Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 75’inci oturumunda yaptığı konuşmada sıklıkla eleştirildiği Amazon yangınlarını ve ülkedeki koronavirüs salgınını ele alış biçimine ilişkin açıklamalarda bulundu.
Genel Kurul toplantısına önceden kaydedilmiş bir video ile katılan Bolsonaro, Amazonlar’daki yangınlardan otlakları temizlemek için yakılan ateşleri sorumlu tuttu.
Bolsonaro “Yangınlar hemen hemen ormanın doğu tarafında, köylülerin ve Amazon yerlilerinin zaten ormansızlaşmış alanlarda tarlalarını yaktıkları yerlerde meydana geliyor” dedi.
Guajaja: Bolsonaro yalan söylüyor
Bu konuşma üzerine açıklama yapan Brezilya’da yerli halkların çatı organizasyonunun başkanı Sonia Guajajara ise Bolsonaro’nun tüm dünyaya yalan söylediğini belirtti. Guajaja “Çevreyi ve geleceğimizi yok eden bu siyasi felaketi kınamalıyız” ifadelerini kullandı.
Amazon yağmur ormanı 10 yıl içerisindeki en kötü yangınlarını yaşıyor. Dünyanın en büyük sulak alanlarından Pantanal’da 1.5 milyon hektarın üzerinde alan yandı. Çevre savunucuları, Bolsonaro’yu yasadışı çiftçileri ve arazi spekülatörlerini arazileri ormansızlaştırmaya teşvik etmekle suçluyor.
‘En iyi çevre mevzuatına sahibiz’
Sağcı lider ise yaptığı konuşmada Brezilya tarımının dünyada bir milyar insanı beslediğini ve ülkenin en iyi çevre mevzuatına sahip olduğunu iddia etti. Bolsonaro “Buna rağmen Amazon ve Pantanal hakkındaki en acımasız yanlış bilgilendirme kampanyalarından birinin kurbanlarıyız” dedi. Hangi bilgilerin yanlış olduğunu ise açıklamadı.
Devlet başkanı konuşmasının devamında Amazon yangınları ve yasadışı ağaç kesimiyle mücadele etmenin zor olduğunu ancak bunu gene de ordunun yardımıyla yapmaya çalıştığını söyledi.
‘Eleştirilerin sebebi Avrupa korumacılığı’
Hükümete yönelik eleştirilerin sebebinin Avrupa korumacılığının bir örtüsü olduğunu iddia eden Bolsonaro, Brezilya ürünlerini boykot etme çağrılarını bu bağlamda değerlendirdiğini söyledi.
Devlet Başkanı ek olarak hükümetinin Avrupa Birliği ile Güney Amerika ticaret bloğu Mercosur arasında bir serbest ticaret anlaşması imzalamaya kararlı olduğunu söyledi.
‘Medya salgını politikleştiriyor’
Koronavirüs salgınının ciddiyetini defalarca küçümseyen Bolsonaro, bu alanda kendisine yöneltilen eleştirilere de yanıt verdi. Aşırı sağcı lider salgın sebebiyle 137 bin 200 kişinin hayatını kaybetmesini ise üzücü olarak değerlendirdi.
Öte yandan medya kuruluşlarını “konuyu politikleştirmek” ve Brezilyalılara evde kalmalarını söyleyerek “toplumu paniğe sürüklemek” ile suçlayan Bolsonaro, bu durumun sosyal paniğe yol açtığını savundu. Devlet Başkanı bu süreçte ekonomiyi ve insanların işlerini korumak için cesur adımlar attığını belirtti.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nce yapılan son değerlendirmelere göre öğle saatlerinden sonra bazı bölgelerde gök gürültülü sağanak yağış bekleniyor.
Yapılan son değerlendirmelere göre yurdun kuzey ve doğu kesimleri ile Doğu Akdeniz‘in parçalı, yer yer çok bulutlu, öğle saatlerinden sonra Bolu, Trabzon, Rize, Artvin, Kars ve Ardahan çevreleri ile Giresun’un iç, Erzurum’un kuzey ve doğu kesimlerinin yerel sağanak ve gök gürültülü sağanak yağışlı, diğer yerlerin az bulutlu ve açık geçeceği tahmin ediliyor.
Hava sıcaklığının yurt genelinde mevsim normallerinin civarında seyredeceği tahmin edilirken, rüzgarın genellikle kuzey, Akdeniz kıyıları ile doğu bölgelerde güney ve batı yönlerden hafif, ara sıra orta kuvvette esmesi bekleniyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 75’inci oturumunun genel tartışmasında açıklama yaparak ülkenin yeni iklim hedefleri hakkında bilgi verdi.
Devlet başkanı, Çin’in 2030 yılına kadar karbon emisyonlarını zirveye çıkarmayı ve 2060 yılına kadar da karbon nötrlüğünü sağlamayı hedeflediğini duyurdu.
Salgından çıkarılan dersler
CGTN’nin aktardığına göre Jinping açıklamasında Covid-19 salgınından çıkarılan derslerden birinin, insanlığın yeşil kalkınma yolunu ve yeşil bir yaşam tarzını takip etmesi gerektiği olduğuna vurgu yaptı.
“Paris İklim Anlaşması, yeşil ve düşük karbonlu kalkınmaya doğru küresel dönüşümün genel yönünü temsil ediyor” diyen devlet başkanı tüm ülkeleri gezegeni korumak için kararlı adımlar atmaya çağırdı.
Ayrıca, tüm ülkeleri yenilikçi, koordineli, yeşil, açık ve paylaşılan kalkınma kavramlarını benimsemeye, yeni bir teknolojik yenilik ve sanayi devriminin getirdiği tarihi fırsatı değerlendirmeye ve küresel ekonominin yeşil iyileşmesini teşvik etmeye davet etti.
‘Adil dönüşüm süreci vurgulanmalı’
Draworld Çevre Araştırma Merkezi Direktörü Zhang Shuwei konuyla ilgili yaptığı değerlendirmede “Çin’in 2060 yılına kadar karbon nötrlüğüne ulaşma taahhüdü, dünyanın daha iddialı iklim hedeflerine çok ihtiyaç duyduğu kritik bir anda geliyor. Bu taahhüt, küresel ısınmayı 2 derecede tutmaya yönelik patikalarla da son derece tutarlı ve Çin’in büyük bir güç olarak sorumluluğunu yansıtıyor. Bu şüphesiz küresel iklim eylemine önemli bir ivme kazandıracaktır” dedi. Shuwei sözlerini söyle sürdürdü:
2060 yılına kadar karbon nötrlüğüne ulaşmak, Çin’in 2030’da emisyonlar zirve yaptıktan sonra sürekli ve hızlı bir emisyon azaltımı için 30 yıla sahip olacağı anlamına geliyor. Enerji, ulaşım, sanayi, inşaat ve tarım sektörleri dahil olmak üzere birçok sektörün geçişinde önemli bir etki oluşturacak. Hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlamak için karbon fiyatlandırması gibi bazı politika araçlarının kullanılmasını bekliyoruz. Hızlı dönüşüm sürecinin adil ve yönetilebilir olması gerektiği de vurgulanmalı.
