* Arjantin, kendi diktatörünü yargıladı. Türkiye ise, kendi diktatörünü hala günlük politikalarına alet etmekten ve arada da maaşına zam yapmaktan öteye gitmiyor. Bir referendum süreci boyunca Türkiye kendi diktatöründen bahsetti. Referandum geçince hakkında suç duyurularında bulunuldu, basın toplantılarıyla, şenliklerle. Üç buçuk ay geçmesine rağmen bu suç duyurularından ses çıkmadı. Oysa propaganda tam tersineydi. Türkiye, 12 Eylül ile hesaplaşacaktı. Arjantin diktatörünü yargıyalıp suçlu bulurken, biz hakkında suç duyurusunda bulunabilmenin “neşesiyle” kaldık. Günlük politikanın malzemesi olarak kullandık ve bitti. Diktatörlerle hesaplaşırken, 300. haftasını deviren Cumartesi Anneleri’ni unutmamak lazım. Diktatörlüklerle hesaplaşmak kişilerle hesaplaşmak değildir sadece, vesayet rejimlerini bitirmek vesayetin adresini değiştirmek değildir. Bir araçla ve o aracı kullanan herkesle hesaplaşmaktır. Aracı yok etmektir, el değiştirmesine “demokratikleşme” diyerek “evet” dememektir. Bir zihniyetle hesaplaşmaktır. Türkiye henüz hiçbirisini yapamadı. Yapmaya yaklaşmadı bile…

* Akp’nin İzmir hıncı bitmiyor. AKP’nin dönemsel İzmir’i karalayalım şenliklerinden bir tanesini daha yaşadık. Bu sefer söz söyleme sırası AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’teydi. Çelik şunları söyledi: “Modernizmi temsil eden kent, Türkiye’nin fihristi, tarım, turizm kenti. Ama ben İzmir’i şuna benzetiyorum. Pırıl pırıl nur topu gibi bir çocuk ama burnu akmış kir pas içinde. Yüzünü, gözünü temizlediğiniz zaman güzelliği ortaya çıkar. İzmir dört tekerine fren takılmış araba gibi. Bir şeye engel olma zihniyeti çözümün bir parçası olmaktan daha öne geçiyor”. Tabii neresinden tutulsa elde kalacak bir beyanat. İlk başta şunu sorgulamak lazım, Türkiye özerk bir yapı mıdır (demokratik özerklik konusuna da geleceğiz) ki, o ülkenin bir şehrinin “kir pas” içinde olmasının tek sorumlusu yerel yönetim midir? Oranın haklı mıdır? Kim elini tutuyor hükümetin İzmir’e yatırım yapması konusunda? Yapsın! Fakat tabii ki, iş yerel seçimleri kaybeden hükümetin belediyeyle hesaplaşmasına döndüğü için olay bambaşka. Fakat, her Genelkurmay açıklamasının AKP’ye oy getirdiği gerçeği gibi, her AKP açıklaması da İzmir’de var olan hakim görüşün daha da artmasına ve sertleşmesine neden oluyor. Tabii bir de unutmadan, İstanbul ve Ankara metrosunu üstüne alan hükümetin İzmir’e bu konuda ne yanıt verdiğini akla getirmek gerek.

* Mavi Marmara yurda döndü. Yardım gemisi olarak Filistin’e giden Mavi Marmara, savaş gemisi olarak Türkiye’ye döndü ve karşılandı. İşi abartıp “Gazi Marmara” diye başlık atan gazeteler bile oldu. Bu Mavi Marmara olayı biraz garip bir yol izledi aslında. Olanlardan sonra Türkiye, “İsrail özür dileyecek” diye yeri göğü inletti. Bir takım önlemler alınacağı söylendi. Sonra bir süre geçtikten sonra, Türkiye kamuoyunda “İsrail kesin özür dileyecek, tazminat konusunda pazarlık yapıyoruz.” iddiaları dolaşıma bile girdi. Tazminatı az bulanlar oldu, çok bulanlar oldu ama bu kandırmaca çok sürmedi. İsrail’den “Asıl Türkiye özür dilesin” cümlesi geliverdi. Tabii kimse “Bizi kim kandırdı?” diye sormadı bile.  Bir başka “Kenan Evren yargılanacak” olayı daha.

