp iki kişi aranıyor.

Danimarka Krallığı’na bağlı  Grönland’ın batısındaki Uummannaq bölgesi yakınlarında buzul kopması sonucu bir balıkçı hayatını kaybetti, ikisi kayboldu. Grönland polisinden yapılan açıklamada, Uummannaq bölgesi yakınlarındaki Ukkusissat/Perliffik fiyordu civarında bir buzul kütlesinin koptuğu ve üç balıkçı için kayıp ihbarı yapıldığı belirtildi.

Açıklamada, kayıp balıkçılardan birinin ölü bulunduğu, diğer ikisini arama çalışmalarının sürdüğü kaydedildi. Kopan buzulların denizde büyük dalgalar oluşturduğuna vurgu yapan polis, bölge halkından kopma riski bulunan buzullardan uzak durmalarını istedi.

Tahmin edilenden daha hızlı eriyor

Yüz ölçümü bakımından dünyanın en büyük adası ve Kuzey Kutbu’nun yüzeyi en fazla buz kütlesiyle kaplı bölgesi olan Grönland’ın buzul örtüsü küresel ısınma nedeniyle tahmin edilenden daha hızlı eriyor. CNN’de yer alan habere göre, Grönland’da temmuz ayında artan hava sıcaklıkları nedeniyle 197 milyar ton buz eridi.