Hafta SonuKitapManşet

Hepsi Mickey’in suçu

0

Senelik iznimde en az altı kitap okuyacaktım, üçü hakkında da yazacaktım, kışın alıp da bir kenara attığım dvdleri seyredecektim, sabah akşam bisiklete binecektim, romanımın son okumasını da yapıp yayınevine teslim edecektim… Olmadı, hiçbirini yapamadım. Hep onun yüzünden. Hep o kitap yüzünden. Elime nereden geçtiyse, bütün planlarımı alt üst etti. Onu okumaktan, üzerine düşünüp yazmaktan başka bir şeye izin vermedi işte, lanet olası. Hepsi onun suçu, Günah Keçisi’nin suçu…

“Bir kişinin veya grubun başına gelen kötü şansı, felaketleri, hastalıkları ve kötülükleri sembolize eden ve taşlandığında, bir nehre veya denize atıldığında tüm bu olumsuzlukları beraberinde götüreceğine inanılan her türlü obje, hayvan, kuş veya insan,” olarak tanımlanmış günah keçisi.

Günah keçisi’nin terim olarak ortaya çıkışı 1530’lara kadar gitmektedir. İlk defa İncil’in çevirmeni William Tyndale tarafından, Yahudilerin Kefaret Günü’nden bir ritüeli aktarırken kullanılmıştır. “Burada kurban edilen iki keçi anlatılmaktadır. Birincisi İsrail’i affetmesi için Yehova’ya kurban edilir. Bu keçi günahların bir sembolüdür ve kurban edilmesi insanlar tarafından bir kefaret ödeme hareketidir. Kalıntıları topluluktan uzak bir yerde yakılır. İkinci keçi ise yeraltı tanrısı Azazel’e ithaf edilmiştir. Bu keçinin semerine Yehova’nın en yüksek rahibi tarafından ‘İsrail’in tüm çocuklarının kötülükleri ve kötülüklerinden doğan günahları’ yüklenmiş ve sahraya gönderilmiştir. Keçi köy sınırları dışına terk edilmiştir.” Böylece suç toplumdan uzaklaştırılmıştır.

St. Kilda adasında meydana gelen büyük bir fırtına sonrasında denize açılan pek çok teknenin parçalanmış tahtaları ve gemicilerin ölüleri kıyıya vurmuş. Adalılar ölü bedenlerin arasında uçamayan canlı acayip bir kuş görmüşler. Fırtınanın, daha önce görmedikleri bu uğursuz yaratığın başının altından çıktığını düşünerek, onu yargılamışlar. Kuş cadılıktan hüküm giymiş ve taşlanarak öldürülmüş. Bu Büyük Auk isimli nesli tükenmiş olan kuşun Britanya Adaları’nda son görülüşü olmuş.

Kuşlar, keçiler, kadınlar, erkekler geçmişten bu güne suçlu ilan edilerek, öldürülmüş, yakılmış, çarmıha gerilmiş, taşlanmış, hapse atılmış, sürgün edilmiş… Günah keçileri için reva görülen zalimce yöntemlerin aradan geçen binlerce yılın sonunda aşılamamış olması hiç de şaşırtıcı değil zira insan aynı ilkel varlık. Az gelişmiş topluluklarda zulüm aynen devam ederken, gelişmiş olarak adlandırılan toplumlarda ise yöntemler değişse de, kendini kurtarmak için günah keçisini suçlama halen eksik olmamaktadır. Zira bu suçlama oyunu insanın suçunu başka yere yönlendirerek sorumluluk almaktan kurtulmak için geliştirdiği bir sistemdir. Günah keçileri geçmişte olduğu gibi gelecekte de olacaktır. Bu durum sorunu çözmese bile sorumlu birilerini ortaya atarak, bir kurban vererek insanların rahatlamalarını ve sistemin aynen devam etmesini sağlamaktadır.

