Sekiz yılda 29 binden fazla göçmen Avrupa yolunda hayatını kaybetti”, Yeşil Gazete, 27 Ekim 2022.  

Göç, insanlık tarihi kadar eski bir olay. Sadece insan topluluklarına özgü değil, bütün canlılar için söz konusu.

Ama şimdilik sadece insan topluluklarını ele alalım.

Göç, insan topluluklarının en temel ve en önemli uyum mekanizmalarından biri. Eğer insanlar göç edemeseydi, içinde bulunduğu çevrenin verileriyle ve bilgisiyle koşullara uyum yapmaktan başka tür bir tepki gösterememiş olacaktı. Oysa başka türlü uyumlar yapabilmek için, canlıların yeni bir çevreyle/ yeni bireyler ve kültürlerle iletişime geçmesi ve etkileşmesi gibi, önemli bir olasılık ortaya çıkmış oluyor göç davranışıyla.

Demografik bir terim olarak göç, “iç göç” ve “dış göç” diye iki başlık altında ele alınıyor. İç göçler, ülkenin/ bölgelerin demografik yapısının değişmesine neden oluyor ve nüfusa dinamizm kazandırıyor. Dış göç, özellikle milli devletler çağında, daha önceki göçlere göre çok daha zorlaştırılmış ve denetim altına alınmaya çalışılmış bir insan davranışı…

Göç, belirli bir tempoyla her zaman ve belirli bir örüntüye göre gelişen bir insan davranışı olarak düşünülüyor. Ancak asıl büyük bir tepki doğuran, ansızın hızlanan ve güçlü bir akışa dönüşen göçler.

Ölümlere, çatışmaya, acımasızlıklara varacak kadar yoğun ve hızlı göç akımları; aniden (savaş, afet vb. beklenmeyen bir nedenle) hızlanan, yoğunlaşan ve niceliksel olarak güçlü bir akım halini alan göç dalgaları, çok daha farklı bir sorun olarak çıkıyor toplumların karşısına.

Olağan göç ve olağanüstü koşullarda ve dalgalar halinde bir akım olarak ortaya çıkan göç, toplumları zor bir soru ile karşı karşıya bırakıyor. Aslında son derece insani bir durum olarak değerlendirilmesi gereken, ani göç dalgaları, göçü alan toplumlarda, eski davranış biçimlerini ve etik kalıpları/ standartları zorlayan durumlar yaratıyor.

Göç, çok hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış bir değişim, hatta yıkıcı bir değişim gereği olarak çıkıyor toplumların karşısına.

İklim değişikliği ile ilgili gelişmelerin hızlandığı çağda, göçe karşı gelişmeleri ve tutumları gözden geçirelim:

  • Dışarıdan gelecek ve yerel topluluğun bağışık olmadığı virüsler (Amerika kıtasındaki yerli halkların büyük bir oranın, basit bir grip virüsü nedeniyle yok olması vb. gibi örnekler), yeni tohumlar, başka türlü yapma-üretme biçimleri vb. nedeniyle duyulan, ekolojik dengelerle veya sağlıkla ilgili kaygılar,
  • İş bölümünün, işgücü niteliklerinin ve yoğunluklarının değişmesiyle ekonomik yapıda dönüşüm (üretim ve pazar dahil), hatta sınıfsal kaygılarla ilgili ekonomik karşı çıkışlar;
  • İç politikada ve ülke yönetiminde ortaya çıkabilecek ek sorun ve maliyetlerden duyulan kaygılar;
  • Milli sınır içindeki nüfusun homojenliği/ saflığı ve aynı zamanda mekansal dağılımı ve yoğunlaşmaları nedeniyle ortaya çıkabilecek/ çıkan değişimlerden duyulan kuşkular dolayısıyla oluşan demografik kaygılar;
  • Heterojenleşme kaygısı: Birbirinden farklı etnik diller-kültürlerden, gündelik yaşam alışkanlıklarından vb. (daha çok politik/ toplumsal her toplumun asimile edebileceği veya hoş görebileceği ve birlikte yaşayabileceği ölçüyü aşan etkiden duyulan kaygı, muhafazakar olsun veya olmasın, bütün toplum kesimleri bakımından) duyulan kaygılar;
  • Milliyetçi, ayrımcı ve/ya bireysel/ bölgesel/ ülkesel bencillikler nedeniyle karşı çıkışlar, (bunların önemli bir bölümüne ideolojik ve ırk-uygarlık üstünlüğü vehmine dayalı bakış açısı diyebiliriz);
  • Belki de her şeyden önemlisi, (bütün canlı türleri için) cinslerin, ırkların hatta kültürlerin melezlenmesi, saflığını kaybetmesi, akültüre olması, yeni sentezlerin oluşması vb. ile ortaya çıkacak yeni durumla ilgili belirsizliklerle ilgili kaygılar yaratıyor.

Ayn al Arab’da Türkiye sınırında bekleyen insanlar. Fotoğraf. John Stanmayer / National Geographic

Bu karşılaşma durumunu, bir anlamda, yerel bir toplumun veya yerel bir kültürün, kendi geleceği hatta sağ kalma (survival) içgüdüleri/ içgüdüsel refleksleri veya davranışları olarak düşünebiliriz.

Aslında yerel topluluğun, saf kalma, kültürel olarak kendi arılığını koruma kaygısının ötesinde, göçü bir yaşam ya da yok oluş kaygısıyla karşılamasını, dışarıdan gelen ve ne olduğunu tam kestiremediği bir başka toplumsal ve yaşamsal nitelikle karşılaşması biçiminde düşünebiliriz.

