Doğa MücadelesiEditörün Seçtikleriİklim KriziManşet

Temiz çevre hakkı, temel insan hakkı olarak tanındı: Şimdi ne olacak?

0

Birleşmiş Milletler (BM), tarihi bir adım atarak temiz ve sağlıklı bir çevreye erişimi temel bir insan hakkı olarak tanıdı.

İklim örgütleri ve sivil toplumun yaklaşık elli yıldır beklediği bu karar, yasal bir bağlayıcılığı olmasa da, çevre mücadelesinde ‘bir dönüm noktası‘ olarak nitelendiriliyor.

161 ülkenin, insanların sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını tanımasının iklim eylemi için mücadele edenlerin elini güçlendirmesi ve devletlerin iklim taahhütlerini uygulamaya koymasını hızlandırması bekleniyor.

Neler getirecek?

Peki bu gelişme, sağlıklı çevre hakkını halihazırda Anayasasında tanımış olan Türkiye’de nasıl bir değişim yaratabilir?

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Gökhan Ersoy’a göre bu kararın bizi ‘mavi gökyüzüne’ bir adım daha yaklaştırıp yaklaştırmayacağına dair net bir şey söylemek henüz mümkün değil. 

Türkiye’yi ‘çekimser’ kalan sekiz ülke arasında görmediği için şaşırdığını söyleyen Ersoy, “Bu kararın alınması ve Türkiye’nin de bunu desteklemesi, Türkiye’deki temiz hava hakkını koruyan politikalara yansımadığı sürece bizim için pratikte pek bir anlam ifade etmeyecek” diyor:

“Çünkü daha kendi regülasyonlarını işletmekte; yükümlülüklerini yerine getirmekte eksik kalan, kendi çizdiğe çizgiye mutabık kalamayan bir idari kamu otoritesi var. Mevcut hukuki dayanaklara ve altyapılara rağmen davaların yine de hükümetin politikalarına paralel şekilde sonuçlandığını görmek mümkün.”

Türkiye halihazırda ‘topu taca atıyor’

Çevremizi kirleten kaynakları bilmenin de bu temel hakla ilintili olduğunu vurgulayan Ersoy, Türkiye’de bilgi edinme hakkının dahi kullanılamadığını hatırlatıyor:

“Evrensel bir hak olarak bu pratikleştirilecekse, kirleticileri bilmek de en temel haklarımızdan biri. Ama basit bir bilgi edinme başvurusunda dahi -ki bunu en son Çanakkale’deki 18 Mart Çan Termik Santrali’nin baca gazı emisyonlarını, filtre sistemlerinin durmunu öğrenmek üzere yaptık –  ne yazık ki mevzuatı kopyalayıp yapıştıran, topu taca atan bir yaklaşımla karşılaştık.”

(Greenpeace, bu başvurusuna yeterli yanıt alamadığını söyleyerek Adalet Bakanlığı‘na başvurduğunda da benzer bir cevapla karşılaştı. Santrale dair bilgileri edinmek için başlattığı hukuki mücadele halen sürüyor.)

Ne derece etkili olacağı, o devletin ne derece hukuk devleti olduğuna bağlı

Karar metni, BM’nin ‘üçlü kriz‘ olarak tanımladığı şu ayaklar üzerine yoğunlaşıyor:

  1. Hızlanan iklim değişikliği,
  2. biyolojik çeşitlilik kaybı
  3. ve her yıl 9 milyon insanı öldüren yaygın toksik kirlilik.

BM İnsan Hakları ve Çevre Özel Raportörü David Boyd, sağlıklı bir çevre hakkının tanınmış olmasının ‘hükümetleri sorumlu tutmak için elimizdeki en güçlü araçlardan biri’ olacağını söylüyor.

Avukat Özlem Altıparmak da bu görüşe katılanlardan:

Türkiye Anayasası 56. maddesinde ‘nda zaten sağlıklı bir çevrede yaşam hakkının tanınmış olduğunu hatırlatan Altıparmak, bunun ilk defa açıktan, doğrudan ve küresel ölçekte insan haklarıyla ilişkilendirilmiş olmasını çok önemli buluyor:

“Çevre meselesinin ele alınışı hep bir mühendislik meselesi gibi. Karbondan çıkış  sanki teknik, ekonomik bir meseleymiş gibi çalışılıyor ve  bu yüzden haklarımızı ne kadar etkilendiğinin çok da farkına varamıyorduk. Mahkeme kararlarında, önümüzdeki zamanda açılacak davalarda ülkeler arası politik diyaloglarda bu oldukça önemli olacak.”

Dünya konjonktüründe iklim değişikliğinin bir hak meselesi olarak tartışılmasının göstergesi ve ben bunu çok ümit verici buluyorum, çünkü hepimizde bir yaklaşım farklılığına sebep olacak.