Önceleri bir felaketin ardından, kötülükleri kendi üzerlerine çekebilmesi için güzel ve göz alıcı kıyafetler giydirilen suçlu, engelli vs. günah keçileri halkın içine bırakıldıktan sonra, tüm kötülükleri beraberlerinde götürmesi için köyden taşlanarak kovulur ya nehre ya da kayalıklardan aşağı atılırmış. Hemen her kültürde yöntemleri farklı olsa da tanrının öfkesini dindirmek için günah keçileri kurban edilmiş. “Bir kötülüğü def etme yöntemi yüzyıllar içinde değişti. Bir dönem tanrıların öfkesini dindirmenin ve toplumu temizlemenin yolu olan eski bir kefaret töreni, daha sonra yöneticilerin halklarının öfkesini kendi üzerlerinden alıp bir takım kadersizlerin üzerine yüklemesinin bir yolu haline geldi. Zamanla günah keçisi kavramı, yaşanan bir felaketin ardından öfkenin ve suçlamanın hedefi haline gelen her kişi veya grubu temsil eder oldu.”

Charlie Campbell kitabında, Günah Keçisi’nin terim olarak kullanımı, kelime anlamının açıklanmasının yanı sıra geçmişten günümüze gelişimini küçük anekdotlarla genel olarak anlattıktan sonra belli kavramlar özelinde derinlemesine incelemeye geçmiş.

Kral ve Günah Keçisi bölümünde, kralların / liderlerin ortaya çıkışı ve onların gerek başarısızlık gerekse de dini ya da toplumsal kurallar bağlamında öldürülmelerinin cezalandırılmalarının önüne geçmek için yerlerine vekaleten ölen / cezalandırılan günah keçilerinin geçmesi, zamanla bu durumun liderin gücünü korumak için rakiplerine ya da düşmanlarına yöneltilmesi şekline evrilmesi anlatılıyor.

“Erken toplumların, kendilerini krallar gibi yöneten yarı tanrı liderleri vardı. Genellikle bunlar sebzelerin bolluğu için ölmekte olan tanrıları temsil ederlerdi; bu sebeple de nadiren ecelleriyle ölmelerine izin verilirdi. Bunun yerine yaşlılığın yaratacağı tahribattan kurtulup daha güçlü bir şekilde yeniden hayata gelebilmeleri için törenle öldürülürlerdi… zaman içinde tahta geçen daha kurnaz lider bu kaderden kurtulmaya çalıştı ve vekaleten ölüm fikri ortaya çıktı. Hüküm giymiş bir suçlu, kralın yerine öldürülebilir ya da kralın çocuklarından biri onun yerini alabilirdi.”

“Liderler, daima düşmanlarını şeytanlaştırarak, onları kötü ve habis yapıp her türlü doğaüstü olaydan ve beladan sorumlu tutmuşlardır. Bu durum düşmanların insanlıkdışı alçak mahluklar oldukları fikrini yarattı. Dolayısıyla da uğradıkları kötü muameleyi hak etmekteydiler ve onlara zulmetmek yapılacak tek doğru şeydi. Günah keçileri her zaman şeytanlaştırılmışlardır. Ancak bu ekstra suçlama zulmü daha da şiddetlendirmiş, ona akılcı hatta erdemli olma yanılsamasını katmıştır. Kral veya lider, işler kötü gittiğinde, belki kendi sınırlarının dışından, yorulmak bilmeden onlara karşı savaşan bir düşman formunda bir günah keçisi yaratabilir.” Fazla uzağa gitmeye gerek yok, cumhuriyet kurulduğundan beri günah keçisi olarak sunulan iç ve dış unsurların konjonktüre göre, en yakın dost ya da en azılı düşman ilan edildiğinin şahidiyiz.

