Ana Sayfa Blog Sayfa 5397

Af Örgütü’nden 17 Ekim mesajı: İnsan hakları daha az yoksulluk demek

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi, 17 Ekim Yoksullukla Mücadele Günü nedeniyle Taksim Meydanı Tramvay Durağı’nda bir basın açıklaması ve sokak performansı gerçekleştirecek.

UAÖ’den aldığımız verilere göre, dünyada her gece 963 milyon insan yatağına aç giriyor. Bir milyar insan varoşlarda yaşıyor. Her dakika bir kadın, çocuk doğururken ölüyor. 2.5 milyar insanın gerekli sağlık hizmetlerine erişimi yok ve 20,000 çocuk her gün bu sebeple ölüyor. Yoksulluk içinde yaşayan insanlar dışlanıyorlar, yaşamları hakkında söz sahibi olamıyorlar, yok sayılıyorlar, şiddet ve güvensizlikle tehdit ediliyorlar. Temel hak ve özgürlüklerin tüm insanlar için koşulsuz olarak sağlanması ise, bu kapanı kıracak anahtardır. İnsan haklarına saygısı olan her kurum; katılımcılığı, insanların söz sahibi olmalarını ve yetkililerin insanların korkusuz ve özgür yaşayabileceklerini garanti etmesini talep etmelidir.

Uluslararası Af Örgütü ve insan hakları aktivistleri, yoksulluğun bir insan hakkı ihlali olduğunu hatırlatmak ve herkesin barınma, gıda, temiz su, sağlık ve eğitim gibi ekonomik, sosyal ve kültürel haklara erişimine dikkat çekmek için 17 Ekim Yoksullukla Mücadele Günü’nde saat:11:30’de Taksim Tramvay Durağı’nda. Siz de bu etkinliğe katılabilir, yoksulluğa karşı dayanışmaya katkınızı koyabilirsiniz.

Yüksel Selek: “Siyasette kişilik bölünmesi yaşanıyor.”

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Yüksel Selek, başörtüsü, anadilde eğitim ve alevilerin talepleriyle ilgili olarak yaşanan gelişmelerin siyasette bir kişilik bölünmesini yansıttığını söyledi.

Bugün yayınlanan Yeşiller Partisi Haftalık Basın Bülteni’nde yer alan açıklamada temel hak ve özgürlükler konusunda hem iktidarın, hem de muhalefetin çifte standart sergilediğini söyleyen Selek, “Ayrımcılığın her çeşidine karşı olan Yeşiller,  ister başörtülü, ister türbanlı genç kadınların yüksek öğrenim haklarını savunuyor.  Alevilerin dinsel inançlarına saygı, Cem Evlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi talepleri de sonuna kadar haklı taleplerdir. Anadilde eğitimi talebi de, Kürtlerin en temel haklarından biridir.” dedi.

Yüksel Selek’in açıklamasının tam metni şöyle:

“Dünya güçlü bir akıntıyla değişirken, akıntıya direnlerin nefesi kesiliyor, beden ve ruh sağlığı bozuluyor, beyin kimyası değişiyor. Siyaset dünyasıyla, sivil toplumuyla, Türkiye’nin hali biraz böyle… Arazlar kişilik bölünmesini andırıyor. Psikolojide şizofreni denen bu hastalığa yakalan kişide davranışlar tutarsızdır. Kimi zaman gayet mantıklı, kimi zaman saçma sapan…

Temel hak ve özgürlükler konusunda hem iktidar hem muhalefet çifte standart sergiliyor; kendine demokrat, kendine Müslüman. Elbette bu zihinsel kimya bozukluğu siyasi iklim aracılığıyla topluma da sirayet ediyor.

Geçen yüzyılın tekçi (monist) rejimlerinin yarattığı sorunlar bugün hala çözüm bekliyor. Kürtlerin kimlik/dil/kültürel haklarının tanınması; türban/başörtüsü taşıyan genç kadınların öğrenim hakları; Alevilerin ibadet özgürlüğü/zorunlu din dersleri, gibi temel insan hak ve özgürlükleri üzerindeki yasakları hala tartışıyoruz.

Neyse ki, dün tabu olan bu konuları bugün tartışabiliyoruz. Toplum, tüm farklılıklarıyla bir arada yaşamaya, çözüme siyasilerden daha hazır, daha arzulu. Siyasiler ise tereddütlü, tutarsız; bir ileri bir geri gidiyorlar ve temel hak ve özgürlükleri siyasi pazarlık konusu yapıyorlar.

