Lima İklim Zirvesi COP 20, her sene gelenekselleştiği gibi, planlandığı zamanda sona eremedi. Cuma sabahı tekrar başlayan ve yeni bir sadeleştirilmiş metin üzerinde devam eden müzakereler tamamlanamayınca, toplantı Cumartesi’ye uzadı. Bu nedenle Lima görüşmelerinden çıkacak sonucu ancak gelecek hafta başında, Türkiye’ye döndükten sonra değerlendirme şansım olacak.
Bu nedenle Lima izlenimlerinin son yazısını Halkların İklim Zirvesi’ne ayırmanın isabetli olacağını düşünüyorum. Eğer iklim değişikliğini asıl olarak insanların çözebileceğini düşünüyorsak, insanların neler konuştuğunu dinlemekte ve tabandaki bu tartışmanın bir parçası olmakta fayda var zaten.
Kentin en büyük parkında Alternatif Zirve
Halkların İklim Zirvesi 2009’da Kopenhag’da başlayan alternatif zirveler dizisinin bir parçasıydı ve Kopenahag’dan bu yana yapılan en kalabalık ve etkili zirveydi. Toplumsal mücadelelerin ve halk hareketlerinin güçlü bir geleneğe sahip olduğu Latin Amerika’da beklenebileceği gibi canlı, renkli, iyi organize edilmiş, katılımlı bir zirveydi. Alternatif zirveyi düzenleyen örgütler arasında Peru’nun beş ayrı işçi sendiklaları konfederayonu, üç kadın örgütleri federasyonu, öğrenci örgütleri federasyonu, çiftçi örgütleri, gençlik örgütleri, yerli örgütleri ve benzeri hareketler vardı. Uluslararası alandan da başta Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) olmak üzere çok sayıda işçi, kadın ve yerli örgütüyle Küresel İklim Adaleti Kampanyası, 350.org ve Friends of the Earth aktif destekçiler arasındaydı. Ziveyi düzenleyenler ve katılanlar arasında özellikle yerlilerin, kadınların ve gençlerin çok aktif ve görünür olduğunu söyleyebilirim.
Halkların İklim Zirvesi, kent merkezindeki büyük bir parkın içinde kurulan çadırlarda, Parque de la Exposición‘da yapıldı. Çadırlardan bir büyük (400-500 kişilik) ve 5 daha küçük (80-100 kişilik) toplantı salonu oluşturulmuştu. Ancak toplantı salonları bunlarla sınırlı değildi, yakınlardaki birkaç binadaki salonlar da kullanılıyordu. Ayrıca bir büyük çadırda Biyoçeşitlilik Sergisi vardı. Zirve alanının dışında, parkın ortasında da çoğunluğunu yerlilerin kurduğu standlarda geleneksel yiyecekler ve giysiler satılıyordu. Çeşitli grupların yayınlarını sattığı standlar da etrafta görülebiliyordu ve basın merkezi çadırında kurulan bir radyo istasyonu da sürekli canlı yayın halindeydi.
Zirvede sadece birkaç salonda çeviri vardı ve oturumlar doğal olarak İspanyolca ağırlıklı sürüyordu. Çeviri olan oturumlar genellikle uluslararası örgütlerin düzenlediği, Latin Amerika dışından konuşmacıların olduğu toplantılardı, bu nedenle özellikle yerlilerin konuştuğu büyük oturumları izleme şansım olmadı. Belki de yerlilerin kouştuğu çevirili oturumlara denk gelemedim, bilmiyorum. Ancak zirvede izleyebildiğim oturumlardan ikisi oldukça ilginçti. Bunlardan biri Carbon Market Watch (Karbon Ticareti İzleme Örgütü) tarafından düzenlenmişti ve Temiz Kalkınma Mekanizmaları (CDM) ile yeni sürecin yeni mekanizması olan NAMA‘ları (Ulusal Uygun Azaltım Eylemleri) karşılaştıran ve konuyu özellikle de atık meselesiyle ilgili yapılan projeler üzerinden değerlendiren bir oturumdu.