Geçmişte prensler yerine cezalandırılan ‘şamar oğlanları’ gibi, liderin elinin altında tuttuğu, gerektiğinde toplumun önüne atabileceği figürler, iktidarların olmazsa olmazlarındandır. Şamar oğlanı deyiminin kaynağını da kitap sayesinde öğrenmekteyiz. “Kralların ilahi olduğuna inanılan zamanlarda, genç prensin ya da kralın suç işlese dahi cezalandırılması doğru bulunmuyordu. Yine de, yanlış yaptıklarını göstermek için bazı cezalar uygulanmalıydı. Bunun için yaşıtı bir saray mensubu onun yerine cezalandırılırdı. İşte bu saray mensubu çocuk, şamar oğlanı diye adlandırılırdı. Bunlar genellikle soylu sınıftan ve iyi eğitimli olurlardı. Doğdukları günden itibaren efendileriyle birlikte olduklarından, aralarında güçlü bir bağ ve arkadaşlık olması sıkça rastlanan bir durumdu. Dolayısıyla bu ilişki önemliydi ve arkadaşının kendisi yerine cezalandırıldığını görmek prensi üzebilir ve onun daha sonraki serseriliklerini engelleyebilirdi. Birçok İngiliz kralının, gençliklerinde böyle şamar oğlanları vardı… Şamar oğlanı, daha sonra konumunu kral açısından aşağı yukarı aynı işlevi görecek, daha politik ve daha az şaplaklanan gözde vekilliğe bıraktı.” Yapılan iyi işlerin sadece liderlerin hanesine yazılması kaçınılmazdır ama kötü işler asla liderin suçu değildir. Kötü zamanlarda suçun üstüne atılarak feda edilerek iktidarı kurtaracak insanlar liderlerin etrafında daima bulunmaktadır. Bunlardan şanssız olanları sonsuza dek hain olarak anılmaya devam ederken şanslı olanları ortam biraz sakinleşince yaptıkları iyiliğin karşılığı olarak tekrardan iktidarın has bahçesine buyur edilirler. Osmanlı tarihinde de yeniçeriler ayaklandıkça sadrazamlardan mührün alınması, vezirlerin azledilmesi bazen yeterli olmazdı, o zaman kelle vermek gerekirdi. Zira padişah kutsaldı ve kanının dökülmesi büyük günahtı. Ancak bazen verilen kelleler yeterli gelmez bizzat padişahın kendisi günah keçisi haline gelirdi. Günah keçisi kurban edilince suçun kefareti ödenmiş olur ve ortalık yatışırdı, ta ki işler yeniden kötü gidene kadar bu kavram rafa kaldırılırdı. Liderler ihtiyaç halinde camı kırmadıkları takdirde işin ucunun kendilerine kadar uzanacağını bildiklerinden, günah keçilerini ‘imdat çekici’ gibi ellerinin altında hazır bekletirler.

Şeytan, Hıristiyan Günah Keçisi bölümünde sahne almış ama tarih sahnesi içinde bugünkü başrolünü alması bir hayli zaman almış. Eski Ahit’te, nadiren görülen, küçük bir figürken, insanlara somut bir suç figürü sunma ihtiyacı karşısında zamanla öne çıkmaya başlamış. “Bugün bile Hıristiyanlık Şeytan’a karşı nasıl bir tavır takınacağı konusunda tam olarak emin değildir. Freud ve Jung gibi modern düşünürlerin kötülüğün içimizde olduğuna dair getirdikleri açıklama çoğunluk tarafından da kabul gördü. Yine de hâlâ, özellikle Hıristiyanlığın daha muhafazakâr dallarında, eskilerle aynı fikre, kötülüğün dışarıdan gelen ve Şeytan denilen bir varlığın işi olduğuna inanılır. Kötülüğün ilk defa bu tarz karanlık ve çok güçlü figürlerle özdeşleştirilmesi konsepti, (bize ıstırap çektiren her türlü musibetten tek bir kötülük figürünün sorumlu olması fikri) MÖ 10. yüzyılda İran’da yaşadığına inanılan Zerdüşt ile başlamıştır.”

İsa da günah keçisidir ancak o kötülük kaynağı olan değil insanların suçlarını üstlenerek kefaretini ödeyen bir günah keçisidir. Mesih Günah Keçisi’nde bu durum anlatılmıştır. “Bizim için çarmıhta ölerek, muhtemel bedelleri de ödemiş kabul edilmiştir. Diğer günah keçilerinden farklı olarak, bu kadere gönüllü olmuştur.” Bu durum Müslümanların kestikleri kurbanın üzerinde kıldan ince kılıçtan keskin Sırat Köprüsü’nden geçerek Cennet’e ulaşacaklarına olan inançla özdeşleştirilebilir. Kurban, kötülük kaynağı olduğu için değil, insanların günahlarının kefareti ya da şükran ifadesi olarak Tanrı’ya sunulan bir hediye olarak gelişmiş bir kavramdır. Pagan kültürlerde Tanrı’ya insan hatta kendi çocuğunu kurban etme yaygın biçimde uygulanmıştır, zamanla hayvanın kanının akıtılmasına doğru evrilmiştir.