Kadınlar üzerinden siyasileştirilen türban konusunda iktidar, Üniversitelere türbanla girilmesini, haklı olarak, öğrenim özgürlüğünün ihlali olarak görürken,  Alevilerin zorunlu din derslerine karşı direnişine duyarsız kalıyor. İşte, her ikisi de dini, kültürel özgürlükler alanına giren iki ayrımcılık, bir çifte standart örneği…

Ana Muhalefet Partisi CHP, laikliğin bekçisi olarak, iktidarda da muhalefette de Alevilerin sorunlarını çözmeye değil, oylarına talip oldu. Kuruluş ideolojisi gereği dini devlet denetimine almak amacıyla kurulan Diyanet İşleri’nin sadece Sünni İslam’a hizmet ediyor olmasından pek de rahatsız görünmediler. Böylece, bizim Devlet, din işlerine doğrudan müdahale etmeyi sürdürüyor. CHP, Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığı’na kadar türban yasağının bizzat banisi ve savunucusuydu. Hala da Parti içindeki laisist kanat direniyor. .

12 Eylül Askeri Yönetimi’nin tahkim ettiği vesayet rejimini geriletme konusunda ciddi mücadele veren AKP,  Anayasa reform paketinde, kadınlar ve engellilerle ilgili pozitif ayrımcılığın Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağı hükmü dışında etnik, dinsel, dilsel ve diğer farklılıkların güvenceye alınmasını es geçti.

Başbakan Almanya’da, asimilasyonun insanlık suçu olduğunu ilan ederken, Türkiye’de 80 yıldır Kürt nüfusa uygulanan politikaların asimilasyonun dik alası olduğunun Türkiye dışında bilinmediğini sanıyor olamaz. Aynı şekilde, anadilde eğitimin toplumsal entegrasyon için en iyi çözüm olduğunu söylerken, Türkiye’de Kürtlerin anadilde eğitim haklarının olmadığı, nasıl olsa Almanya’da bilinmiyordur, diye düşünmüş de olamaz. O halde bu nedir?  Fütursuzca yapılan bir çifte standart örneği midir, yoksa siyaset dünyamızda sahiden bir zihinsel bölünme mi yaşanıyor?

20. yüzyılın ideolojik monolitik sistemleri çözülüyor, ayrışıyor. Dünya ile birlikte Türkiye de yeniden yapılanmanın sancılarını yaşıyor. Küresel köyün eski kavalcıları peşlerindeki sürüyü kaybediyor. Tek sesli toplumlar yerini çok sesli topluma, farklı kimlikçi topluklara bırakıyor. Bundan böyle, bu çok sesli toplumu bir arada tutacak harç; farklı dinsel, etnik, dilsel, cinsel, kültürel topluluk kimliklerini tanımak; farklı hayat tarzlarının, doğanın, tüm canlıların yaşam haklarını yasal, anayasal güvencelere bağlamaktır. Toplumun ruhsal, zihinsel sağlığına yeniden kavuşması böyle sağlanacak; adil, özgür, eşitlikçi, çoğulcu yeni bir toplum böyle inşa edilecektir.

Yeşiller Partisi, farklılıkların temel hak ve özgürlükler olarak tanınmasını sonuna kadar savunmaya devam edecek. Toplumsal mutabakatla yeni demokratik bir Anayasanın oluşturulması sürecine aktif katkısını yapmaya hazırlanıyor.

Ayrımcılığın her çeşidine karşı olan Yeşiller,  ister başörtülü, ister türbanlı genç kadınların yüksek öğrenim haklarını savunuyor.  Alevilerin dinsel inançlarına saygı, Cem Evlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi talepleri de sonuna kadar haklı taleplerdir. Anadilde eğitimi talebi de, Kürtlerin en temel haklarından biridir.

Toplumun büyük bir kesimini etkileyen bu sorunlar, seçimler sonrasına, yeni Anayasaya ertelenmeden çözülebilir, çözülmelidir. Meclis’teki Siyasal Partiler zaman geçirmeden bir araya gelip ayrımcılığın tüm çeşitlerini yasaklayan, farklılıkların özgürlüğünü güvenceye alan bir yasama çalışmasını başlatmalıdır.  Bu başarılabilirse, yeni Anayasa sürecine de önemli bir katkı yapılmış olacaktır.