NAMA’ların getirdiği fırsatlar ve riskler
Kyoto Protokolü’nde yer alan CDM, gelişmekte olan ülkelerin emisyon azaltımı yapabilmeleri için gelişmiş ülkeler tarafından finanse edilen projelerin, finanse eden ülkeye karbon kredisi kazandırmasına deniyor. Kirletici bir gelişmiş ülkenin gerçek bir emisyon azaltımı yapmak yerine bunu offset etmesini, yani başka bir yere kaydırmasını, dolayısıyla da aslında azaltım yapmadan yükümlülüğünü yerine getirmesini sağlayan, yatırımın kendisi de çoğunlukla bir işe yaramayan bu esneklik mekanizmaları Kyoto’nun en çok eleştirilen yanlarından biriydi.
Yeni süreçte getirilen (2007’deki Bali Zirvesi’nde icat edilen) NAMA’lar da buna biraz benziyor, ancak en önemli fark bu kez odağın finansmanı sağlayan ülke değil, yatırımın yapıldığı ülke olması. Hatta NAMA projesinin öncelikli hedefi emisyon azaltımından önce yapıldığı ülkede kalkınmayı desteklemesi. Çünkü artık gelişmekte olan ülkelerde emisyon azaltımı sağlayacağı varsayılan bir NAMA projesine bir gelişmiş ülke finansman sağlasa bile (ki şart değil) finansmanı sağlayan ülke karbon kredisi kazanamıyor. Dolaysıyla NAMA’nın CDM’den farklı olarak esneklik mekanizması (offset) özelliği yok. Yine de bir gelişmekte olan ülkenin NAMA yapması her zaman masum olmayabiliyor. Henüz NAMA’lar pilot safhada sayılır, bu nedenle verilecek çok fazla örnek yok, ama NAMA projeleri için geliştirilmiş net ekolojik, çevresel ve sosyal kriterlerin olmaması büyük sorun. Projeyi yapanların halkın katılımını garanti etmesi, herhangi bir değerlendirme, hesap verme mekanizması kurması gerekmiyor. Proje dosyasında, yapılacağı ülkede emisyonları azaltacağının ve kakınmaya katkıda bulunacağının gösterilmesi yetiyor. Bir rüzgâr santralı, atık ayrıştırma tesisi, bir ağaçlandırma veya toplu ulaşım projesi, hatta bunlara dair politika geliştirme önerileri NAMA listesine alınabiliyor, ama projenin etkilerinin detayına girildiğinde işin içyüzü başka olabiliyor.
Bu nedenle NAMA’ların iklim finansmanını (örneğin Yeşil İklim Fonu‘ndan gelecek paraları) gerçekten çevreci yatırımlara yönlendirmesi olası olduğu gibi, amacının tersine, yine emisyon yaratacak veya çevreyi kirletevek, insanların geçim kaynaklarını etkileyecek, sosyal sorunlara yol açacak yatırımlara yönlendirmesi ve kirletici yatırımların iklim değişikliğiyle mücadele adı altında meşrulaştırması ihtimal dahilinde. Türkiye’deki HES’leri örnek olarak vermek bu durumun neye benzediğini anlamak için yeterli olur sanırım. Yerel toplulukların onayı alınmadan, hatta ciddi protestolarda bulunmalarına rağmen yapılan, dereleri ve vadileri tahrip ettiği için doğa korumacıların da itiraz ettiği HES projeleri, sudan enerji elde etmek (küçük HES’ler) yenilenebilir sayıldığından kolaylıkla NAMA’ya dönüştütülebilir ve Yeşil İklim Fonu’ndan finanse edilebilir. Türkiye Ek 1 ülkesi (yani İklim Değişikliği Sözleşmesi’nde gelişmiş ülke) sayıldığından NAMA yapma ve Yeşil İklim Fonu’ndan yararlanma hakkı yok, ama Paris’ten sonra bu yol açılabilir. Zira Türkiye’nin bu zirvelerdeki en ısrarlı taleplerinden biri bu.
Toplantıda konuşan Zero Waste Europe‘dan (Avrupa Sıfır Atık) Maria Vilella, Ekvador’da yapılan bir NAMA projesinden verdiği örnekte, yatırımın atık ayrıştırma gibi bazı faydaları olsa da, kalan biyolojik artığın çimento fabrikalarından yakıt olarak kullanıldığını ve dolayısıyla yine karbon ve diğer kirletici madelerin emisyonuna neden olduğunu, çünkü bileşiminde %30’un üzerinde plastik bulunduğunu anlattı. Aynı şey bilindiği gibi fabrika atıklarının yakıldığı ve en tehlikeli kanserojen olan dioksin’in açığa çıktığı atık yakma tesisleri için de geçerli.