İnsanlığın, günah keçisi aradığında ilk aklına gelen toplum olan ve tarih sahnesinde defalarca zulme uğrayan Yahudilere de bir bölüm ayrılmışsa da oldukça kısa tutulmasının ve İkinci Dünya Savaşı sırasında uğradıkları soykırımdan bahsedilmemesinin önemli bir eksiklik olduğunu belirtmeliyim. “On beşinci yüzyılda İspanya’da hâlâ Katolikliği kabul etmeyen Yahudiler Engizisyon tarafından cezalandırılıyordu. Üstelik din değiştirmek bile onların lekeli sayılmalarını engellemiyordu… Yahudi adamların kuyruklu olduğuna ve regl gördüklerine inanılıyordu. Kanadıkları için, kaybettikleri kanın yerini doldurmaları gerekmekteydi ve bunu Hıristiyan çocuklarını öldürüp yiyerek karşıladıkları iddia ediliyordu.” Aslında on beşinci yüzyıla gitmemize gerek yok, bugün bile dünya üzerinde olan pek çok kötülüğün günah keçisi olarak Yahudiler gösterilmeye devam ediliyor. Gene bugünün Türkiye’sinde farklı etnik köken ya da mezhepten gelenler birbirlerinin kuyruklu olduğuna varıncaya değin pek çok asılsız ithamda bulunmaya devam ediyor.

Cinsel Günah Keçisi kısmında kadınlara yöneltilen asılsız suçlamalara yer verilirken, kadınların bitmeyen çilelerine değinilmiş. Nasıl ki semavi dinlerde kadın erkeğin yalnızlığına yoldaş olmak üzere sonradan erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmışsa, eski Yunan mitolojisinde de kadın sonradan meydana gelmiştir. Erkek tanrılar yan yana acısız, hastalıksız, rahat bir yaşam sürerlerken; fesat, aldatma ve kör budalalığın tanrıçalarının yaratılmasıyla ortalık karışmış, rahat huzur kalmamıştır. Aristoteles, kadınları erkeklerin ‘sakat’ versiyonları olarak nitelendirmiştir. Semavi dinlerde insanlığın cennetten kovulmasının, dünyaya gönderilip sefalet ve zorluk içinde yaşamasının sebebi olarak kadının itaatsizliği, Havva’nın Tanrı’nın sözünden çıkarak yasaklı ağacın meyvesini yemesi gösterilmiştir. “Yüzyıllar boyunca erkek liderler bu miti, dünyadaki hastalıkların sebebinin kadının itaatkârsızlığı olduğunu göstermek ve ataerkil egemenliğini haklı çıkarmak için kullandılar.”

Kadınlara yöneltilen en büyük suçlama ise cadılık olmuştur. Hâlâ laf arasında hakaret olarak kullanılmaya devam etse de, ortaçağda olduğu gibi kadınların ateşte yakılmasından artık vazgeçilmiştir. Gerçi ülkemizin en büyük sorunlarından olan kadın cinayetlerinin artık cadı avından farkı kalmadığı gibi son beş yılda kadınların ‘sevdikleri’ tarafından öldürülmediği gün neredeyse olmamıştır. “Cadı avcıları yabancı bir nefret figürü yerine içlerindeki düşmanı, Şeytan kılığındaki düşmanı arıyorlardı. Şeytan’ın insanları doğrudan etki altına alması yasak olduğu için o da bu aracılarla insanların ruhlarını sınıyordu. Dünya cadılardan arındırıldığında, kötülüğün azalacağı düşüncesi hâkimdi.”

“Sabbath törenleri, göl kenarları, kavşak gibi alanlarda yapılıyordu ve sonrasında o alan kavruklaşıyordu. Cadılar bu alanlara (uçan süpürgelerle ya da keçi şekline bürünmüş Şeytan’ın sırtında) varırlardı. Şeytan Sabbath süresince keçi formunda kalırdı. Cadılar ve büyücüler yorgunluktan bayılana kadar dans ederler, yeni gelenler keçiyi arka ayağından öpüp dini inkar edip İncil’e tükürürlerdi. Günahlarını sayarlardı ve yeteri kadar günah işlememişlerse Şeytan tarafından azarlanıp, akrep ve dikenlerle tartaklanırlardı. Daha sonra, Şeytan’ın gaydası eşliğinde karakurbağa dansıyla merasim sona ererdi.”