Yüksel Selek
Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü”

(Yeşil Gazete)

ünya güçlü bir akıntıyla değişirken, akıntıya direnlerin nefesi kesiliyor, beden ve ruh sağlığı bozuluyor, beyin kimyası değişiyor. Siyaset dünyasıyla, sivil toplumuyla, Türkiye’nin hali biraz böyle… Arazlar kişilik bölünmesini andırıyor. Psikolojide şizofreni denen bu hastalığa yakalan kişide davranışlar tutarsızdır. Kimi zaman gayet mantıklı, kimi zaman saçma sapan…

Temel hak ve özgürlükler konusunda hem iktidar hem muhalefet çifte standart sergiliyor; kendine demokrat, kendine Müslüman. Elbette bu zihinsel kimya bozukluğu siyasi iklim aracılığıyla topluma da sirayet ediyor.

Geçen yüzyılın tekçi (monist) rejimlerinin yarattığı sorunlar bugün hala çözüm bekliyor. Kürtlerin kimlik/dil/kültürel haklarının tanınması; türban/başörtüsü taşıyan genç kadınların öğrenim hakları; Alevilerin ibadet özgürlüğü/zorunlu din dersleri, gibi temel insan hak ve özgürlükleri üzerindeki yasakları hala tartışıyoruz.

Neyse ki, dün tabu olan bu konuları bugün tartışabiliyoruz. Toplum, tüm farklılıklarıyla bir arada yaşamaya, çözüme siyasilerden daha hazır, daha arzulu. Siyasiler ise tereddütlü, tutarsız; bir

ileri bir geri gidiyorlar ve temel hak ve özgürlükleri siyasi pazarlık konusu yapıyorlar.

Kadınlar üzerinden siyasileştirilen türban konusunda iktidar, Üniversitelere türbanla girilmesini, haklı olarak, öğrenim özgürlüğünün ihlali olarak görürken, Alevilerin zorunlu din derslerine karşı direnişine duyarsız kalıyor. İşte, her ikisi de dini, kültürel özgürlükler alanına giren iki ayrımcılık, bir çifte standart örneği…

Ana Muhalefet Partisi CHP, laikliğin bekçisi olarak, iktidarda da muhalefette de Alevilerin sorunlarını çözmeye değil, oylarına talip oldu. Kuruluş ideolojisi gereği dini devlet denetimine almak amacıyla kurulan Diyanet İşleri’nin sadece Sünni İslam’a hizmet ediyor olmasından pek de rahatsız görünmediler. Böylece, bizim Devlet, din işlerine doğrudan müdahale etmeyi sürdürüyor. CHP, Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığı’na kadar türban yasağının bizzat banisi ve savunucusuydu. Hala da Parti içindeki laisist kanat direniyor. .

12 Eylül Askeri Yönetimi’nin tahkim ettiği vesayet rejimini geriletme konusunda ciddi mücadele veren AKP, Anayasa reform paketinde, kadınlar ve engellilerle ilgili pozitif ayrımcılığın Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağı hükmü dışında etnik, dinsel, dilsel ve diğer farklılıkların güvenceye alınmasını es geçti.

Başbakan Almanya’da, asimilasyonun insanlık suçu olduğunu ilan ederken, Türkiye’de 80 yıldır Kürt nüfusa uygulanan politikaların asimilasyonun dik alası olduğunun Türkiye dışında bilinmediğini sanıyor olamaz. Aynı şekilde, anadilde eğitimin toplumsal entegrasyon için en iyi çözüm olduğunu söylerken, Türkiye’de Kürtlerin anadilde eğitim haklarının olmadığı, nasıl olsa Almanya’da bilinmiyordur, diye düşünmüş de olamaz. O halde bu nedir? Fütursuzca yapılan bir çifte standart örneği midir, yoksa siyaset dünyamızda sahiden bir zihinsel bölünme mi yaşanıyor?

20. yüzyılın ideolojik monolitik sistemleri çözülüyor, ayrışıyor. Dünya ile birlikte Türkiye de yeniden yapılanmanın sancılarını yaşıyor. Küresel köyün eski kavalcıları peşlerindeki sürüyü kaybediyor. Tek sesli toplumlar yerini çok sesli topluma, farklı kimlikçi topluklara bırakıyor. Bundan böyle, bu çok sesli toplumu bir arada tutacak harç; farklı dinsel, etnik, dilsel, cinsel, kültürel topluluk kimliklerini tanımak; farklı hayat tarzlarının, doğanın, tüm canlıların yaşam haklarını yasal, anayasal güvencelere bağlamaktır. Toplumun ruhsal, zihinsel sağlığına yeniden kavuşması böyle sağlanacak; adil, özgür, eşitlikçi, çoğulcu yeni bir toplum böyle inşa edilecektir.

