Hafta Sonu

İçimizdeki düşmanla hesaplaşmaya var mıyız?

Bizans düşmanlığı’, milliyetçi-İslamcı bir politikanın ana unsuru olarak 20. yüzyılın ortasında icat edildi.  Bu tarihten sonra politik söylemlerde sürekli bir ‘Bizans düşmanlığı’ sergilenmeye başlandı. Bu düşmanlık ve nefret gündelik hayata, eğitime, filmlere, romanlara kadar yansıdı.

Oysa Osmanlı İmparatorluğu‘nun da, Türkiye Cumhuriyeti‘nin de 1950’lere kadar ‘Bizans düşmanlığı’ diye bir derdi yok.

Haklı olarak “Bizans zaten bir kurgu. Bir kurguya karşı düşmanlık mı da olurmuş” diye sorabilirsiniz. ‘Osmanlı’ ya da ‘Bizans’ gibi imparatorluk tanımları, imajları  zaten 19. yüzyılda modernleşme ile icat edildi. Bundan önce İmparatorluk başşehir adıyla, ‘Roma’ adıyla anılıyordu. Osmanlı yönetimi kendisini öyle adlandırıyordu.

İstanbul, 4’üncü yüzyılda hem Roma’nın hem Hıristiyanlığın başkenti.  Henüz Avrupa’da ayrı bir Hıristiyanlık yok. Kuzey Afrika’dan İberia Yarımadası’na kadar bütün Akdeniz şehrin hakimiyeti altında. Hıristiyanlığın en büyük mabedi, Ayasofya da bu nedenle İstanbul’da inşa ediliyor.

Şehirde Bizans (Roma) döneminde de çeşitli inanışlardan insanlar yaşıyor, Osmanlı döneminde de öyle.

İstanbul Osmanlı başkenti olunca imparatorluğun adı değişmiyor. Şehirdeki imparatorların dinleri farklı da olsa, devletin yapısı, işleyişi süreklilik gösteriyor.  


19. yüzyılda, oryantalist bir yaklaşımla Osmanlı nasıl icat ediliyorsa, Bizans da ediliyor. Osmanlı modernleşme sürecinde Ayasofya arkeolojik bir nesne olarak keşfediliyor. Mimarlık tarihinin eşi benzeri olmayan bir araştırma konusu olarak yeniden anlamlandırılıyor. Devlet arkeoloji müzeleri, üniversite kuruyor, kamu kurumlarını, yapılarını modernleştiriyor.  

O tarihte Osmanlıların ‘Bizans düşmanlığı’ diye bir derdi yok. Hatta tam tersine, yönetimin Bizans’ın keşfinden son derece hoşnut olduğu bile söylenebilir. Bakımsız kalmış olan Ayasofya’nın saray mimarı Krikor Balyan değil de, Fossati kardeşler tarafından onarılmasını tercih eden (1840) Sultan Abdülmecid ve Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, onun bir mimarlık tarihi objesi olarak dünyaya (Avrupa’ya) tanıtılmasından ve gördüğü ilgiden son derece memnunlar. Sultan Abdülhamid de Bizans araştırmaları alanındaki çalışmalara destek veriyor. Türkiye Cumhuriyeti de keza öyle. Bu eşsiz anıtın küresel bir ilgiye mazhar olması ise yönetimler tarafından benimsenen bir olgu.

Nereden çıktı bu Bizans düşmanlığı?

Sonradan bu kurgu üzerinden bir nefret, düşmanlık ve saldırganlık inşa ediliyor. Bu bastırılmış olanın, işaretsizleştirilenin milli ve merkeziyetçi iktidar temsilleri üzerinden geri dönüşü. Osmanlıcı elit (Milli Görüş) kendisini kayıp yoluyla inşa ediyor: “Eğer Osmanlıcılık bize ait değerler ve gelenekler ise Bizans da Batı’dan gelen modernitedir. Bize ait olmayan değerlerdir. Hıristiyanlıktır…”

Bu ötekileştirmenin devletin neoklasik yapısını yeniden üreten soylulaştırıcı imtiyaz elde etme mücadelesi ile ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Eğer bir yönetim kendisini Osmanlı ile özdeşleştiriyorsa, 19. yüzyılda icat edilmiş bir şeyin (taklidin) taklidini yapıyor. Bir imajın başka bir imajın yerine geçmesi bir topluluğun bir fantazi dünyasında yaşaması anlamına geliyor.


Tarih hakkındaki bilginin gerçeklikle temasını büsbütün kaybedip uydurma ve üstelik tabu (tartışılmaz) hale gelmesi tehlikeli. Çünkü o zaman bilgiye, araştırmalara ihtiyaç kalmıyor. Toplulukların zihin dünyası felç oluyor.  