Cadı avcılığı Papalığın himayesi altında yürütülmekteydi. Bir yıl içinde beş yüzden fazla cadı yaktığı iddia edilen Sprenger ve Kramer’in birlikte yazdığı Cadı Çekici olarak bilinen Malleus Maleficarum isimli kitap, ‘büyücü kadını yaşatmayacaksınız’ diye başlıyor ve kadın düşmanlığının her türlüsünü sergiliyordu. “Kadın cinsi çabuk kandırılan, dayanıksız, şehvet düşkünü ve doyumsuzdu. Bir kadın doğuştan yalancı, defolu bir hayvan, dostluk düşmanı, kaçınılmaz bir ceza, rengarenk boyanmış tabii bir günahtı.” “Kitap, cadıların cadı olduklarını kabul etmeyeceklerini ve bu yüzden onlara işkence yapılması gerektiğini söylüyordu.” Kilise tarafından sanıklara suçlarını itiraf ettirebilmek için işkence serbest bırakılmıştır. Ancak buradan da büyük bir dilemma çıkmıştır. Zira işkence sonucu suçlamayı kabul edenler cadılığını itiraf ettikleri için öldürülürken, işkenceye dayanıp kabul etmeyenler de Şeytan’dan aldıklar güçle -cadıların acıya karşı duyarsız olmalarından dolayı- böyle davrandıkları, bunun da cadılıklarının göstergesi olduğu kabul edilerek öldürülüyorlardı. Günah keçisini öldürmek istedikten sonra gözünün üstünde kaşı olması yeterli oluyordu.

Küçük bir çocuğun canını acıtan taşa, duvara, köpeğe vs. ‘pata’ yapması gibi, insanların yüzyıllar boyunca hayvanları, hayvan sürülerini, bitkileri, nesneleri suçlayarak yargılamaları ve mahkemelerce günah keçisi ilan edilmeleri Gerçek Günah Keçisi bölümünde ele alınmış. Cinayetle suçlanan hayvanların yargılanarak infaz edilmelerinden, bir adamla suçüstü yakalanan eşeğin rahibeler dâhil pek çok kişinin iyi karakterli olduğuna şahitlik etmesi neticesinde cinsel saldırı mağduru kabul edilerek serbest bırakılmasına, o kadar şanslı olmayan pek çoklarının yakılmasına, hayattayken işlediği suçlar yüzünden insanların mezardan çıkartılıp yargılanmasına, suçlu bulunan bir çanın Sibirya’ya sürgün edilmesine, ekinlere zarar veren çekirge sürülerinin aforoz edilmesine, yargılanan farelerin mahkemeye güvenlik içinde gelebilmeleri için kedilere ve köpeklere karşı resmi koruma talebine varıncaya değin pek çok ilginç olay bu bölümde anlatılmış.

St. Julien’de 1500’lü yıllarda ekinlere zarar veren buğday bitleri aleyhine yapılan bir yargılama ve sonuçları o günlerde oldukça ciddiye alınmışsa da, bu gün için absürt bir komedi gibi gözüküyor. “Davacılar (şikayetçiler olarak tanımlamak daha doğru olacaktır MFP) böceklerin aforoz edilmesini istiyordu. Savunma Yaratılış’tan dörtlükler alıntılayarak buna karşı çıktı… Sonuçta, bir parça toprağın buğday bitleri tarafından kullanılmasına ve St. Julien’de yaşayanların da bu bölgeden geçmelerine, buradaki suyu kullanmalarına, ayrıca buradaki madenlerden yararlanmalarına da izin verilmesine karar verildi. Bunun haricinde buğday bitleri burada istediklerini yapmakta özgürdü… Davacılar bu kararın buğday bitleri lehine ve çok cömert olduğunu; aforoz edilmemeleri için buğday bitlerinin yıkıcı, tahrip edici faaliyetlerine derhal son vermeleri ve bağları terk etmeleri gerektiğini belirttiler. Buğday bitleri olandan bitenden habersiz mutlu bir şekilde varlıklarını sürdürdü. Bu sırada davacılar ve savunma kendilerini tekrar mahkemede buldu. Savunma ayağa kalktı ve belirlenen bölgenin müvekkilleri için uygun olmadığını, ihtiyaçları karşılamak için verimsiz kaldığını ileri sürdü. Davacılar, bir sürü ağacı, çalısı ve çeşitli bitki örtüsüyle onlara fazlasıyla uygun olduğunu haykırdı. Mahkeme, bir uzmanın bölgeyi incelemesine ve böceklerin ilticası için uygun olup olmadığına dair yazılı bir rapor vermesine karar verdi…” İnsan okuduklarına inanamıyor ve çok komik geliyor değil mi? Ama biraz düşünüldüğü zaman günümüzde de absürt yargılamaların aynen devam ettiğini, bunun yargılanan kişiler için hiç de komik olmadığını görüyorsunuz.