‘Açıklama işbirliği kararından sonra geldi’
Yenilikçi Yeşil Kalkınma Programı (iGDP) İcra Direktörü Hu Min ise yaptığı açıklamada, Çin’den gelen haberin zamanlamasına dikkat çekti. Min, şu ifadeleri kullandı:
Çin, düşük karbona geçiş konusunda güçlü, uzun vadeli bir siyasi sinyal gönderen ilham verici bir hamle yaptı. Duyuru, her iki tarafın iklim eylemi konusunda işbirliği yapma kararlılığını yansıtan AB-Çin liderlerinin sanal toplantısından bir hafta sonra yapıldı.
Yakın gelecekte daha somut uygulama planlarının yayınlanmasını bekleyebiliriz. Çin’deki bölgesel ve yerel yönetimlerin de emisyon azaltım planları hazırlayacağını umuyoruz.
Bununla birlikte Min, “2060 yılına kadar karbon nötrlüğüne ulaşmak kolay bir iş değil, büyük teknolojik atılımlar ve büyük ölçekli yatırımlar gerektiriyor. Bu da, yalnızca güçlü politikalar ve uygulama planları ile güvence altına alınabilir” ifadelerini kullandı.
Çin’in açıklamasının önemi
Çin, dünyanın en büyük karbon emisyonunu yapan ülke. Bu nedenle verilen söz uygulamaya geçildiğinde bu, küresel ısınmada 0.3 derece kadar bir fark yaratabilir. Çin yönetiminin hedefi, Paris Anlaşması ve “well below” (Paris Anlaşması’nın küresel ortalama sıcaklık artışını 2° C’nin çok altında tutma çağrısı) hedefiyle de uyumlu olarak değerlendiriliyor. Zirvede verilen hedef sözünün ilerleyen tarihlerde geriye doğru revize edilmesi bekleniyor.
Söz konusu yeni hedef, ayrıca yeni fosil yakıt yatırımı yapılmayacağı anlamına da geliyor, zira, yeni bir fosil yakıt tesisisinin ortalama inşaatı 10 yıl civarında sürüyor.
Kazdağları’nda yapılmak istenen altın madeni projesine karşı başlatılan çadırlı nöbetin 425’inci gününde yapılan jandarma baskınıyla nöbet alanının tahliye edilmesine tepki gösterenler İstanbul ve Çanakkale‘de bir araya geldi.
Dün akşam (22 Eylül) 22 Eylül günü saat 18.00’da Çanakkale merkezdeki Truva atında buluşarak bir basın açıklaması düzenleyen doğaseverler “Gitmesi gereken biz değil Alamos Gold” mesajını paylaştı.
Kalabalık sık sık “Her yer Kazdağları her yer direniş” sloganları attı.
Fotoğraf: Her Yer Kazdağları
‘Ormanlara hücum var’
İstanbul’da Kazdağları ile dayanışma gösterenlerin buluşma noktası ise Kadıköy Rıhtım oldu. Kazdağları İstanbul Dayanışması‘nın çağrısıyla doğaseverler 19.00’da bir araya geldi.
Çanakkale ve İstanbul’da yapılan ortak basın açıklamasında “Biz birkaç yıl önce Artvin Cerattepe’de gerçekleştirilen saldırıyı unutmadık. Ordu Fatsa’da, Bursa Kirazlıyayla’da, Aydın’da, Sakarya’da yaşam alanını, merasını, ormanını savunan halkın karşısına barikat kurdurlar. Biz ormanı koru, dereyi koru, merayı koru dedikçe iktidar şirketleri korumak için bütün güçlerini seferber ediyor. Ormanlara hücum var! Yaşam alanlarımıza hücum var!” denildi.
‘Pandemi bahanesiyle müdahale kabul edilemez’
Kazdağları’nda yapılan müdahalenin kabul edilemez olduğu belirtilen açıklamada “Alamos Gold ve tüm madenciler ormanlık alanda bulunmaya ve çalışmaya devam ederken, ülkenin her yanında ormanlık alanlarda ağaç kesimleri yapılırken Çanakkale Valiliği’nin nöbet alanını pandemi bahanesi ile boşaltması kabul edilemez” ifadelerine yer verildi. Açıklamanın devamında şunlar söylendi:
Kazdağları’nda yapılan müdahalenin kabul edilemez olduğu belirtilen açıklamada “Biz Kazdağlarını savunmaktan vazgeçmeyeceğiz. Ormanlarımızı, yaşam alanlarımızı şirketlere terk etmeyeceğiz. Hiçbir yerde geri adım atmayacağız. Kazdağlarında, Cerattepe’de, Murat Dağında, Munzur’da, Fatsa’da… Her yerde karşınıza çıkacağız.
Fotoğraf: Kazdağları İstanbul Dayanışması
‘Alamos Gold tahliye edilmeli’
Yaşam savunucularından önce 13 Ekim 2019’dan bu yana ruhsatsız bir şekilde Kirazlı’da bulunan Alamos Gold tahliye edilmelidir.
Arkadaşlarımız şimdilik bırakıldı ancak alanda neler olduğunu henüz bilmiyoruz. Kirazlı Nöbet Alanı’na yapılan ve yaşam savunucularına karşı yapılan bu müdahaleyi kınıyoruz.
‘Müdahale Cengiz için yapıldı’
Bizler bu kararın neden verildiğini biliyoruz. Bu kararın pandemiyle alakası yoktur. Kazdağları’nı elini kolunu sallayarak delik deşik etmesine izin vermediğimiz Alamos içindir, Halilağa’da halkın katılımı toplantısını keyiflerince yaptırmadığımız Cengiz içindir bu karar. Bu tahliye siz rahat olun biz sizin yanınızdayız demek içindir.
Belki Valilik sizin yanınızda olabilir ama Halilağa’da da görüldü ki halk Kazdağları’nın yanında, yaşamın yanında… Onlar talancılardan, millete küfür edenlerden, memleketin her bir karış toprağını satanlardan yanadır bizlerse ormandan, sincaplardan, topraktan ve sudan yanayız.
66 kurumdan destek
Basın açıklaması “Tahliye edilmesi gereken yaşam savunucuları değil Alamos Gold’dur! Onlar ormandan gidene kadar direnmeye edeceğiz” ifadeleriyle son buldu.