* Türkiye’nin en önemli tartışma nesnesi Demokratik Özerklik oldu. Demokratik Toplum Kongresi’nin sonuç bildirisinde yer alan Demokratik Özerklik tüm Türkiye’yi sardı. Bunun geçen haftadan gelen iki dillilik tartışmasıyla birleşmesiyle hem olaylar birbirine girdi, hem de safları daha fazla sıklaştırdı. Bu hengame içinde de en çok kullanılan yanlış argüman ödülünü Belçika aldı. Sadece Türkiye’de biliniyor Belçika’nın bölüneceği. Belçika’nın bu özerk yapısı, işleyen bir sistemden daha çok öcü gibi görünüyor Türkiye’de. Yerel yönetimlerin güçlendiği, insanların kendi yaşadıkları topraklar için kendilerinin karar verebildiği, bunun tüm Türkiye için geçerli olduğu ve demokrasinin ayrıştırmadığı bir model bulunamaz mı?

* İki yeni il geliyor. Hükümet, Yüksekova ve Cizre’yi il yapmaya karar verdi. Özellikle Yüksekova’nın politik ve toplumsal konumunun DTK’nın isteklerine uygun şekillendiği söylenegeliyor. BDP milletvekilleri ve temsilcileri bunun o bölgeleri daha da güvenlik kıskacına almak için yapıldığını söylüyorlar ama daha çok açık değil olaylar.

* Manisa’da bir di-rektör. Manisalı bakan Bülent Arınç şehrinin üniversitesine gidiyor. Orada da üniversite gençliği var. Onların fikirleri, bulundukları yer bana çok uzak ama olsun. Bülent Arınç’ı protesto etmek istiyorlar. Rektör geliyor, “Slogan atarsanız, kimliklerinizi toplar, hepinizi okuldan atarım.” diyor. Ne anlamamız gerek? Mesela şunu anlayabiliriz: Okullarda cezaların verilmesi, rektörün iki dudağının arasındadır. Tam bir otoriter düzen hakimdir. Bunun bir yasaya, yönetmeliğe uygun olup olmaması da gerekmez. Rektör için suçsa suçtur. Rektörü atayan zihniyete göre suçsa suçtur. Manisa’da da bu böyle olmuş. Simgesel bir yere sahip bu olay. Geçen haftalarda, her istediğinde televizyona çıkabilen, TBMM’de konuşabilen bir kişi Ankara Üniversitesi’nde konuşturulmadığı için öğrencilere denmeyen kalmamıştı. (O kişi de rektörün ve dekanın istifasını istemişti. Ankara Üniversitesi’ni bir Manisa, bir Siirt yapamadığı için olsa gerek…) Burada ise öğrenciler tehditle susturuldu. Kim ne dedi? Ankara’da öğrencilere saydıranlar, neden sus pus oldular? Hükümete bağlı köşe yazarları, bebeğini kaybeden kadına küfredenler nerede? Faşizmin ne olduğunu bize tekrar anlatsalar ya!? İleri demokrasimizde üniversitelerde protesto etmek yasak. Protesto edenler artık daha da özgürlük timsali benim gözümde. Kim ne derse desin!

* Ankara’da ulaşıma yine zam geliyor. Bu sefer neden ne Ankaraspor’un yeni bir transferi ne de Ankaragücü’nün borçları. Gençlik Parkı’nda yapılacak olan fıskiye gösterisi. Gereksiz masrafların kaynağı yine Ankara halkı olacak gibi.

Yeşil Gazete ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net