Son dönemde yaşadığımız güvensizlik ortamından olsa gerek artık insanların yüzleri gülmüyor, başlar önde eller cepte yürünüyor. Herkes, birey olarak ne kadar yalnız olduğunun farkına varmış gibi, ani ölümle gelen bilinç hali hakim belli ki. 13 Mart 2016 günü “Ankara’nın kalbi” olarak tabir edilen Kızılay’daki Güven Park yakınlarında meydana gelen patlama, toplumdaki güvensizlik halinin zirve yaptığı bir olay olarak tarihteki yerini aldı. Belki de ilk defa bu kadar çok “Ben de orada olabilirdim” dedik her birimiz. İlk defa yaşamın ne kadar naif bir şey olduğunu, bir varmış bir yokmuş minvalinde yerde bir kırıntı ya da havadaki kül partikülüne dönüşebileceğini bu kadar net anladık belki de. Elbette bu faciaya sebep olanların terörist olduğu ilan edildi hemen. Ancak bu kez bir başka mesaj da adresini buldu: “Bir insanın akademisyen, gazeteci, sivil toplum örgütü yöneticisi olması onun terörist olmadığı anlamına gelmez”. Meali, kararlarımıza uymayanlar teröristtir. Öyle bir tespittir ki bu “terörist”in tanımının yeniden yapılmasını bile gerektirir. Bu arada “terörist” tanımının Robespierre’den sonra bir daha yapılamadığını, yapılmasının öyle kolay bir şey olmadığını bu sabah Açık Radyo’da Ömer Madra’dan duydum, nihayet tarihe bir katkımız olacak (!) Ama artık eminiz, herkes kendisinin terörist olmadığını bildiğine göre, diğer söylenenler de yanlış olabilir pekala! Evreka!
Şimdi gelelim meselenin kalbine, güven sorununa, bir çeşit paranoyaya: Gördüğümüz, duyduğumuz veya bir şekilde birlikte deneyimlediğimiz, kendi dışımızdaki kaynaklardan da takip edip az çok fikir sahibi olabileceğimiz konularda bile yanlış /eksik bilgi aktarımı veya değerlendirme yapıldığını, misal, yok yere terörist ilan edildiğimizi görüyoruz. Peki görünmeyen, yetkililer veya uzmanlar tarafından açıklanmadıkça pek de bilme ihtimalimiz olmayan olayların bazı çıkarlar için nasıl örtbas edileceğini düşünebiliyor muyuz?
Geçen yıllarda Aydın/Söke’nin Kısır Köyünde 1970-80 arası işletilip terk edilmiş olan uranyum madeninin köylülerin şikayeti üzerine yıllar sonra tespit edildiğini ve 1990’larda İzmir /Gaziemir’de Arslan Avcı kurşun fabrikasında ayrıştırılmak üzere toplanan ve sonra da terk edilen radyoaktif atıkların 2012 yılında çevreye nasıl kanser saçtığını ve bunların tespit sonrasında bile yetkililerce örtbas edilmeye çalışıldığını gerek haber gerekse köşe yazılarından biliyoruz.
Peki ya bilmediklerimiz de varsa? Bu vesileyle size radyoaktif paranoyadan bahsetmek istiyorum :
Daha önce kendisiyle Hindistan’daki antinükleer hareketi anlattığı bir röportaj da yaparak yayınladığımız aktivist-araştırmacı Kumar Sundaram’ın makalesine göre 11 Mart 2016 günü Hindistan’ın Gujarat şehrindeki Kakrapar Nükleer santralinden bir yetkili basına açıklama yapıyor ve diyor ki “Soğutma sisteminde bir arıza kaynaklı radyoaktif sızıntı meydana gelmiştir, bu da sistemin kapatılmasını gerektirmiştir”. Yetkili açıklamasına sızıntının büyük boyutta olmadığını ve operatörlerin güvende olduğunu da ilave ediyor. Ancak 11 Mart gününden beri de kamuoyuna her hangi bir açıklama yapılmıyor. İşin ilginç tarafı Sundaram aynı nükleer santralde meydana gelmiş olan 1993 ve 2004 yıllarındaki kazalara da atıf yapıp elde ettikleri raporları referans göstererek Kakrapar’daki durumun açıklanandan daha ciddi olabileceğini, dolayısıyla da gerçeklerin hükümet yetkililerince gizleniyor olabileceğini fısıldıyor. Zira bu olayda bahsi bu geçen raporlar meydana gelen arızanın yol açabileceği sonucun boyutunun yapılan açıklamalardan farklı olabileceğine, birkaç kez direkt radyoaktif salım olmuş olabileceğine işaret ediyor.