Ortak olarak gerçekleştirilen basın açıklamasına aralarında Kazdağları Dayanışması, Kazdağları İstanbul Dayanışması, Kazdağları Kardeşliği, Ekoloji Birliği, Yeşiller Partisi’nin de bulunduğu 66 kurum imzalarıyla destek verdi.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki Doğu Akdeniz gerilimi, arada bir tansiyon düşürülse de dinmiyor. Oruç Reis gemisinin çekilmesi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Biz Oruç Reis’i bakım için limana çektiysek, bunun bir anlamı vardır. Diplomasiye fırsat tanıyalım” açıklaması suların biraz durulmasına neden oldu. Ancak her iki tarafın medyasının çaldığı savaş tamtamlarının sesi hala çok yakından duyuluyor.
İki komşu ülke arasındaki gerilimde, medyanın rolünden önce kısa bir hatırlatma:
Türkiye geçtiğimiz yılın 27 Kasım’ında Libya ile imzaladığı Deniz Yetki Alanlarını Sınırlandırma Anlaşması ile Girit, Karpathos ve Rodos adalarının güneyindeki bölgeyi kıta sahanlığı olarak ilan etti ve bunu Birleşmiş Milletler’e (BM) iletti. Atina ise, anlaşmanın uluslararası hukuka göre geçersiz olduğunu belirterek 1982 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre adaların kendi kıta sahanlıklarının olduğunu duyurdu. Yunanistan’a destek veren Avrupa Birliği de Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramalarını durdurmalarını istedi.
Türkiye’nin Libya’yla yaptığı anlaşmanın ardından Yunanistan da, Mısır’la uzun zamandır yürüttüğü işbirliği arayışını anlaşmaya dönüştürdü ve iki ülke arasında Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalandı. Sonraki dönemlerde Yunanistan’ın Kıbrıs Cumhuriyeti, Mısır ve İsrail ile doğal gaz arama faaliyetlerini sürdürdüğü iddiasıyla, Türkiye pozisyonunu sertleştirdi. Ve 21 Temmuz’da ilk NAVTEX’i (kıta sahanlığı ve karasularında tüm askeri ve sivil tüm gemileri kapsayan uyarı) yayınlayarak, Oruç Reis Araştırma Gemisi’nin kendi bildirdiği kıta sahanlığı sınırları içinde sismik araştırmalara başlayacağını duyurdu. Bunun üzerine sert tepki gösteren Yunanistan, egemenlik hakları konusunda taviz vermeyeceklerini açıkladı ve savaş gemilerini bölgeye gönderdi. Türkiye de Oruç Reis’in güvenliğini sağlamak için bölgeye kuvvet karşı gönderdi. İki ülke arasındaki gerilim, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in devreye girmesiyle bir süreliğine yatıştı. Oruç Reis gemisi, üç-dört haftalık bir süre için geri çekildi.
Bu gerilimin en büyük kışkırtıcısı ise iki tarafın medyası oldu.
Stelyo Berberakis.
Berberakis: İlk kez bu kadar büyük bir gerilim yaşanıyor
Atina’da yaşayan ve yaklaşık 35 yıldır Yunanistan’dan Türkiye medyasına haber geçen gazeteci Stelyo Berberakis, gerilimi “Yunan basını Türkiye’yi haksız gösteriyor, Türkiye basını da Yunanistan’ı. Yunanistan’da Türkiye medyasına çalışanlar, Türkiye’yi haklı gösterecek haberler yapmaya zorlanıyor” diyerek iki tarafın medyasının kriz ortamındaki durumuna dikkat çekiyor.
Gerilimin ilk önce Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz yetki alanları anlaşmasıyla başladığını, bu alanların doğrudan Girit ve Rodos’un kıta sahanlıklarının yok sayılması anlamına geldiğini hatırlatan Berberakis, “Yunanistan da Mısır’la benzer bir anlaşma yapınca gerilim büyüdü” diyor. İki ülkenin de bir diğerinin var saydığı kıta sahanlıklarını kabul etmediğini anlatan Berberakis şöyle konuşuyor:
“Konuştuğum uzmanlara göre bu anlaşmazlığın temelinde, açıkça söylemeseler de Türkiye’nin de, Yunanistan’ın da kendi kıta sahanlıklarını ve münhasır ekonomi bölgelerini resmi olarak ilan etmemeleri yatıyor. Yani iki ülke de bunu BM’ye iletmiş değil, bu bölgeler hukuken yok.”
Oruç Reis Gemisi’nin ihtilaflı sularda araştırma yaptığını belirten Berberakis sorunun detayları hakkında da şu bilgileri veriyor:
“Yunanistan ‘benim kıta sahanlığım’ demesine rağmen, resmi bir ilanı yok, BM’ye koordinatlarını bildirmiş değil. Aynı şekilde Türkiye de ‘benim’ demesine rağmen, BM’ye bildirimde bulunmamış. Bütün kavga oradan kopuyor. Türkiye ve Yunanistan, mesela Norveç ile Danimarka gibi medeni ülkeler olsalar, bunları oturup konuşabilirler, sınırları belirleyebilirler. Ama ben bunu becerebileceklerini zannetmiyorum. O yüzden tek yol, uluslararası mahkemelere başvurmak gibi görünüyor. Bu başvuru yapılırsa, iki tarafın da çıkacak kararlara saygı duymaları lazım. Fakat bunu da yapmıyorlar, çünkü çıkacak kararın maksimalist beklentilerine uygun olmayabileceğini biliyorlar.”
İki ülkenin medyasının gerilime yaklaşımını ise “35 yıldır gazeteci olarak Türk-Yunan ilişkilerini izliyorum, ilk kez bu kadar büyük bir gerginliğe tanık oluyorum” diye yorumluyor Berberakis.
‘Yunan medyasında Türkiyeli yetkililer konuşuyor’
Türkiye medyasının Yunanistan’ın görüşlerine kesinlikle yer vermediğine vurgu yapan gazeteci, Yunan basınının zaman zaman ajitatif bir dil kullanmasına rağmen Türkiye yöneticilerine ekranlarını ve sayfalarını açtığını da söylüyor: “Mesela birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın, Yunanistan’daki SKY Televizyonu’na konuştu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Kathimerini Gazetesi’ne uzun bir makale yazdı. Mavi Vatan kavramını ortaya atan Emekli Amiral Cem Gürdeniz’in açıklamaları Yunan basınında sayfa sayfa yayınlandı. Ancak bunu Türkiye tarafında görmek mümkün değil. Yıllardır Türkiye basınına çalışıyorum, eskiden çalıştığım kanallarda-gazetelerde karşıdan da görüşler alırdık, ama şimdi bunu yapamıyoruz. Türk kanallarına bakıyorum, ‘Yunanistan savaş mı istiyor?’ diye altyazılar geçiyor. ‘Haddinizi bilin, bunun bedelini ödemeye hazır mısınız’ diye başlıklar atılıyor. Böyle bir dil yoktu eskiden.”