Söylemimizi, eylemimizi artık insan hakları perspektifiyle yapıyor olacağız. Bunun kıymeti özellikle çocuklar, kadınlar, göçmenler; yani kırılgan grupların da üzerinde etkili olacak olması.

Küresel bir el sıkışma

BM’nin bu kararla, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘nin yarattığı gibi ‘yeni bir vizyon ortaya koyduğunu‘ söyleyen Altıparmak, kararın avukatların elini güçlendireceğini söylüyor:

Çünkü bir bakış ve anlayış farklılığı getiriyor. Evet BM kararları yasal olarak bağlayıcı değildir ama bütün devletlerin bir araya gelip imza koyması, bir üst bağlayıcı metin olması önemli. Bu bir politik irade beyandır; insanlığa dair bir beyan olur ve aslında politik şekilde bağlayıcılığı olur.

Türkiye’de çalıştığı çevre davalarında, Paris İkim Antlaşması gibi taraf olunan sözleşmeleri sık sık kullandıklarını söyleyen Altıparmak, kararın avukatların elini güçlendireceğine inanıyor:

Tabii bunun ne derece dikkate alınacağı, o devletin ne derece hukuk devleti olduğuna bağlıdır. Ama ‘bir davada neyi değişitirir’ bir kenara, bu küresel anlamda bir el sıkışma.

Çünkü iklim değişikliği sadece kendi topraklarımızda çözülecek bir şey değil. Küresel bir mesele olduğu için, küresel uzlaşı önemli.

Türkiye uluslararası arenada karşısına çıkacağı için kendini dizginlemek zorunda kalacak

Türkiye‘de süren pek çok ekokırım suçuna karşı hukuki mücadeleye detsek veren Avukat İsmail Hakkı Atal da kararı, “Tekil çabalarla çözülemeyecek  bu krizi çözmek için kurulacak küresel sistemin ilk adımları” olarak tanımlıyor ve karar vericiler üzerinde küresel kamuoyu baskısını artıracağını öngörüyor:

İklim krizinin şiddetli etkileri artık tüm gezegen halklarını açıktan etkilerken temiz ve sağlıklı çevrede yaşama hakkının ihlali, aslında yaşam hakkının ihlali demektir.

BM bu kararla üstü kapalı da olsa bunu ilan etmiş oldu: Sağlıklı çevreye erişim hakkı, geleneksel olarak birinci kuşak hak sayılan (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan) yaşama hakkı ile eşdeğer oldu.

“Gezegendeki her ülkenin aksiyonları, diğer halkların da menfaatini ilgilendiriyor. Bir ekosistemdeki bozulma, ana sistemdeki bozulmayı derinleşt,iriliyor. Bu kabul edilmiş oldu. Birleşmiş Milletler bu kararın emarelerini de göstermişti: Pandeminin hemen öncesinde 2020 yılında iklim mültecilerine, yalnızca siyasi mültecilere tanınan sınır dışı edilmeme hakkının tanınması da bu demekti. “

Atal bundan sonraki her dava dilekçesini Birleşmiş Milletler’e postalamayı planladığını da ekliyor:

“Türkiye’nin leyhte oy verdiği kararı ihlal etmesi, uluslararası arenada kendi menfaatine anlaşmalar yapmaya çalışırken karşısına çıkacaktır. Bu baskı, vahşi kapitalizmin faaliyetlerine destek çıkan bürokratların dizginlenmesine yardımcı olabilir.

Türkiye’de iklim kampanyacılarının elinde hangi hukuki ‘koz’lar var?

Türkiye’de çevre davalarında avukatların elinde aslında zaten pek çok ‘koz’ olduğu söylenebilir.

Bunlardan ilki şüphesiz Anayasa’nın 56’ncı maddesi. BM’nin temel insan hakkı olarak dün kabul ettiği bu hak aslında bizim anayasamızda zaten tanınıyor ve pek çok avukat bunu savunmalarında kullanıyor:

“Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimdeki sağlık ve sosyal kurumlardan yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.

Hukukçu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu‘nun Anayasa’nın 3’üncü maddesine ilişkin yazdığı ve hukuk literatürüne giren 202o tarihli “Doğal kaynakların planlanması ve ülkenin bölünmez güvenliği” isimli çalışması da dava dilekçelerinde kendine yer bulanlardan.

Kaboğlu bu çalışmasında, tüm doğal ve ekolojik sistemlerin, Anayasa Madde 3‘te belirtilen ‘bölünmez bütünün’ bir parçası olduğunu söylüyor:

“Türkiye kırsal, kentsel, kültürel bir çevresel bakışla bir bütündür. ‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” şeklindeki temel anayasa normu; yeryüzü parçası olarak ülkenin doğal, tarihsel, kültürel değerlerinin azaltılmasını, zedelenmesini ve yok edilmesini yasaklayan hüküm olarak anlaşılmalıdır.