Yerel bir (toplumsal, kültürel, ekonomik/ ekolojik) homojenliğin, ansızın tanımadığı veya niteliklerini bilmediği (ve/ya bu nitelikle etkileşiminin sonuçlarını kestiremediği) önceden düşünülmemiş ve hazırlıklı olmadığı bir durum karşısındaki tepkisi olarak düşünülebilir. Bunun küçük ölçekli örnekleri olabileceği gibi, ülkesel, bölgesel hatta evrensel örnekleri de düşünülebilir. (Uzaydan gelen akılı canlılarla karşılaşma üzerine izlediğimiz/ okuduğumuz bilim-kurgu öykülerinin ne kadar çok olduğunu anımsayalım.)

Göç, insan toplulukları açısından her zaman (Primatların Afrika’dan başlayan, Neandertal ve diğer türler/coğrafyalarla karşılaşmasıyla süren bir tarih bakımından) güç, alt-üst edici bir sorun alanı olmuş olabilir.

Birçok (yerel) insan topluluğunun, kendi iç dengeleri ile oldukça kapalı ve homojen topluluklar olarak yaşamlarını sürdürmekteyken, bir dış öge olarak gelen ve daha basit teknolojik düzeyde buldukları insan topluluklarına saldırdıklarını gösteren bir insanlık tarihi var.

Üstelik bu tarih (özellikle batı tarihlerinin “keşifler” dediği çağdan sonra) bir çeşit Batı Avrupalı toplumların dünya üzerinde ekonomik-politik-askeri ve kültürel egemenlik kurduğu bir sömürgecilik çağı ile özdeşleşmişse…

Toplumlar, istilacıların askeri-politik bir zorbalıklarıyla bastırılmış, dönüştürülmüş ve köleleştirilmiş.

Bütün dünyanın belleğinde, zorla göç ettirmiş ve bu ülkelere göç etmiş, melezleştirmiş ve (bazı durumlarda azınlıkta olsa bile) akültüre etmeye çalışmış (ve bunu da bazı durmalarda başarmış) toplulukların, kültürel-ideolojik olarak yazdığı bir insanlık tarihi var.

Şimdi, böyle insafsız bir sömürü/ sömürgeleştirmeyle, büyük bir acımasızlıkla ve şiddetle ayrımcılıklara dayanarak yazılmış, dengesizlikleri ve egemen olanı kutsayan tarihi belleğinde taşıyan insanlığın, göç olayına nasıl bir korku ve kuşkuyla bakabileceğin öngörmek hiç de güç değil.

Gerçi burada istila ve göç olgularını karıştırmamak ve bunların farklı olduğunu anımsamakta yarar var.

Ancak saldırgan üstün beyaz insan tarafından yazılmış tarih bakımından, bu saldırının arkasından gelen (ve çeşitli biçimleri olan) sömürgen göçün (teknolojik üstünlüğüyle yağma ve sömürü amaçlayan az sayıda göçmenin), yerel topluluklar tarafından nasıl anlaşıldığını ve değerlendirdiğini düşünmemiz gerek.

Hollywood, belki yarım yüzyıldan daha uzun bir süre bu öyküyü, göç etmekte olan istilacıların bakış açısından anlattı. Şimdi gereksinim duyduğumuz öykü belki de, “batıya göç” filmlerini tersine çevirmek olmalı. Akdenizli yeni göçmenlerin, şişme botlardaki düşünceleri, hayalleriyle ilgilenmeliyiz artık…

Bütün cinsler ve canlılar bakımından ekolojik dengeleri ve melezleşmeleri yeniden düşünmeyi gerektiren yıllarda yaşıyoruz.

İklim değişikliği (ve belki de savaşlar vb.) nedeniyle ilgili beklentiler, göçün giderek artacağını ve gelecek on yıllarda insan topluluklarının bu yeni duruma karşı daha hazırlıklı olmasını gerektiğini gösteriyor. Bu yeni karşılaşmaların, “keşifler” veya “batıya göç” serüvenlerindeki gibi, çok kanlı, acımasız ve şiddet getiren “istilacı” bakış açısıyla düşünülmesi gerekmiyor. Göç eden ve göç alan toplulukların, bu yeni göç olgularına, ortaya çıkabilecek yeni sorunların ve dengelerin nasıl daha iyi, daha sorunsuz biçimde ele alınabileceğine dair hazırlanmaları gerekiyor.

Yeni karşılaşmaların ve bilmediğimiz kültürlerle, topluluklarla insanlarla karşılaşama beklentilerinin, mutlaka asimile edebilme kapasitesi, melezleşmeyi belirli bir minimumda tutabilmek kaygısı, üstün ırk-üstün kültür ile geriliğin ve ilkelliğin karşılaşması biçiminde tahayyül edilmesi gerekmiyor.

İtalya’nın yeni faşist başbakanının, belki de bütün Avrupa’nın ve bütün ülkelerin yöneticilerinin, başka coğrafyalara doğru hareketlenmiş insan topluluklarıyla nasıl ilgilenebilecekleri, orta ve uzun erimde daha eşitlikçi ve ayrımcılıksız bir yaşama düzenini nasıl kurabilecekleri ve bütün bu gelişmelerin toplulukları nasıl değiştirebileceği ama aynı zamanda zenginleştirebileceği üzerinde düşünmeleri gerekiyor.

Bunun için kendilerini eğitmeyi, yenilemeyi ve geleceği, herkes için daha iyi olabilecek bir biçimde nasıl planlayabileceklerinin yaratıcılığına erişmeleri, yeni düşünme-anlama biçimlerini bulmaları gerekiyor.

 

Paylaş
Yazar:
Akın Atauz