İki ülke arasındaki gerilimde barış gazeteciliğinin neden kullanılmadığına dair sorumuzu ise şöyle yanıtlıyor:
“Bizim işimiz barıştır, kışkırtma değildir. Asli görevimiz bulunduğumuz ülkelerin nabzını tutmak ve bunu çalıştığımız ülkelere yansıtmaktır, hatta bazen yanlış anlaşılmaları gidermektir. Geçmiş yıllarda Yunanistan’a Türkiye’den gazeteciler ve uzmanlar gelirdi ve bu gerginliği yatıştırmak için çok iyi bir yoldu”
Medyanın dili nedeniyle Yunanistan halkının endişeli olduğunu, kendisine zaman zaman “Savaş mı çıkacak” sorularının sorulduğunu söyleyen Stelyo Berberakis “Hayır diyorum, ama tabii ki ikna edemiyorum, çünkü akşam televizyonları izliyorlar, Türkiye medyasının manşetlerini duyuyorlar ve endişe etmeye devam ediyorlar” diye konuşuyor.
Ancak Berberakis savaş çıkmayacağı görüşünde. Hatta gayrı resmi kanallardan aldığı bilgiye göre, yakın bir tarihte Miçotakis ve Erdoğan yakında bir görüşme yapacak. Bu görüşmeyi olumlu bulan Berberakis “Bence Oruç Reis’in çekilmesi önemli bir fırsat yarattı. Ama şimdi masaya otursalar bile uzlaşabileceklerini düşünmüyorum, belli ki uzun yıllar alacak. Hâlbuki Doğu Akdeniz’deki sorun ellerine kalem ve cetveli alarak çözülebilir” diyor.
Berberakis’e son olarak Dimokradia gazetesinin Erdoğan’a hakaret eden manşetini sorduğumuzda, kendisinin dahi fark etmediğin ve Türkiye’deki sosyal medya paylaşımlarından gördüğünü söylediği gazetenin yaptığı haberciliğin kabul edilemez olduğunu, ancak gazetenin de marjinal bir grubun görüşlerini yansıttığını anlatıyor.
Süleyman İrvan: Medya bunu ilk kez yapmıyor
Üsküdar Üniversitesi Yeni Medya ve Gazetecilik Bölümü Başkanı Prof. Süleyman İrvan, iki komşu ülke arasındaki gerilimde medyanın rolünü “Medya bunu ilk kez yapmıyor” diye yorumluyor ve devam ediyor:
“İki taraf da kendini haklı gördüğü için hâkim olan ton milliyetçilik. Bu bugüne özgü bir sorun değil ama bugün belki biraz aşırı biçimde savaş yanlısı bir habercilik söz konusu. Tabii bunda Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun da payı var. Mesela muhalefet partileri karşı argüman geliştirmiyor, çünkü söz konusu ‘ulusal çıkarlar’ olunca muhalefet aykırı biz söz söylemekten imtina ediyor. Öyle olunca da medya tek sese göre dizayn ediliyor. Ben demiyorum ki, bizim medyamız çok barışsever. Ama ağırlıklı olarak bu konuda muhalefetin de iktidarla aynı tonda konuşmasının etkisiyle, daha monolitik bir gazetecilik izliyoruz.”
Barış gazeteciliğinin yapılamaz hale geldiğini söyleyen Prof. İrvan da, uzun yıllar boyunca Türk-Yunan gazetecilerinin bir araya geldiğini hatırlatıyor ve iki komşu arasındaki sorunun bu kadar büyük bir gerilime neden olmasını anlamlı bulmadığını söylüyor:
“Komşusun sen, komşunu değiştiremezsin ki. Bir de son gerilimin o kadar da büyütülecek ve savaş çıkartılacak bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Türk-Yunan sorunları çözülmemiş sorunlardır ve çözülmesi de zordur. Ama savaşa yönelik söylemler iki ülkeyi de zorluyor. Yunanistan küçük bir ülke olduğu için bütün dış politikasını Türkiye ile ilişkilerine bağlıyor. Bunu küçüğün büyükten korkması olarak anlayabiliriz.”
Barış gazeteciliğinin çok kolay bir gazetecilik olmadığını söyleyen İrvan, barış gazeteciliğini şöyle tarif ediyor:
“Bu mesleğe nereden baktığınızla da ilgili. Her şeyden önce gazetecinin, sorunların barışçıl yollarla çözümleneceğine ikna olması, bunu öne çıkaran bir gazetecilik anlayışına sahip olması lazım. Mesela haberleri verirken, anlaşmazlıkların olduğunu söylemek başkadır, ‘biz haklıyız, burayı iki günde alırız’ demek başkadır. Barış gazeteciliğinde kimlerle konuştuğunuz, kaynaklarınız önemlidir, haber dili-habere yaklaşım önemlidir.”
Süleyman İrvan.
Türkiye medyasının Yunanistan’da yaşayan muhabirleri olduğunu, bunların çoğunlukla Türkiye doğumlu Rumlar olduğunu hatırlatan Süleyman İrvan, “Mesela onlarla niye konuşulmuyor, konuşabilir, bu gerilim sorulabilir. Yani karşı tarafla konuşmak gerekiyor. Barış gazeteciliği kimin haklı olduğuna bakmaksızın, tarafların pozisyonuna, nasıl bir müzakere yürütülebileceğine, gerilimden nasıl olumlu bir sonuç çıkabileceğine bakar, bakmalıdır” diye önerilerde bulunuyor.
Akdeniz’de var olduğu söylenen büyük bir zenginliğin paylaşılmak yerine savaşarak yok edilmesini komik de bulduğunu söyleyen İrvan şunları söylüyor:
Bir şeyin varlığı savaşa yol açıyorsa o aslında iyi bir şey değildir. Hatta çıkarılmasa daha iyidir. Orada henüz doğal gaz olup olmadığı bile belli değil, iki ülke de NATO üyesi, biri AB üyesi diğeri aday üye. Ve sadece bu pozisyonları nedeniyle bile oturup konuşabilirler. Medya da dostluğu ve barışı teşvik etmelidir. Savaşı özendirmeyen, barışı, işbirliği, diyalogu özendiren bir dille yayın yapmalıdır. Gazetecilik bu tür gerilim anlarında çok önemli bir işleve sahiptir. İyi gazetecilik, barış gazeteciliğidir”
Murat Utku: Savaşın tek mağduru siyasiler ve askerler olmaz
Barış gazeteciliği ile ilgili Hrant Dink Vakfı işbirliğiyle atölye çalışmaları yapan ve ana akımda çalışırken pek çok savaş ve çatışma izleyen gazeteci Murat Utku; Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilime gazeteci olmadan önce Deniz Harp Okulu’nda okuduğu yıllardan aşina olduğunu söylüyor: “Ege’nin iki tarafı da hep bir düşman yaratmak üzerinden politika yapıyor. Lisede okurken, daha mezun olmadan orduya alınmamız dahi gündeme gelmişti.”
