Şirketlerin görünürlükleri, güçleri ve etkileri yanısıra ekonomik sistemden aldıkları pay sürekli artarken sorumluklarının sadece “kar etmek”le sınırlı kalması mümkün değil. Dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeler ışığında Türk şirketlerinin daha çoğunun toplumsal sorumluluklarının farkına varmaları ve bu yönde ciddi adımlar atmaları gerekiyor. Bu adımlar o kadar samimi ve gerçek olmalı ki, bunları duyurmak için yapacakları reklam ve PR giderleri bunlara yapılan giderlerden daha fazla olmasın!
1980’lerde dünyanın birçok ülkesinde izlenen neo-liberal politikalar sonucunda kamunun ekonomiden çekilmeye başlaması ve şirketlerin ön plana çıkması, 1990’lardan itibaren ise küreselleşmenin yaygınlaşması ve teknolojik gelişmelerin çeşitlenerek artması sonucunda şirketler ve dolayısıyla bunların sahipleri ve yöneticileri dünya çapında önemli oyuncular haline geldi.
Artık birçok kişi devlet veya hükümet başkanlarının adını bilmezken özellikle küresel şirketlerin sahip ve yöneticilerinin ismini ezbere biliyor. İnternet ve ardından sosyal medyanın yaygın kullanımının bu sonucun ortaya çıkmasında etkisi büyük. Dolayısıyla bu durum, kabaca son 20 yılın getirdiği bir olgu.
Şirketler küresel ölçekte bir yandan bu kadar önemli bir konuma gelir, faaliyetlerini birçok ülkeyi kapsar hale getirir ve diğer yandan özellikle teknoloji şirketlerinin ortakları inanılmaz gelir ve servet düzeylerine ulaşırken bireylerin ve toplumların şirketlerden beklentileri de arttı. Artık sadece üreten veya hizmet veren ve kar etmesi beklenen kurumlar değiller. Toplum içerisinde önem ve etkileri artarken şirketlerden beklentiler de arttı. Günümüzde daha çok KSS (Kurumsal Sosyal Sorumluluk) ve Sürdürülebilirlik çerçevesinde biraz “soyut” bir şekilde ifade edilen ve ilk yazılarımda oldukça detaylı anlattığım bu sorumlulukları biraz daha “somutlaşmış” bir biçimde yakından incelemekte fayda var. Ayrıca, bu sorumlulukların sadece çevreyi korumaktan ibaret olmadığının altını çizmek gerekiyor. Ama bundan önce şirketlerin evrimine kısaca bakalım.
Yeşil Gazete’de daha önce yayımlanmış bir yazımdan alıntılıyorum:
“Şirketlerin asıl faaliyet amacı, müşterileri için mal ve hizmet üretmek, bunu yaparken de para kazanmak. Bu nedenle, yaklaşık 50 sene öncesine kadar şirketlerin dikkate aldıkları tek grup tüketici, yani müşteri grubu olmuş. Hatırlarsınız, ‘müşteri velinimetimizdir’ ilkesi ülkemizde epey yaygın kabul görmüş bir söz. 1980’li yıllardan itibaren, öncelikle halka açık şirketlerin yoğun olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde, ardından şirketlerin halka açılmaya başladığı diğer gelişmiş ekonomilerde tüketici yanı sıra şirket ortakları da önem kazandı. Bunun sonucunda şirket yönetimleri, ortakların beklentilerini (yani “kar”!) karşılamayı da önemsedi. Bu ortamda özellikle şirketlerde büyük paylara sahip olan dev kurumsal yatırımcılar yönetim üzerinde ciddi etkiler yaratıp şirketlerin daha kısa vadeli düşünmelerine ve kar motifinin ön plana çıkmasına yol açtı. 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nin çökmesi, ardından küreselleşmenin ve teknolojik gelişmelerin derinleşmeye başlamasıyla birlikte 1990’lı yıllardan itibaren müşteri ve ortaklar yanı sıra diğer paydaşlar da şirketlerin radar ekranına girmeye başladı. Kimdi bu paydaşlar? Şirketin personeli, tedarikçileri, muhatabı olan düzenleyici ve kamu kurumları, STK’lar, içinde faaliyet gösterdikleri şehirler ve ülkeler ve buralarda yaşayan insanlar…Liste uzayıp gidiyor.