Komünist Günah Keçisi bölümünde Stalin’in günah keçisi olarak Troçki’yi seçmesi, iktidarda tek başına kalmak için Lenin’in Politbüro’sunun tüm üyelerini Sovyet düşmanı olarak dava etmesi; buna karşı olarak da McCarthy döneminde ABD’de de anti-komünizm adı altında yürütülen cadı avı anlatılıyor. İktisadi Günah Keçisi’nde ekonomik felaketlerin sorumluluğunun birkaç finansçıya atılarak sistemdeki genel bozuklukların gözden kaçırılması ele alınıyor. Tıbbi Günah Keçisi’nde ise hastalıkların önceleri tanrının işlenmiş günahlar için gönderdiği bir ceza olarak görüldüğü, bunun halen de bir şekilde devam ettiği aktarılırken, salgının ilk görüldüğü toplum ya da kişinin günah keçisi ilan edilerek, ihalenin Çin Gribi, İspanyol Nezlesi gibi adlarla üzerlerine kalması örneklendiriliyor. Çok fazla söz söylenebilecek bu iki bölüm gibi üzerine ciltler yazılabilecek Komplo Teorisi de hızlıca geçilmiş. Oldukça keyifli ve doyurucu devam eden kitabın sonlarına doğru yazarın bölümleri kısaca değinip geçmesinin günah keçisi acaba ne olmuştur, insan düşünmeden edemiyor. Kitap için sıkıştıran bir editör, bir anda ortaya çıkan yüklü bir borç, kapakta adını görme telaşı, araştırılması gereken yüzlerce kitaptan duyulan bezginlik???

Günah Keçisi denilince ilk akla gelen isimlerden olan Alfred Dreyfus çektiği sıkıntıların karşılığını bu ilginç kitapta bir bölüm sahibi olarak alıyor. Aleyhine neredeyse somut tek bir delil olmadığı halde, Yahudi, zengin ve başarılı bir yüzbaşı olduğu için çevresinin hasedini üzerine çekerek, Alman casusu olduğu iddiasıyla apoletleri sökülerek insanlık dışı koşullarda hapsedilen Dreyfus ve Emile Zola’nın onu savunmak için kaleme aldığı ünlü ‘J’accuse / Suçluyorum’ mektubu burada anlatılmış.

Günah Keçileştirme Psikolojisi’nde tüm bu durumun sebebi tartışılıyor. “Eskiden günah keçisini ilahi bir cezalandırma korkusunu bertaraf etmek için kullanırken artık büyük ölçüde kendimize katlanabilmek için yaratıyoruz. Bireyler olarak, yaşamımıza anlam katacak ve yaşam biçimimizle örtüşecek hikâyeler kurguluyoruz… Kendini kandırma kapasitemiz göz önüne alındığında, sürekli suçlayacak birilerini aramamız çok da şaşırtıcı olmamalı. Yükleme Teorisi bizlerin herhangi bir olay karşısında acil olarak bir neden bulmaya ihtiyaç duyduğumuzu söyler. Bu da bizi bir an önce sonuca ulaşmaya ve başkalarını mesul tutmaya itmektedir. Kısacası içinde bulunduğumuz kötü durum bizim suçumuz olmaz. Başkaları yüzünden başarısızlığa uğrarız, ortalamanın altında olanlar bizi yerimizden ederler. Başarılı olmamız da tamamen kendi kabiliyetlerimiz sayesindedir.”

Kitabın tamamının değerlendirmesi ise Sonuç kısmında yapılıyor. “Tüm bunlardan çıkarılabilecek tek gerçek sonuç günah keçileştirmenin işe yaramadığıdır. Her seferinde problemi çözmektense onun üstünü örtmekle sınırlı kalır; parçalanmakta olan fıçıya odaklanmaktansa içindeki çürük elmalara takılır ve sonucunda bir azınlık çok sert muameleye uğrar. En iyi ihtimalle problemi geçici olarak küçültebilir ama sorunun asıl kökleri dipte kalır. Belki de bir tür arınma törenine ihtiyacımız vardır, ama kendimizi affedebilmenin ve felaketten sonra hayatlarımıza devam edebilmenin yolu kesinlikle bu olamaz. Günah keçisi, kurtulmak istediğimiz ve toplumun çok korktuğu bir parçamızın sembolüdür. Fakat bir kişiyi ortadan kaldırmak, içimizdeki o özrü ortadan kaldırmaz.”