Utku özellikle medyada yükseltilen savaş diline dikkat çekerek devam ediyor:
İki ülke eğer savaşa girerse o savaşın mağduru sadece siyasiler ve askerler olmayacaktır, iki ülkenin tüm vatandaşları olacaktır. Milliyetçi dil yükseltilirken, bu gerçek hep göz ardı ediliyor.”
Şu anda Türkiye medyasının barış dilini kullanmaktan imtina etmesinin sebepleri olduğunu söyleyen Utku “Medya tümüyle gazetecilik fonksiyonlarından uzaklaşmış, tüm işlevini yitirmiş, hakikati arama misyonundan tümüyle kopmuş bir vaziyette. Tümüyle bir parti bülteni olarak çıkıyor gazeteler, televizyonlar o şekilde yayın yapıyor. O yüzden barışın lisanını öteleyen yayınlar yapılıyor ve bu çok ciddi bir sıkıntı.”
Murat Utku.
Utku, gazetecilerin ‘barış gazeteciliği’ kavramından ne anlaması gerektiğine dair sorumuza ise şu şekilde yanıt veriyor:
“Barış gazeteciliği barış dilini bir şekilde dünyaya hâkim kılmanın en önemli yollarından biridir. Çünkü barış dili insanı yaşatır. Gazetecilerin toplumu, kendi izleyenlerini, dinleyenlerini, okurlarını hakikate ulaştırmak için kullanmaları gereken lisan, barış dilidir. Tabii ki gazeteci bunu doğrudan söylemez, gazeteci bir aktarıcıdır. Ama aktarırken barışın bize değen dilini, bizi gerçekten koruyan-kollayan dilini bir şekilde kullanması gerekir.
Dolayısıyla editörlerin, muhabirlerin hangi hikâyeleri başlığa çekecekleri, onları nasıl işleyecekleri, toplum için fırsatlar doğuracak şekilde çatışmaları şiddet dışı yaklaşımlar üzerinden değerlendirmeleri bizi gerçeğe daha çok yaklaştıracaktır.”
Barış gazeteciliği farkı
Aynı haberi izleyen iki muhabirden birinin barış gazeteciliği bakışıyla birinin de şiddeti öne çıkaran bir bakışla yaptığı haberler arasında nasıl bir fark olduğunu sorduğumda ise iki haber arasında devasa farklar olacağını söylüyor Utku:
“Ben savaş alanında da bulundum. Epeyce de çatışma takip ettim. Büyük savaşlar, küçük çatışmalar, orta ölçekli gerginlikler. Ortadoğu’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Pakistan-Hindistan sınırında. Bütün oradaki örneklere baktığınızda barış dilini kullananların daha evrensel bir yaklaşımla, olayların-sorunların ve ihtilafların çözümüne hizmet eden ve böylece de toplumları birbirine yaklaştıran bir ifade tarzı kullandıklarını görüyoruz. Savaş dilini kullananların ise, mesela birkaç ay önce Suriye’de askeri operasyon sırasında, mesela 1974’teki Kıbrıs Savaşı’nda, mesela Türk ordusu ile PKK arasındaki çatışmalarda devlet dilini, devletin şiddete dönük dilini kullandığını görüyoruz. Burada gazeteci bir karar vermek zorunda.”
Barış dilinin geçerli olmadığı toplumların her zaman gergin olduğunu söyleyen Utku, bunun Türkiye’deki etkilerine de dikkat çekiyor:
Siyaset her zaman ötekileştireceği bir düşman arıyor, onu hainlik kafesinin içine sokmaya çalışıyor ve bunu da toplumun tüm kesimlerine kabul ettirmek için çaba harcıyor. Tabii ki toplum bundan doğrudan etkileniyor, mesela toplumun milliyetçi kesimleri bu konuda çok çabuk ikna ediliyor. Çünkü barış dili dünyayı ve toplumu algılamayı gerektiren bir dildir, zordur, emek gerektirir. Savaşın dili ise çok kolaydır, başka kimseyi anlamak zorunda değilsiniz, herkesin size düşman olduğunu düşünürsünüz ve bu ön kabulle yaşarsınız.”
Medyadaki savaş dilinin sadece ‘dış düşmana’ karşı değil, içeride de kullanıldığını belirten Utku; son haftalarda Kürt mevsimlik işçilere yönelik saldırıların buna örnek olarak verilebileceğini söylüyor: “Savaşın dili, şiddetin dilidir. Siyasetçilerin ötekileştirdiği ve hainleştirdiği tüm kesimlere dönük kullanılan dildir, şiddet dili. Bu dil, toplumuzun içinde farklı toplulukların birbirlerinekarşı kullandıkları dili de etkiliyor. O yüzden toplumun kendi içindeki sorunlarını çözebilmesinin yolu da barış dilinden ve barış gazeteciliğinden geçiyor.”
Murat Utku son olarak, özellikle son Doğu Akdeniz gerilimiyle ilgili atılan milliyetçi manşetlere dair de “Gazeteciliğin milliyeti, dini, dili yoktur. Gazeteciliğin tek bir dili vardır, o da barış dilidir. Gazeteci her zaman barıştan, demokrasiden, insan haklarından yana olmalıdır, mesleğimizin misyonu budur” yorumunu yapıyor.
Murat Sabuncu: AKP’nin içeriye dönük dış politikayı kullanma hamlesi
Doğu Akdeniz gerilimini köşesine taşıyan gazetecilerden biri de T24 yazarı Murat Sabuncu. Kathimerini gazetesinin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun makalesine yer vermesine değindiği yazısında Sabuncu da, gazeteciliğe dikkat çekmişti. Sabuncu her şeyden önce, Türk-Yunan gerginliğini “Türkiye’deki iktidarın tüm bölgeye yönelik hareketinin bir unsuru” olarak yorumluyor:
“Çünkü Türkiye-Mısır, Türkiye-İsrail, Türkiye-Fransa, Türkiye-Amerika gibi dönem dönem ve sık sık özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden sonra dış politika adı altında içeriye yönelik bir politika dizisi izleniyor. Dışişleri Bakanlığı tamamen devre dışı kalmış durumda. O yüzden sadece Türkiye-Yunanistan diye okumamak lazım. Bu genel olarak, içeriye dönük, dış politikayı kullanma zincirinin son halkası olduğunu düşünüyorum. Şunu çok net olarak görüyoruz ki, Türkiye benzer durumlarda çok ciddi geri adımlar da atmış bir ülke. Rahip Brunson vakası bunun bir örneği ve üzerine Türkiye, Johnson Mektubu’ndan daha ağır, hakarete varan mektupla yüzleşti. İdlib’de yaşanan saldırı sonrası, ölen askerlerin kaynağının Rusya olduğu bilinmesine rağmen, önce Suriyeli göçmenler sınırdışı edilmek istendi, sonra Rusya’ya gidildi.