Şirketler cephesinde bunlar olurken, diğer yanda dijital çağın başlamasıyla birlikte bilgiye ulaşma kolaylaştı ve insanlar araştırmaya, soru sormaya ve talep etmeye başladı. Bireyler, tüketici, hisse sahibi veya çalışan olarak gücünün farkına vardı. Vatandaşlar, güçleri ve saygınlıkları gittikçe azalan kamu kurumları yanı sıra şirketlerden de bazı adımlar atmalarını beklemeye başladı. Örneğin çevre, cinsiyet eşitsizliği, eğitim, sağlık, çalışma koşulları gibi alanlarda şirketlerin de sorumluluk almalarını talep ettiler. Talep etmekle kalmayıp, yeni farkına vardıkları güçlerini kullanmayı akıllarına getirdiler. Sesini çıkarmak, tüketmemek, beğenmek veya beğenmemek, gösteri yapmak yaygınlaştı. Aynı süreçte siyasal partiler, sendikalar ve kooperatifler gibi kolektif hareket eden kurumlar gözden düştü ama insanlar sosyal medya aracılığıyla bireysel bir güce kavuştu.”
Bunun da şirketler üzerinde görünür etkileri ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye’de toplumun beklentilerinin birincil adresi doğal olarak kamu kesimi. Tarihsel olarak güçlü merkezi devlet kültürüne sahip birçok toplumda olduğu gibi Türkiye’de de beklentiler öncelikle kamu kesimine yönelik. Kamunun özel sektör üzerindeki kontrolünü yeni yasalar veya daha sıkı bir denetim ve yaptırım yoluyla artırması ve bu yolla şirketlerin belli konularda daha etkin çalışmasının sağlanması beklentisi var. Bunların elbette haklı ve anlaşılabilir bir yönü var. Ama bu yazıda konumuz kamudan beklentiler değil. Ayrıca, KSS ve sürdürülebilirlikle ilgili ilkeler yasal zorunlulukları değil, yasalarla düzenlenmemiş olan “gönüllü” alanları içeriyor. O nedenle şirketler üzerine odaklanmak istiyorum.
Türk şirketleri, bu konuda henüz gelişmiş ülke şirketlerinin yaşadıkları kamuoyu baskısını üzerlerinde hissetmiyor. Yukarıda belirttiğim neden yanı sıra işsizlik oranının yüksekliği ve iş bulmanın güçlüğü de bu baskıyı törpülüyor. Buna rağmen, Türk şirketlerinin bu konulardaki farkındalığı oldukça yüksek. Mesela dünya çapındaki şirketlerin stratejilerini ve operasyonlarını insan hakları, çalışma standartları, çevre ve yolsuzlukla mücadele alanlarında belirlenmiş 10 ilkeye uyumlu hale getirerek şirketlerin sosyal sorumluluk almalarını amaçlayan ve çok olumlu bir girişim olan UN Global Compact (UNGC)’ın listesine bakıldığında Ağustos 2024 itibarıyla 955 irili ufaklı Türk şirketinin bu ilkeleri kabul ederek UNGC’a üye olduğunu görüyoruz.