Şeffaflık yok
Sundaram’ın makalesinde değindiği diğer bir husus da Fukuşima nükleer santral kazasından sonra kazaya yol açan sebeplerin Japon hükümetiyle Fukuşima nükleer santralinin işletmecisi olan Tokyo Elektrik Şirketi(TEPCO) arasındaki yolsuzluklarla bağlantısının ortaya çıkması. Nitekim halihazırda Hindistan’daki nükleer santrallerin idaresinde devletten bağımsızlaşması , işleyişin otonomisi ve bağımsızlığı olan bir Nükleer Düzenleme Kurulu’na devredilmesi gerektiği değerlendiriliyor ise de Hindistan Nükleer Düzenleme Kurumu sessizliğini koruyor.
Türkiye’de kurulması planlanan nükleer santraller için hukuki altyapının yetersiz oluşu hatta bırakın işleyişin devletten ayrı, otonomiye sahip bir kurum olmasını, aksine direkt Başbakanlığa ve Enerji Bakanlığı’na bağlı olacak şekilde düzenlendiğini biliyoruz. Bu bağlamda 2015 yılı Temmuz ayına giderek Hürriyet ABD muhabiri Tolga Tanış’ın ortaya çıkardığı, hükümetin ise kamuoyundan sır gibi saklamış olduğu Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA)’nın Akkuyu nükleer santrali için hazırladığı raporda yazan uygunsuzluklar da fazlasıyla fikir veriyor.
Çernobil bilinci
Gelecek ay,26 Nisan günü 30. Yıldönümünü anacağımız Çernobil Nükleer santral kazasının neticesinde radyoaktivite dolan bulutların nasıl usulca Türkiye semalarında dolaşarak bizden habersiz ovalarımızı, dağlarımızı, nehirlerimizi yıkadığını, radyoaktif partiküllerin Türkiye insanının günde 3 öğün bilemediniz 5 öğününde mutlak yer tutan çayla nasıl yudum yudum alındığını, gerçeklerin ortaya çıktıktan sonra nasıl halktan gizlendiğini hatırlayalım. Ve herşey açığa çıktıktan sonra da dönemin hükümet yetkililerinin “Biraz radyasyon iyidir, radyasyon kemiklere iyi gelir”e varan umarsız söylemlerini… Bunlar geçen yıllarda telaffuz edilen “Tüp gaz da patlar, sigara daha zaralıdır, bekaret ömrü radyasyondan daha çok kısaltır” söylemlerinden ne kadar farklı ?
Özetle radyoaktif bilinmezlik içinde yaşamaya, “Acaba bugün bir sızıntı olmuş mudur?” sorusuyla yaşamaya hazır mıyız? Veya daha fenası, sızıntı olmuşsa, yetkililerin açıkladığı gibi (çünkü öyle açıklamalar olacak) “Sızıntı giderilmiş midir? İyot tabletlerinin dağıtılması gerekmez miydi?” Bu ülkede bir nükleer santral kurulacak olursa o santralde bir sızıntı olduğunu bize açık açık söyleyebilecek bir yetkilinin olabileceğini ya da kazanın sonuçlarını geçiştirmeyecek, gereken önlemleri alabilecek bir yetkilinin varlığını hayal edebiliyor muyuz? Nükleer santral dünyanın hiç biryerinde kurulması kabul edilmemeliyse de özellikle biz Türkiye’de bir an için Soma’yı, Pamukova tren faciasını veya hiç bir yetkilinin istifa etmeyip aksine istifade ettiği yürek yakan olayları yok saymayı başarabilir miyiz?
Hazır mıyız kendi geiger cihazımızla yaşamaya?
Pınar Demircan
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…