Bu geri adımların toplamına baktığınızda, bugün İletişim Başkanlığı’nın yeni bir psikolojik algı yönetme merkezi kurması gündemde. Daha önce yaptıkları şeyi herhalde artık daha profesyonel ve daha organize yapacaklar.”
Sabuncu iki ülke medyasının gerilime nasıl yaklaştığına dair sorumuza ise şöyle yanıt vermeyi tercih ediyor:
“Biliyorsunuz Türkiye medyasının büyük bölümü iktidar kontrolü altında, çok küçük bir bölümü de iktidar korkusu altında. Hepsi iktidarın dilini konuşuyor. Geçen bir radyo programında rast geldim, kendine editör diyen biri, ses tonlamasını bile farklılaştırarak iktidarın savunduğu noktaları son derece şahin bir şekilde, savaşçı bir üslupla, güya had bildirerek anlatıyordu. İçler acısıydı. Yunancam olmadığı için Yunanistan medyasını çok takip edemiyorum ama İngilizce Kathimerini’yi gördüğüm zaman Türkiye medyası adına utandım. Çünkü Kathimerini, savaş noktasına gelinen bir ülkenin Dışişleri Bakanı’nın görüşlerini alıyor ve olduğu gibi makalesini basıyor. Gazeteciliğin temel ilkelerinden birini uyguluyor yani. Türkiye’de bunu yapmaya kalksanız, hakkınızda inanın ki soruşturma açılır, inanın ki iftiraya uğrarsınız, inanın ki hain ilan edilirsiniz.”
Sabuncu sözünün burasında barış gazeteciliğine dair şu tarifi yapıyor:
Gazetecinin düşmanı da olmaz, dostu da olmaz. Gazeteci herkese eşit mesafede olandır. Kendi yaşadığı ülke de buna dahildir. Çünkü iktidarlar bugün vardır yarın yoktur, ama halklar her zaman vardır. Yunanistan için de bu geçerli. Mühim olan halklardır, doğrulardır, savaş karşıtlığıdır, uzlaşmanın peşinde olabilmektir.”
Murat Sabuncu.
Kendisi de gazetecilik faaliyetleri nedeniyle bir süre tutuklu kalan Murat Sabuncu’ya Türkiye’de barış gazeteciliğinin yapılacağına dair umudunun olup olmadığını sorduğumda ise hayli umutvar bir yanıt veriyor:
“Er ya da geç Türkiye yeniden diplomasinin, barışın, demokrasinin, hukukun konuşulduğu bir ülke olacak, buna inanıyorum. Bunu söylerken Pollyannacılık yapmıyorum, bununla ilgili verileri görüyorum. Özellikle Türkiye’deki gençlerin eğilimlerinden, isteklerinden, taleplerinden, konuşmalarından, anketlerden görüyorum. Türk gençlerinden görüyorum, Kürt gençlerinden görüyorum. Bu memleketin popülist bir algı ile daha fazla yönetilemeyeceğini görüyorum. Ve barışın, barış gazeteciliğinin çok önemli olduğunu yineliyorum ve barışın er ya da geç bu ülkede sağlanacağını düşünüyorum. Türkiye makul çoğunluğun var olduğu bir ülkedir. Mesela Selahattin Demirtaş cezaevinden bir cümle söyledi, “Eşimi alıp Meral Hanım’a kahvaltıya giderim” dedi ve Türkiye’de birçok insanı düşünmeye sevk etti. Cevabı ne olursa olsun, bazen bir cümle, bir çağrı bir şeyleri değiştirir. Aynen Demirtaş’ın yaptığı gibi, aynen Kathimerini’nin yaptığı gibi.
Merkez İlaç Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Şapcı,Sağlık Bakanı Fahrettin Koca‘ya yazdığı mektupla ülke genelinde kullanılan antiseptik ve dezenfektanların bir bölümünün sahte olduğunu resmen bildirdi.
Sözcü‘den Erdoğan Süzer‘in haberine göre Şapcı mektubunda, hastanelerde kullanılan birçok antiseptik dezenfektanın da sahte ve koruma özelliğinden yoksun olduğunu, bu yüzden insanların hastane mikrobundan öldüğünü yazdı. Mektupta ayrıca, halen hastanelerin kullandığı 33 marka sahte ürünün listesi de yer aldı.
Maske de korumuyor
Listede; hastanelerde, ameliyatlarda, pansumanlarda, hastanın mikrop kapmaması için kullanılan ve yüzde on povidon-iyot ihtiva etmesi gereken, ancak hiçbirinin üretim yeri Sağlık Bakanlığı tarafından denetlenmeyen, GMP sertifikası bulunmayan sahte ürünlerin piyasa numune analiz sonuçları yer aldı. Sonuçlar sahte ürünlerdeki povidon-iyot oranının yüzde 3.3’lere kadar düştüğünü gösteriyor.
Geçtiğimiz gün de Tüketici Hakları Derneği Gaziantep Şube Başkanı Bülent Yılmaz Sözcü‘ye konuşmuş, piyasada üç katlı olduğu iddiasıyla satılan maskelerin büyük bölümünün koronavirüse karşı koruyucu özellikler taşımadığını söylemişti. Dernek, resmi bir standardizasyonun belirlenerek üretimin buna uygun biçimde yapılması gerektiğini ifade ediyor.
Tazmanya Parklar ve Yaban Hayatı Hizmetleri Müdürü Nic Deka, havadan yapılan denetimlerde toplu halde karaya oturdukları tahmin edilen 200 pilot balinanın daha tespit edildiğini söyledi. Böylece karaya vuran balina sayısı 470’e yükselmiş oldu.
Yeni bulunan balinaların Macquarie Heads bölgesinde mahsur kalan 270 balinanın kurtarılmaya çalışıldığı kıyıya yaklaşık 7 ila 10 kilometre uzaklıkta bulunduğu aktarıldı.
Yeni balinalar ölü bulundu
AA’nın aktardığına göre Nic Deka, “Havadan tespit edilen balinaların çoğu ölü görünüyor ancak bu sabah sudakilerin durumunu değerlendirmek için oraya bir tekne gönderildi” ifadelerini kullandı.