‘Ülkenin bölünmezliğini korumak, devletin temel yükümlülüğüdür’ şeklindeki Anayasa maddesindeki yükümlülük, yalnızca siyasal değil; doğal ve ekolojik denge açısından da anlaşılmalıdır.

Öte yandan, başta Paris İklim Antlaşması olmak üzere, Türkiye’nin taraf olduğu tüm uluslararası sözleşmeler, ülkede işlenen tüm ekokırım suçlarına karşı avukatların elini güçlendiriyor. Bunlar, dava konusuna göre bazen RAMSAR Sözleşmesi, bazen CITES, bazen Barcelona Sözleşmesi olabiliyor.

Küresel iklim hareketi kararı nasıl karşıladı?

BM’nin tarihi kararı genel olarak sevinçle karşılansa da, sivil toplum ‘eylem’ bekliyor.

Greenpeace karara ilişkin şu değerlendirmeyi paylaşıyor:

Her ne kadar temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını, içinde olduğumuz krizler çağında evrensel bir insan hakkı olarak tanımak, gezegen ve insanlık için önemli bir adım olsa da ancak tüm dünya hükümetleri bu karar doğrultusunda birlikte hareket etmeye başladığı zaman anlam kazanacak.

Bugün iklim krizi karşısında gezegeni yok oluşa sürükleyen endüstriler karşısında hükümetler, ulusal hedef ve programları hazırlarken attıkları imzaların yükümlülüğünü yerine getirecek adımlardan kaçındı.

1970’lerden bugüne, temiz ve sağlıklı bir çevre adına pek çok uluslararası karar alındı, konvansiyonlar, sözleşmeler yapıldı.

Bunlara rağmen sağlıklı ve temiz bir nefes almakta güçlük çektiğimiz, sıcaklık rekorları ile bunaldığımız, orman yangınlarında alevlerle boğuştuğumuz, sel baskınlarından canımızı kurtarmaya çalıştığımız bir dünyada yaşamaya mahkum edildik.

Ümit ediyoruz ki bu karar ile birlikte Türkiye’de zaten anayasada yer alan temiz ve sağlıklı çevrede yaşama hakkı bu gelişmeyle tekrar hatırlayacağımız bir hukuk kavramı olarak önem kazanacak. Böylece başta kömür olmak üzere havamızı kirleten sektörlere, topraklarımızı ve suyumuzu toksik maddelerle zehirleyen madencilik faaliyetlerine ve ithal edilen plastik atıklar ve getirilen gemiler ile gezegenin çöplüğü olmaya bizi her geçen gün bir adım daha yaklaştıran anlayışa taviz vermekten vazgeçmiş olacağız.”

 

Uluslararası Af Örgütü de (Amnesty International)  “193 BM üye devletinin tümünü temsil eden bir organ olan Genel Kurul’da bu hakkın onaylanması, insan haklarını çevresel felaketten korumak için açık ve yaygın bir siyasi irade olduğunu gösterecektir” yorumunu yaptı.

Uluslararası Af Örgütü Araştırmacısı ve İklim Adaleti Danışmanı Chiara Liguori, şunları söyledi:

“Kararı, ulusal mevzuatlarında sağlıklı bir çevre hakkını henüz tanımamış olan devletlere bunu yapmaları için baskı yapacaktır. Ayrıca, halkları çevresel yıkımın etkisinden korumak için yorulmadan çalışan çevresel insan hakları savunucuları için yeni bir araç sağlayacaktır.

Bu karara karşı çıkmayı planlayan devletler, iklimle ilgili konulardaki güvenilirliklerini kalıcı olarak kaybedecek. Kararı ‘sulandırma’ya girişmiş olan devletler, kendilerini tarihin yanlış tarafında bulma riskini de alıyor.”

Sağlıklı bir çevre, diğer tüm insan haklarından yararlanabilmenin açıkça ön koşuludur: içinde yaşadığımız dünya yanmış, batmış ve zehirlenmişken hiçbir özgürlük veya eşitlik mümkün olmayacaktır.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) çevre şefi Dr. Maria Neira’ya göre kararın şimdiden önemli yankıları ve harekete geçirici bir etkisi var.

Neira, “Bir sonraki adım, bunu temiz hava için nasıl kullanacağımız; örneğin, DSÖ’nün Küresel Hava Kalitesi Yönergelerinin tanınması ve ülke düzeyinde belirli kirleticilere maruz kalma seviyelerinin tanınması için zorlayıp zorlayamayacağımız olacak. Ayrıca belirli mevzuat ve standartları ulusal düzeye taşımamıza da yardımcı olacak” diyor.

Başta fosil yakıtların kullanımı sonucu oluşan ve iklim değişikliğini de tetikleyen hava kirliliği, dünya genelinde dakikada 13 ölüme neden oluyor. Ekosistemlere ve çevreye karşı bu “saçma mücadele” sona ermeli.

 

You may also like

Comments

Comments are closed.