1950’lerde nasıl bir kırılma yaşandı?

Lozan Anlaşması şehirdeki azınlık olarak adlandırılan topluluklara din, eğitim ve sosyal örgütlenme gibi konularda örgütlenme hakkını tanıdığı için gayrımüslim nüfusunun bir bölümünü kaybetse de, şehir 1950’lere kadar imparatorluğun modernleşme sürecinden kalan yapısını koruyor. 1953’te, İstanbul’un fethinin  beşyüzüncü yılında ilk defa kutlamalar düzenleniyor. Devlet-sivil toplum işbirliği ile.  Bu tarihten sonra ‘Fetih’, tarihi bir olgudan çok şehrin merkeziyetçi devlet ideolojisi tarafından ele geçirilmesini simgeleyen bir metafor olarak işlev görüyor. Şiddet yoluyla şehir Rum nüfusunu kaybediyor. Rumların işlerine, mallarına, vakıf mülklerine el konuyor. 1955 pogromu gibi rezaletler dışında, devlet güdümlü, sistemli, sinsi bir ötekileştirme programı uygulanıyor. İnsan hakları ayaklar altına alınıyor.
 
Devletin içindeki kültür bürokrasisinin, onun etrafında saçaklanan kimi çevrelerin Bizans’a olan uluslararası ilgi karşısında ötekileştirici, önyargılı hatta düşmanca bir tepkilerinin olduğunu söyleyebilirim. Kültürel miras alanı bu imtiyazcı elitleri birleştiriyor, karşıt kutuplarda da yer alsalar da.  

Eğer söz konusu olan bir Bizans kilisesi ise, yönetimler gibi onların da kültürel varlıklara olan bu uluslararası ilgiyi hiç de hoş karşılamadıkları, bunu milliyetçi kalıplar içinde algıladıkları söylenebilir. Hatta hiç gizlenmeyen bir yabancı düşmanlığı sergiledikleri de. Yalnızca siyasetçilerin, bürokratların değil, onların etrafındaki imtiyaz sahibi kimi uzmanların da.

Bizans meselesinde entelektüelleri buharlaştıran ne?

 Soru şu: Bu süreçte bilgiyi potansiyelsizleştiren, siyaseti güçlü kılan nedir?

Bana kalırsa entelektüel üretimin sekülerleşmemesi, kamusal alanla temasının olmaması.

Neoliberal dönemde resmiyetçi-ideolojik ya da piyasacı eylem kalıplarının karşısında büyük sermayenin hayırseverlik kuruluşları güçlü bir alternatif gibi gözüküyor. Ancak onların sermaye altında örgütlenmesi, entelektüel üretimin kamusal alandan dışlanmasına, izole olmasına yol açıyor.

Ayasofya meselesinde bağımsız uzmanların seslerinin duyulmaması ya da bir etkilerinin olmaması bunun bir göstergesi. Ayasofya’nın sorunu müze ya da cami olması değil, bir iktidar aracı, nesnesi olması. Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi, kimi zaman karşıt taraflarda yer alan Siyasal İslam’ın ve milliyetçilerin tabanını mutlu etti. Peki onu Hıristiyanlığın en önemli mabedi olarak kabul edenler neler hissettiler? Onların bir önemi yok mu?

Oysa güncel bir kültürel miras yönetimi fikri, her iki hafızayı da birbirine rakipleştirmeden, birbiriyle çatıştırmadan, kapsayıcı bir ilişki içinde ve eşzamanlı olarak dikkate alabilir ve çok daha yenilikçi bir deneyim üretebilir. Müslümanların da Hıristiyanların da bilim çevrelerinin de benimseyecekleri bir şekilde..

Bunun karşısındaki en büyük engel kültürel-politik alanın devlet iktidarına bağlı olması. Bu nedenle kültürel alan ulusdevlet içinde bir imtiyaz mücadelesi alanına dönüşüyor. Bu yüzden hafızaları özgürleştirecek, tarafları farklı bir eşiğe taşıyacak kavramsallaştırma işlevini yerine getiremiyor.  Kültür-politik alan hiç bir zaman devlet iktidarından ayrışmıyor. Tektipleştirici bir millet kompartımanını temsil ediyor.
 
Peki bundan sonra ne olacak?  Ayasofya ayakta kaldığı sürece bu seküler olmayan devleti, kültürel-politik kamusal alanı bir eyleyen olarak dürtmeye devam edecek. Aynı zamanda da eklektik bir ulusdevlet ideolojisi içindeki nesneleştirici eylemselliklere, şehir tarihindeki varoluşunu bastırmaya çalışanlara karşı eşsiz bir deneyim fırsatı sunmaya. Hem onu ilgiyle sahiplenenlere, hem de İstanbul’un kent sakinlerine…