Bölgedeki başka kıyılarda balina olup olmadığını belirlemek için çalışmaların sürdüğünü belirten Deka, kurtarma ekiplerinin daha kapsamlı bir arama yapacaklarını söyledi. Daha sonra ise buradaki balinaların ölmüş olduğu yetkililer tarafından doğrulandı.
380 balinanın öldüğü düşünülüyor
Tazmanya Denizcilik Koruma Programı görevlilerinin pazartesi gecesinden bu yana kurtarma çalışmalarını sürdürdüğü Macquarie Heads bölgesindeki sığ sularda mahsur kalan 270 balinadan üçte birinin öldüğü açıklanmıştı. Guardian’ın aktardığına göre şu ana kadar toplamda 380 balinanın öldüğü düşünülüyor.
Macquarie Heads bölgesinde 3 grup halinde bulunan balinalardan hayatta kalanları kurtarmak için çaba harcayan yaklaşık 40 kişilik kurtarma ekibi, 25 balinayı sığ sulardan çıkarmayı başarmıştı.
Arama çalışmaları günler alabilir
Sığ sulardan kurtarılan balinaların açık denize çıkarma işlemleri devam ederken, deniz biyologları balinaları kurtarma görevinin günler alabileceğini belirtiyor.
Bölgede balinaların karaya vurmasının yaygın olduğu ancak bu sayıda balinaya 10 yılı aşkındır rastlanmadığı ifade ediliyor.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’de koronavirüs nedeniyle son 24 saatte 65 kişinin daha hayatını kaybettiğini, 1692 yeni vaka tespit edildiğini açıkladı. Böylece toplam ölü sayısı 7 bin 639’a, vaka sayısı 306 bin 302’ye yükseldi.
Bakan Koca’nın paylaşımı şöyle:
“Ağır hasta sayımız 1.522’ye ulaştı. Zatürre oranında düşüş devam ediyor. Bugün 1.692 yeni hastamız var. Tedbirlere uygun hareket ederek gecesi gündüzü bizim için çalışmakla geçen sağlık çalışanlarımıza destek verelim. Birlikte başaracağız.”
Türkiye’de ilk koronavirüs vakası 11 Mart’ta tespit edildi. O günden bu yana alınan önlemler kademeli olarak hafifletildi. 1 Haziran’dan itibarense “kontrollü normalleşmeye” geçildi. Normalleşme tablosu şu şekilde:
1 Haziran: 827 vaka, 23 ölüm (31.525 test) 2 Haziran: 786 vaka, 22 ölüm (32.325 test) 3 Haziran: 867 vaka, 24 ölüm (52.305 test) 4 Haziran: 988 vaka, 21 ölüm (54.234 test) 5 Haziran: 930 vaka, 18 ölüm (57.829 test) 6 Haziran: 878 vaka, 21 ölüm (35.846 test) 7 Haziran: 914 vaka, 23 ölüm (35.335 test) 8 Haziran: 989 vaka, 19 ölüm (39.361 test) 9 Haziran: 993 vaka, 18 ölüm (37.225 test) 10 Haziran: 922 vaka, 22 ölüm (36.521 test) 11 Haziran: 987 vaka, 17 ölüm (49.190 test) 12 Haziran: 1195 vaka, 15 ölüm (41.013 test) 13 Haziran: 1459 vaka, 14 ölüm (45.092 test) 14 Haziran: 1562 vaka, 15 ölüm (45.176 test) 15 Haziran: 1592 vaka, 18 ölüm (42.032 test) 16 Haziran: 1467 vaka, 17 ölüm (46.800 test) 17 Haziran: 1429 vaka, 19 ölüm (52.901 test) 18 Haziran: 1304 vaka, 21 ölüm (48.412 test) 19 Haziran: 1214 vaka, 23 ölüm (41.316 test) 20 Haziran: 1248 vaka, 22 ölüm (41.112 test) 21 Haziran: 1192 vaka,23 ölüm (40.496 test) 22 Haziran: 1212 vaka, 24 ölüm (41.413 test) 23 Haziran: 1268 vaka, 27 ölüm (42.982 test) 24 Haziran: 1492 vaka, 24 ölüm (53.486 test) 25 Haziran: 1458 vaka, 21 ölüm (52.303 test) 26 Haziran: 1396 vaka, 19 ölüm (51.198 test) 27 Haziran: 1372 vaka, 17 ölüm (45.213 test) 28 Haziran: 1356 vaka, 15 ölüm (48.309 test) 29 Haziran: 1374 vaka, 18 ölüm (51.014 test) 30 Haziran: 1293 vaka, 16 ölüm (50.492 test)
1 Temmuz: 1192 vaka, 19 ölüm (52.313 test) 2 Temmuz: 1186 vaka, 17 ölüm (49.714 test) 3 Temmuz: 1172 vaka, 19 ölüm (52.141 test) 4 Temmuz: 1154 vaka, 20 ölüm (48.248 test) 5 Temmuz: 1148 vaka, 19 ölüm (46.414 test) 6 Temmuz: 1086 vaka, 16 ölüm (52.193 test) 7 Temmuz: 1053 vaka, 19 ölüm (50.545 test) 8 Temmuz: 1041 vaka, 22 ölüm (49.302 test) 9 Temmuz: 1024 vaka, 18 ölüm (50.103 test) 10 Temmuz: 1003 vaka, 23 ölüm (48.787 test) 11 Temmuz: 1016 vaka, 21 ölüm (48.813 test) 12 Temmuz: 1012 vaka, 19 ölüm (45.232 test) 13 Temmuz: 1008 vaka, 19 ölüm (46.492 test) 14 Temmuz: 992 vaka, 20 ölüm (43.231 test) 15 Temmuz: 947 vaka, 17 ölüm (42.320 test) 16 Temmuz: 933 vaka, 21 ölüm (42.411 test) 17 Temmuz: 926 vaka, 18 ölüm (41.215 test) 18 Temmuz: 918 vaka, 17 ölüm (40.943 test) 19 Temmuz: 924 vaka, 16 ölüm (41.310 test) 20 Temmuz: 931 vaka, 17 ölüm (43.404 test) 21 Temmuz: 928 vaka, 18 ölüm (42.846 test) 22 Temmuz: 902 vaka, 19 ölüm (43.404 test) 23 Temmuz: 913 vaka, 18 ölüm (43.343 test) 24 Temmuz: 937 vaka, 17 ölüm (42.986 test) 25 Temmuz: 921vaka, 16 ölüm (43.312 test) 26 Temmuz: 927 vaka, 17 ölüm (40.016 test) 27 Temmuz: 919 vaka, 17 ölüm (45.283 test) 28 Temmuz: 963 vaka, 15 ölüm (47.412 test) 29 Temmuz: 942 vaka, 14 ölüm (45.712 test) 30 Temmuz: 967 vaka, 15 ölüm (43.236 test) 31 Temmuz: 982 vaka, 17 ölüm (46.492 test)
