Kategoriler: Uncategorized

Biyolojik korsanlık meselesi – Tarık Nejat Dinç

Siyah havuç vakası, üniversitede çevre sosyolojisi derslerimde biyolojik korsanlık konusuna örnek olarak kullanabileceğim ölçüde net ve somut bir vaka!

Olayın 3 boyutu var: Bir, Monsanto’ya ait ve dünyanın en büyük sebze meyve tohum şirketi olan Seminis’in Adana’da köylü pazarından alarak geliştirdiği siyah havuçla ilgili patentinin yasal ve hukuki boyutu; iki, yerel halkların ve sahip oldukları yerel bilginin onlardan (ç)alınarak kar yaratan bir meta haline dönüştürer biyolojik korsanlık meselesi ve bunun ülkemize yansımaları; ve üç, tüm bunların yaşanmasına yol açan ve gıda-tarım zincirinin en temelinde yer alan fikri mülkiyet hakları ve yaşamın patentlenmesi meselesi.

Siyah havuç vakasında, şirketin aldığı patentte yasal sorunlar olup olmadığı hukukçuların, özellikle de Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı hukukçularının  araştırması gereken bir mesele. Öncelikle ufak bir tespit yapayım. Patent başvurusu ABD Bitki Çeşidi Koruma Kanunu hükümlerince yapılmış ve kabul edilmiş. Burada hemen ufak bir parantez açmak gerekiyor. Teknik anlamda söz konusu olan bir “patent” değil, bir tür sertifika. Ancak bu sertifika iki istisna dışında pratikte patentle aynı işlevi görüyor. Patent/sertifika başvurusunda gördüğüm kadarıyla Adana’da köylü pazarından alınan tohumların “landrace” / “köy çeşidi” olduğu ifade ediliyor. Siyah havuç hem gıda endüstrisinde doğal boyar madde olarak kullanılır, hem de özellikle Adana yöresinde çok yaygın olan şalgam suyunun ana maddelerinden birisidir. Yani Adana bölgesi kırmızı havucun üretiminin de tüketiminin de çok yaygın olduğu bir bölge. Böyle bir bölgede pazardan alınan kırmızı havuç tohumunun basit bir “landrace” / “köy çeşidi” olma ihtimali fazlasıyla düşük. Patent başvurusunda Türkiye’den alınan tohumun sürekli olarak “landrace” olarak tanımlanıyor olması doğrusu mide bulandırmıyor değil. Ancak dediğim gibi bu hukukçuların incelemesi gereken bir konu. Her ihtimalde ABD Bitki Çeşitliliği Koruma Kanunu uyarınca, patente itiraz süresi 5 yıl ile sınırlı. Dolayısıyla siyah havuç patentinde hukuki bir sorun varsa da, buna yasal müdahalede bulunmak artık imkansız görünüyor. Ancak burada şu soru sorulmalı: Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının, başta ABD’de verilen patentler veya sertifikalar olmak üzere, bu tip biyolojik korsanlık vakalarına karşı yasal bir müdahalede bulunabilmek için yeterli teknik donanımı ve hukuki takip sistemi var mı? Varsa bunlar nelerdir ve bugüne kadar ne şekillerde uygulanmış ve ne sonuç alınmıştır?

Siyah havuç özelinden çıktığımızda ise karşımıza neo-liberal düzenin yeni bir yayılma alanı olarak biyolojik korsanlık meselesi çıkıyor: Biyolojik korsanlık en temelde, yerel halkların ve kültürlerin sahip oldukları kolektif ve kadim bilginin özellikle 1. Dünya ülkelerindeki şirketlerce kendine mal edilerek, kar üreten birer ticari meta haline getirilmesi. Buna bir tür yeni-sömürgecilik de diyebiliriz.

Biyolojik korsanlığın en yaygın olduğu iki alan var: Tıbbi ilaçlar ve tarımsal ürünler. Ve ne ilginçtir ki bu iki alanda da büyük ölçüde aynı küresel şirketler faaliyet göstermektedir.

Ülkemiz 3 ayrı biyoçeşitlilik kuşağının kesişim yeridir. Bu da Türkiye’nin istisnai bir biyoçeşitliliğe sahip olmasını sağlamaktadır. Ayrıca bu topraklar insanlık tarihinde neolitik devrim diye adlandırılan bitki ıslahının ilk yaşandığı topraklardır. Dolayısıyla Anadolu’da tarım dünyanın başka hiç bir bölgesinde olmadığı ölçüde eskiye dayanmaktadır. Bu iki faktör bir araya gelmesi, ne yazık ki ülkemizi biyolojik korsanlığın uğrak adası, veya otoyolu haline çevirdi. Bugün, çok geç -10 yıl sonra- haberdar olduğumuz bu siyah havuç vakası, ülkemizde yaşanmış olan ve henüz haberimiz dahi olmayan binlerce muhtemel biyolojik korsanlık vakasından sadece bir tanesi.  Ve ne ilginçtir ki (veya hiç de ilginç değil aslında) bu biyolojik korsanlık vakasının arkasında da dünyaya ve ülkemize musallat olan GDO belasının başaktörü olan Monsanto şirketi var. Yani bu şirket bizi iki taraflı bir kıskaç içine almış, ve bizim, ülkemizin tarımından ve gıdasından sorumlu olanların gıkı çıkmıyor.

Bu da bizi üçüncü noktaya getiriyor:

Greenpeace’in de bileşeni olduğu GDO’ya Hayır Platformu, sadece GDO’lara karşı çıkmıyor. Esas olarak, GDO’ları da başımıza musallat eden mevcut küresel gıda-tarım sistemine  karşı çıkıyor. Bu çarpık sistemin de temelinde tohumlar, tohumların bir özel-ticari mülkiyet nesnesi olarak kodlanması yatıyor. Tohumların neo-liberal sistemde ticari meta haline dönüştürülmesi ise siyah havuç örneğinde gördüğümüz fikri milkiyet hakları ile sağlanıyor. Bu yüzden GDO’ya Hayır Platformu bundan 10 sene önce, (kaderin ne ilginç cilvesi ki, tam da Monsanto şirketinin siyah havucumuzu kendi mülkiyetine geçirmek için patent başvurusu yaptığı sırada)  “Yaşam patentlenemez” sloganı ile yola çıktı. Çünkü tohum bir canlı varlıktır, tohum yaşamın kendisidir, ve yaşam hiç bir insanın –veya şirketin- mülkiyetine alınamayacak kadar yücedir. Bugün siyah havuç örneğinde bu cümlenin önemini bir kez daha görüyoruz: Yaşam patentlenemez!

Bu sebeple, siyah havuç benzeri biyolojik korsanlıklara engel olmanın yolu asla ve asla söz konusu bu yerel çeşitlerin benzer bir mülkiyet mantığıyla ticari koruma altına almak değildir. Bu bir yanlışı aynı yanlışla düzeltmeye çalışmaktır ve iki yanlış asla bir doğru etmez.

Yapılması gereken, insan ile doğanın birbirini ürettiği ve kuşaktan kuşağa damıtılarak gelen bu bilginin, ve bu bilgi neticesinde geliştirilen tohumların insanlığın ortak kullanımında kalmasını ve bunların asla bir mülkiyet ve ticari meta konusu haline gelmemesini sağlamaktır.

Tarık Nejat Dinç 

Paylaş
Yazar:
Konuk Yazar