Feride Çiçekoğlu’nun romanından Tunç Başaran tarafından sinemaya uyarlanan, her rastladığımda tekrar tekrar izlediğim Uçurtmayı Vurmasınlar’da; annesi mahkum olduğu için hapishanede büyüyen küçük Barış, altını ıslattığı zaman utanır ve kendini temize çıkartmak için külotundaki Mickey’e suçu atarak, “Ben işemedim ki, Miki işedi!” der. Sesini çıkartmayacak bir Mickey bulduğumuz sürece her şey normalmiş gibi ellerimizi arkamızda birleştirip koskoca herif gibi havalandırmada volta atmaya devam ederiz ama çiş kokusuna burnumuzu tıkasak bile, bacaklarımızdan süzülen sıcak sıvıyı ne kadar saklayabiliriz ki? Gün gelir ensesine vurup durduğumuz günah keçisinin bir boynuz darbesiyle yıkılır gideriz.

Günah keçisinin aslında bir deyim olduğu göz ardı edilerek, hardal rengi kapakta siyah bir keçi illüstrasyonu kullanılmış. Aslında orijinal kapak da sade olsa da, elinde tuttuğu elmayla Havva figürü bence kitabın ruhuna çok daha uygun düşmüş. Yazarla ilgili doyurucu bilginin olmaması ve çevirmen özgeçmişinin hiç yer almaması belki de kitaba getirilebilecek en önemli eleştiriler. Çok keyifli, bilgilendirici ve rahat okunan bu kitabı Gizem Kastamonulu dilimize kazandırmış.

Çok doyurucu bölümlerin yanında gereği gibi incelenmeden geçildiğini düşündüren neredeyse başlıktan öteye geçememiş bölümlerin de bulunduğu ufak bir eleştiri olarak dile getirebilirim. Bu bölümlerin hatta kitap da hiç işlenmediği halde akla gelen diğer günah keçilerinin de eklenerek kitabın büyümesi dileğindeyim. Bir de yazar ağırlıklı olarak İngiltere ve Hıristiyanlık üzerinden günah keçilerini incelediği için, birilerinin çıkıp Doğu ve Müslümanlık üzerinden benzer bir kitap yazarsa bunun da çok ilginç ve çalışmayı bütünleyici olacağı kanaatindeyim.

Son sayfayı parkta okuyarak noktaladığım gün evlilik yıldönümümüzdü, -kitapta kadınlara yapılan haksızlıkları anlatan bölümden de etkilendiğimden- hanımı alıp dışarıda yemeğe götüreyim diye düşündüm. Evi aradım, “Hazırlan yarım saate kadar gelip seni alacağım,” dedim. Yolda ismi lazım değil bir arkadaşa rastladım, kolumdan çekiştirerek zorla meyhaneye soktu. Orada bana zorla içirdi. Ne dediysem dinletemedim, kene gibi üzerime yapıştı, bir türlü rahat bırakmadı. Eve gidebildiğimde saat gece yarısına geliyordu. Baktım, hanımın suratı asılmış, suçum olmadığını hepsinin o densiz arkadaşımın suçu olduğunu anlattım. Pek inanmadı ama sesini çıkartmadı sadece, “Bir çiçek de mi getirmedin?” diye sitem etti. Baktım hediyeyi de unutmuşum, gayri ihtiyari elimi ceketimin cebine attım. Orada bir sertlikle karşılaşınca, “Çok daha özel bir hediye getirdim,” diyerek, satır altları çizilmiş, biraz kıvrılmış Günah Keçisi’ni uzatınca kıyamet koptu. Hep o densiz, zibidi arkadaşımın yüzünden…

 

Günah Keçisi / Başkalarının Suçlarının Tarihi, Charlie Campbell, Çev. Gizem Kastamonulu, Ayrıntı Yayınları, 2013

 

Mehmet Fırat Pürselim

Eylül 2013

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.