Sonuç olarak NAMA projeleri eğer çevresel, ekolojik ve sosyal etki değerlendirmeleri yapılırsa, şeffaf süreçlerle yürütülürse, yerel halkın katılımı ve onayı sağlanırsa ve elbette işin özü iyice kaçırılıp kömür, doğal gaz gibi fosil yakıt yatırımları (düşük emisyonlu fosil yakıt (!) adı altında) bu işe bulaştırılmazsa, işe yarayabilir. Ancak aktivistlerin şirketlere ve devletlere karşı ciddi (ve haklı) bir güven sorunu olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Şirketler COP’lara el koymaya çalışıyor
Halkların İklim Zirvesi’nde katıldığım bir diğer oturum ise Kolombiya merkezli Democracy Center ve Avrupa Şirket İzleme Örgütü (Corporate Europe Observatory-CEO) tarafından düzenlenmişti ve toplantıda kirli şirket stratejilerinin nasıl önlenebileceği konuşuldu, deneyim paylaşımı yapıldı. Katılımcıların küçük gruplara ayrılarak yoğun tartışmalar yürüttüğü oturumun girişinde CEO’dan Pascoe Sabido‘nu şirketlerin COP zirvelerine el koyma taktikleri üzerine verdiği örnekler çarpıcıydı. Geçtiğimiz yıllarda inkarcı sahte bilimcileri zirvelere gönderen kömür ve petrol şirketlerinin artık taktik değiştirip sorunun önemini kabul eder göründüklerini ve kendilerini çözümden yanaymış gibi göstermek için sponsor olarak, konuşmacı göndererek ve yan etkinlikler düzenleyerek imaj düzeltmeye çalıştıklarını söyleyen Sabido, hatta büyük şirketlerin şimdi COP’larda devletler gibi müzakerenin resmi tarafı olmak istediklerini ve Paris’te bu hakkı kazanmak için baskı yaptıklarını anlattı.
Kuzuyu kurda teslim etmekten başka bir anlam taşımayan bu gibi gelişmelere karşı sivil toplumun ve aktivistlerin sürekli izlemede olması ve olan biteni deşifre etmesi gerektiğinin altı çizilen oturumda söz alan Friends of the Earth’ün eski başkanı Nijeryalı Nimmo Bassey de şirketlerin yaptıkları halkla ilişkiler harcamalarının dudak uçuklatacak düzeyde olduğunu, bazı petrol şirketlerinin bu amaçla yeni petrol kuyuları için harcadıklarından fazla para harcadıklarını söyleyerek petrol şirketlerinin kendilerini “enerji şirketi” olarak adlandırmalarının da bir taktik olduğunu, dolayısıyla dil konusunda çok dikkatli olmamız gerektiğini vurguladı. Toplantıda Latin Amerika ve dünyanın çeşitli bölgelerinden mücadele örnekleri verildi.
Sonuçta şirketlerin doğa ve insan haklarına karşı yürüttükleri saldırgan stratejilere karşı ne yapılması gerektiği konusunda Türkiyeli aktivistlerin de çok aşina olduğu bir şema çıktı ortaya: 1- Dava açarak, parlamento ve yerel yönetimler yoluyla yasal mekanizmaları kullan. 2- Bunları halk hareketleriyle ve kitlesel eylemlerle bir araya getir. 3- İnsan hikayelerini ön plana çıkar ve tek konulu kampanyalar düzenle. 4. Yerel mücadeleleri küresel mücadelenin bir parçası haline getir. 5- İnsanlara ulaş.
Asıl umut burada
Naomi Klein, iklim değişikliğini anlattığı son kitabı “Bu Her Şeyi Değiştirir”de iklim değişikliğiyle mücadeleyle kapitalizmin tamamen kuralsızlaştırılmasının aynı tarihsel kesite denk geldiğini ve iklim değişikliğini durdurmak için yapılması gereken her şeyin, son 30-40 yıllık kuralsızlaştırma rejimine ters düştüğü için başarısız olduğunu anlatıyor. Ana sloganı “iklimi değil sistemi değiştir” olan Halkların İklim Zirvesi’nde de ana vurgulardan biri buydu. Çünkü iklim değişikliğiyle gerçekten mücadele etmek için önce bu akıl dışı anlayışı terk etmek gerekiyor. Bu sistemden asıl yarar sağlayan, üstelik sorunun da kaynağı olan şirketler, üstelik fosil yakıt şirketleri iklim zirvelerine bile sızmışken ve gerçek çözümü engellemek için her türlü yolu kullanırlarken, mücadele edilmesi gereken asıl hedef de şirketler oluyor.