Aynı dönemde bütün dünyada 20 bin civarında UNGC üyesi şirket olduğu düşünülürse bunun yaklaşık yüzde 5’inin Türkiye’de olduğu söylenebilir. Bu yüksek oran ilk anda oldukça büyük bir başarı gibi görünebilir ama resme biraz daha yakından bakıp, bu firmaların söz konusu ilkeleri ne kadar içselleştirip uyguladığını gözlemlediğiniz ve araştırdığınızda büyük çoğunluğunun PR amaçlı olarak bu listede yer aldığını fark ediyorsunuz. Elbette olumlu istisnaları da olmakla birlikte şirketlerin önemli bir kısmı kamuoyunu pozitif yönde etkilemek ve bu “moda” akımın dışında olmadıkları mesajını vermek için bunu yapıyor. Ama gerçekte bu ilkelerin yaşama geçirilmesi için samimi ve kalıcı adımlar atmıyorlar. Buna uluslararası terminolojide “greenwashing” deniyor. Türkçe karşılığı “yeşil aklama ya da yeşil badana” olarak ifade ediliyor. Kabaca, bir şirketin çevresel açıdan sürdürülebilir ve gerçekte olduğundan daha çevre dostu görünmeye çalışması ve bu amaçla reklam ve PR faaliyetlerine girmesi anlamına geliyor.
Diğer yandan, Türk şirketlerinin KSS ve sürdürülebilirlik uygulamalarında Batılı şirketler kadar başarılı olmadığını söylerken, sorunun sadece şirketlerden kaynaklanmadığını da vurgulamak gerek. Sürekli olarak makro-ekonomik ve siyasi belirsizlik ortamında faaliyet gösteren şirketlerin, temel firma kararlarını verirken ve ana faaliyetlerini yürütürken çok ciddi bir öngörülemezlik ortamında olmalarının da KSS ve sürdürülebilirlik alanlarındaki uygulamalarını olumsuz etkilediği kabul edilmeli. Şirketlerin, daha istikrarlı bir makro ekonomik ve siyasi ortamda bu yazının konusu olan alanlardaki faaliyetlerini daha fazla geliştirmeleri beklenmelidir. Ama bu olumsuzluğun şirketlerin bu alanlardaki eksikliklerinin tek nedeni olduğunu düşünmek de doğru değil. İşin içerisinde kültürel unsurların yanı sıra gerekli toplumsal baskıyı hissetmemeleri gerçeği de var.
Ancak, Türk şirketleri üzerinde Batı’dakine benzer beklenti ve baskıların artacağı bir dönemin de çok uzakta olmadığını düşünüyorum. Özellikle Z kuşağı gibi belli değer ve ilkelere önem veren ve çalıştıkları ve/veya ürün/hizmetlerini tükettikleri şirketleri çok yakından izleyen bir kuşağın toplumdaki ağırlığı arttığında ve şu anda yaşadığımız gibi nüfus artış hızı hızla düşüp işgücü fazlalığı sona erdiğinde şirketlerin bu sorumluluklarına sahip çıkması çok önem kazanacak. Bu baskı öncelikle doğrudan tüketiciyle muhatap olan şirketlerde hissedilecek.
Yazının başında ifade ettiğim gibi, KSS ve sürdürülebilirlik gibi kavramlar konuyu ortalama bir vatandaş nezdinde biraz bulanıklaştırıyor ve anlaşılmaz kılıyor. Fakat, bu kavramların ifade ettiği ve uygulanması için önerdiği birçok somut ilke ve beklenti var. Eğer bu ilkeler üzerine odaklanırsak konunun netleşeceğini ve daha anlaşılır hale geleceğini düşünüyorum. Bunların en temel olanlarını olabildiğince somut ve açık bir şekilde aşağıda listelemek istiyorum:
Bu listede olabildiğince somutlaştırmaya çalıştığım her başlığın altına onlarca, hatta yüzlerce daha somut ilke ve hedef eklenebilir. Zaten bu konuda kararlı ve başarılı şirketler de böyle yapıyorlar. Dolayısıyla, yukarıda listelediğim başlıkları yeterince somutlaşmış olarak düşünmemek gerek. Şirketin sektörüne, önceliklerine, hedeflerine vb bağlı olarak bunların her birisi çok daha detaylandırılabilir. Detaylandırma arttıkça ölçüm de kolaylaşacak, şirketin bu alanlardaki performansı daha net ortaya çıkacaktır.
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…