1 Ağustos: 996 vaka, 19 ölüm (44.846 test) 2 Ağustos: 987 vaka, 18 ölüm (40.287 test) 3Ağustos: 995 vaka, 19 ölüm (41.301 test) 4 Ağustos: 1083 vaka, 18 ölüm (46.249 test) 5 Ağustos: 1178 vaka, 19 ölüm (53.842 test) 6 Ağustos: 1153 vaka, 14 ölüm (54.494 test) 7 Ağustos: 1185 vaka, 15 ölüm (56.726 test) 8 Ağustos: 1172 vaka, 16 ölüm (63.842 test) 9 Ağustos: 1182 vaka, 15 ölüm (61.446 test) 10 Ağustos: 1193 vaka, 14 ölüm (62.219 test) 11 Ağustos: 1183 vaka, 15 ölüm (61.716 test) 12 Ağustos: 1212 vaka, 18 ölüm (66.892 test) 13 Ağustos: 1243 vaka, 21 ölüm (66.892 test) 14 Ağustos: 1226 vaka, 22 ölüm (70.192 test) 15 Ağustos: 1256 vaka, 21 ölüm (67.214 test) 16 Ağustos: 1192 vaka, 19 ölüm (65.956 test) 17 Ağustos: 1223 vaka, 22 ölüm (74.846 test) 18 Ağustos: 1263 vaka, 20 ölüm (82.318 test) 19 Ağustos: 1303 vaka, 23 ölüm (87.223 test) 20 Ağustos: 1412 vaka, 19 ölüm (92.301 test) 21 Ağustos: 1203 vaka, 22 ölüm (92.227 test) 22 Ağustos: 1309 vaka, 22 ölüm (93.007 test) 23 Ağustos: 1217 vaka, 19 ölüm (80.302 test) 24 Ağustos: 1443 vaka, 18 ölüm (95.943 test) 25 Ağustos: 1502 vaka, 24 ölüm (98.231 test) 26 Ağustos: 1313 vaka, 20 ölüm (100.109 test) 27 Ağustos: 1491 vaka, 26 ölüm (106.111 test) 28 Ağustos: 1517 vaka, 36 ölüm (107.814 test) 29 Ağustos: 1549 vaka, 39 ölüm (101.414test) 30 Ağustos: 1482 vaka, 42 ölüm (91.302 test) 31 Ağustos: 1587 vaka, 44 ölüm (110.102 test)
1 Eylül: 1572 vaka, 47 ölüm (109.443 test) 2 Eylül: 1596 vaka, 45 ölüm (107.927 test) 3 Eylül: 1642 vaka, 49 ölüm (110.225 test) 4 Eylül: 1612 vaka, 53 ölüm (117.113 test) 5 Eylül: 1673 vaka, 56 ölüm (99.497 test) 6 Eylül: 1578 vaka, 53 ölüm (96.842 test) 7 Eylül: 1703 vaka, 57 ölüm (103.925 test) 8 Eylül: 1761 vaka, 52 ölüm (110.565 test) 9 Eylül: 1673 vaka, 55 ölüm (111.193 test) 10 Eylül: 1512 vaka, 58 ölüm (107.702 test) 11 Eylül: 1671 vaka, 56 ölüm (112.213 test) 12 Eylül: 1509 vaka, 48 ölüm ( 98.326 test) 13 Eylül: 1527 vaka, 57 ölüm (96.097 test) 14 Eylül: 1716 vaka, 63 ölüm (112.563 test) 15 Eylül: 1742 vaka, 67 ölüm (110.412 test) 16 Eylül: 1771 vaka, 63 ölüm (112.645 test) 17 Eylül: 1648 vaka, 66 ölüm (109.985 test) 18 Eylül: 1771 vaka, 62 ölüm (111.113 test) 19 Eylül: 1538 vaka, 68 ölüm (97.416 test) 20 Eylül: 1519 vaka, 61 ölüm (95.321 test) 21 Eylül: 1743 vaka, 68 ölüm (112.942 test) 22 Eylül: 1692 vaka, 65 ölüm (114.311 test)
Başkent Ankara’da koronavirüs salgınına karşı denetimler devam ediyor. Ankara Valiliği yaptığı açıklamayla 21 Ağustos ve 22 Eylül tarihleri arasında kurallara uymayan 16 bin 525 bin kişiye 10 milyon 175 bin 175,5 lira para cezası uygulandığını açıkladı.
Valilik tarafından yapılan açıklamada bir aylık süre zarfında 200 binin üzerinde kişi ve işyerinin denetlendiği ifade edildi ve “İlimizde 21 Ağustos – 22 Eylül tarihleri arasında virüsle mücadele kapsamında Valiliğimizce 8461 personelle gerçekleştirilen denetimlerde 208.894 kişi veya işyeri denetlenmiş bu denetimlerde kurallara uymayan 16.525 kişiye 10.175.172,50 lira para cezası uygulanmıştır” denildi.
İlimizde 21 Ağustos – 22 Eylül tarihleri arasında virüsle mücadele kapsamında Valiliğimizce 8461 personelle gerçekleştirilen denetimlerde 208.894 kişi veya işyeri denetlenmiş bu denetimlerde kurallara uymayan 16.525 kişiye 10.175.172,50 lira para cezası uygulanmıştır. pic.twitter.com/zqxjJOMZCU
AA‘dan Gamze Türkoğlu Oğuz‘un Sciencealert sitesinden aktardığına göre, Dünya‘dan 456 ışık yılı uzaklıkta, atmosfer sıcaklığı demiri buharlaştıran bir öte gezegen keşfedildi.
186 ışık yılı uzaklıktaki gezegen, kızıl cüce yıldızı etrafındaki turunun süresi, irrasyonel matematik sabiti Pisayısına benzediğinden “Pi Dünyası” olarak adlandırıldı.
Yüzey sıcaklığı 177 dereceyi buluyor
Resmi ismi K2-315b olan, Dünya ile hemen hemen aynı büyüklükteki gezegene dair ilk ipuçları Kepler Uzay Teleskobu‘nun 2017’deki misyonu sırasında elde edildi.
Kepler verilerini inceleyen Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden (MIT) Prajwal Niraula liderliğindeki ekip, Speculoos teleskobuyla gözlem yaparak gezegenin varlığını doğruladı.
Yüzey sıcaklığının 177 dereceyi bulduğu hesap edilen ve yaşama elverişli olmadığı düşünülen gezegenle ilgili ayrıntılar “Astronomical Journal” dergisinde yayımlandı.