Alternatif zirvede ayrıca iklim değişikliğinden en çok etkilenen toplum kesimlerinin, yani kadınların, yerel toplulukların, yerlilerin, çiftçilerin sorunları ve mücadelelerinin konuyla olan bağlantıları da ön plana çıkarılıyordu. Pachamama, yani Toprak Ana da her yerdeydi! Konuyla ilgili öncelikli mücadele alanı olarak gıda egemenliğini belirleyen Halkların İklim Zirvesi’nde Peru’nun olağanüstü biyolojik çeşitliliğini gözler önüne seren, örneğin yüzlerce mısır ve patates türünü bir araya getiren Biyoçeşitlilik Sergisi de güzel bir semboldü. Yani alternatif zirve iklim değişikliğiyle mücadelenin sadece soyut azaltım hedefleriyle, yenilenebilir enerji teknolojileriyle ve şirketleri çözüme ikna etmekle falan alakalı olmadığını, asıl çözümün doğanın ve insanın haklarını korumakla, yerel toplulukların bilgisini korumak ve gelecek kuşaklara aktarmakla, feminist mücadeleyle, toprakla olan bağı yeniden kurmakla mümkün olduğunu göstermesi açısından da önemliydi.
Zaten sistemi değiştirmenin “gerçekçi” olmadığını söyleyenlere, işe yaramayan azaltım hedefleri nedeniyle emisyonları sürekli artırarak iklim değişikliğini durdurmanın neresinin gerçekçi olduğunu sormak gerekiyor!
İklim Zirveleri’ni, yani COP’ları elbette başıboş bırakmamak, daha iyi bir anlaşma için devletlerin koyacağı hedefleri izlemek, politikaların takipçisi olmak, bu zemini sonuna kadar zorlamak gerekiyor. Bu anlamda uluslararası çevre ve insani yardım örgütlerinin, düşünce kuruluşların ve bilim çevrelerinin zirveleri izlemesi ve mümkün olan bütün yollarla etkide bulunmaya çalışması çok önemli. Ama Halkların İklim Zirvesi ve Yürüyüşü çözümün tabanda ve insanların, özellikle de genç kuşağın mücadelesiyle mümkün olduğunu bir kez daha hatırlattı. 21 Eylül’de New York’ta yürüyen 400 bin kişiyi milyonlara çıkarmak, alternatif zirveleri halkın aktif olarak katıldığı asıl mücadele alanlarına dönüştürmek gerekiyor.
İklim değişikliği mücadelesi sanıldığı gibi umutsuzluk ve kıyamet tellalığı değil. Tam tersine asıl umut, burada.
Ümit Şahin – Yeşil Gazete
Lima, 13 Aralık 2014
* Ümit Şahin, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde iklim değişikliği araştırmacısı, kıdemli uzman olarakçalışmaktadır.
Kerry büyük konuştu, ama Lima’da müzakereler yine tıkandı – Lima izlenimleri-9 [11. gün]
Lima’da Halkların İklim Yürüyüşü: “İklimi Değil, Sistemi Değiştir” – Lima izlenimleri-8 [10. gün]
Çevre Bakanı’nın konuşması ve Türkiye’nin pozisyonu – Lima izlenimleri-7 [9. gün]
İkinci hafta somut gelişmeler ve eylemlerle başladı– Lima izlenimleri-6 [8. gün]
“İşte kötü bey olmuş, iyi kötüye köle…” – Lima izlenimleri-5 [5. gün]
Lima’da kilidi hakkaniyet ve adalet açacak – Lima izlenimleri-4 [4.gün]
Küresel ısınmada 2 dereceyi 2030’larda aşabiliriz – Lima izlenimler-3 [3.gün]
Yeşil İklim Fonu’nu kim yedi? – Lima İzlenimleri-2 [2. gün]
İklim zirvesi 20. kez toplandı – Lima izlenimleri-1 [1. gün]