Yeşiller Partisi, farklılıkların temel hak ve özgürlükler olarak tanınmasını sonuna kadar savunmaya devam edecek. Toplumsal mutabakatla yeni demokratik bir Anayasanın oluşturulması sürecine aktif katkısını yapmaya hazırlanıyor.

Ayrımcılığın her çeşidine karşı olan Yeşiller, ister başörtülü, ister türbanlı genç kadınların yüksek öğrenim haklarını savunuyor. Alevilerin dinsel inançlarına saygı, Cem Evlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi talepleri de sonuna kadar haklı taleplerdir. Anadilde eğitimi talebi de, Kürtlerin en temel haklarından biridir.

Toplumun büyük bir kesimini etkileyen bu sorunlar, seçimler sonrasına, yeni Anayasaya ertelenmeden çözülebilir, çözülmelidir. Meclis’teki Siyasal Partiler zaman geçirmeden bir araya gelip ayrımcılığın tüm çeşitlerini yasaklayan, farklılıkların özgürlüğünü güvenceye alan bir yasama çalışmasını başlatmalıdır. Bu başarılabilirse, yeni Anayasa sürecine de önemli bir katkı yapılmış olacaktır.

Yüksel Selek

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü

Hermann Sheer (1944-2010): Yenilenebilir enerji kaynakları savunucularının kaybı

Hermann Scheer (1944-2010)
Hermann Scheer (1944-2010)

“Bugünki medeniyetimizin trajedisi, tâlî enerji kaynaklarına bağımlı hale gelmiş olmamız… Fosil yakıtlar ve nükleer enerjinin yerini alacak kadar yenilenebilir enerji kaynağı olduğundan şüphe duymak saçmalıktır, yeterden çok daha fazlası var.”

Bu sözlerin sahibi Hermann Sheer’i (1944-2010) bugün kaybettik. Sheer 66 yaşındaydı. Sheer yenilenebilir enerjiler dalında bir öncü, özellikle güneş enerjisinin büyük bir savunucusuydu. EUROSOLAR’ın (Avrupa Yenilenebilir Enerjiler Birliği) ve Dünya Yenilenebilir Enerjiler Konseyi’nin başkanı, Sosyaldemokrat Parti’den (SPD) Almanya Federal Parlementosu Bundestag üyesi, ısrarcı muhalif ses Sheer 1944’de Wehrheim’da doğmuştu. Heidelberg’de ekonomi ve hukuk okuyan Sheer, 1979’da Freie Universität Berlin’den siyaset bilimi doktorasını aldı.

Sheer’in en büyük başarılarısı SPD-Yeşiller koalisyonunda kabul edilen Yenilenebilir Enerjilerin Önceliği Kanunu’yla gerçekleşti. Böylece, 1999’da kanunu hazırlayan bir avuç parlementerle birlikte Almanya’da yenilenebilir enerjilerin yaygın uygulamaya geçmesinin önünü açtı. Dünyaya örnek olacak bir feed-in tariff (FiT, tarifeli alım garantisi) sistemi hayata geçmiş oldu. Bu çabalar neticesinde şu anda ülke enerjisinin %16sını yenilenebilir kaynaklardan elde ediliyor, bu oran gün be gün artıyor ve yüzbinlerce insan bu sayede iş sahibi. Sheer, süreçteki rolü için ayni sene ‘alternatif Nobel ödülü’ sayılan Right Livelihood Award’u almıştı.

Kitapları arasında Enerji Özerkliği (2006), Güneş Manifestosu (2005) ve Güneş Ekonomisi (2004) zikredilmelidir. İyi hatırlanmasını dileriz. (commondreams.org, Deutsche Welle, Yeşil Gazete)

Altın Portakal’a ‘Çoğunluk’ damgası

47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne, ilk filmleri çeken genç yönetmenler kazandıkları önemli ödüllerle damga vurdu. Yönetmen Seren Yüce “Çoğunluk”, Tolga Karaçelik de “Gişe Memuru” adlı filmleriyle 3’er ödül kazandı. Altın Portakal tarihinde ilk kez bir yabancı kadın oyuncuya da “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü” verildi.

Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması’na bu yıl, 25-35 yaş arasındaki genç yönetmenler ilk uzun metrajlı filmleriyle damga vurdu. Usta yönetmenler Derviş Zaim, Orhan Oğuz, Sinan Çetin, Tayfun Pirselimoğlu’nun da filmleriyle yarıştığı festivalde, 14 filmden 9’u yönetmenlerinin ilk filmi olma özelliğine sahipti.

EN ÖNEMLİ ÖDÜLLERİ “ÇOĞUNLUK” KAZANDI

Sinema kariyerinde Fatih Akın ve Yeşim Ustaoğlu’nun filmlerinde yönetmen yardımcılığı yapan Seren Yüce, ilk uzun metrajlı filmi “Çoğunluk” ile Altın Portakal’dan 3 önemli ödülle döndü.

“Çoğunluk” yarışmada “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ödüllerini kazanırken, film, başrol oyuncusu Bartu Küçükçağlayan’a da “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırdı.

Festivalin diğer bir sürprizi de avukatlık mesleğini bırakarak sinema eğitimi alan 29 yaşındaki yönetmen Tolga Karaçelik’in, “Gişe Memuru” adlı ilk uzun metrajlı filmiyle geldi. Karaçelik’in filmi, “En İyi İlk Film” ödülünü kazanırken, Ercan Özkan’a da “En İyi Görüntü Yönetmeni”, başrol oyuncusu Serkan Ercan’a da “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırdı. Ercan, ödülünü “Çoğunluk”taki Bartu Küçükçağlayan ile paylaştı.

FESTİVAL TARİHİNDE İLK YAŞANDI

Öte yandan Altın Portakal’ın 47 yıllık tarihinde de bir ilk gerçekleşti ve ilk kez yabancı bir oyuncuya ödül verildi.

Ali İlhan’ın ilk uzun metrajlı filmi “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak” filmi ile başrol oyuncusu İtalyan yıldız Claudia Cardinale, Altın Portakal’da “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”ne layık görüldü.

İlk kez bir yabancıya en iyi oyuncu ödülünü kazandıran film, Dr. Avni Tolunay Juri Özel Ödülü’nü de sanat yönetmeni yönü ile Elvan Albayrak Arca’a getirdi.

14 FİLMİN 11’İNE ÖDÜL

Usta yönetmenler arasında yer alan Derviş Zaim de, festivalde yarışan “Gölgeler ve Suretler” filmiyle Altın Portakal’dan iki ödülle döndü. Film, Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması “En İyi Kurgu Ödülü”nü Aylin Zoi Tinel’e kazandırırken, SİYAD’ın ulusal dalda verdiği ödüle de layık görüldü.

Festivalde yarışan 14 filmden 11’i ödüllendirilirken, Tayfun Pirselimoğlu’nun yönettiği “Saç” filmi ve Tolga Karaçelik’in yönettiği “Gişe Memuru” filminin görüntü yönetmeni Ercan Özkan’a ödül getirdi. “Saç”ta rol ayan Rıza Akın da “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü”nü, ‘Kavşak” filmindeki Cengiz Bozkurt ile paylaştı.

Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması’nda bu yıl ilk kez yönetmeliğe eklenerek verilen Jüri Özel Ödülü’ne de Sedat Yılmaz’ın yönettiği “Press” filmi layık görüldü. “Press” ayrıca oyuncusu Aram Dilbar’a Behlül Dal Juri Özel Ödülü kazandırdı. Dilbar, bu ödülü “Atlıkarınca” filmindeki Zeynep Oral ile paylaştı.

Geçen yıl ilk filmiyle Kent Konseyi Özel Ödülü’nü kazanan kadın yönetmen İlksen Başarır, ikinci uzun metrajlı filmiyle yine Altın Portakal’dan ödülle döndü.

Başarır, başrolü de oynayan Mert Fırat ile birlikte yazdığı “Atlıkarınca”nın senaryosu ile yarışmada “En İyi Senaryo Ödülü”nü kazanırken, oyuncusu Zeynep Oral da özel ödüllü elde etti.

Festival, yönetmeni Selim Güneş’in ilk film olan “Karbeyaz” da “En İyi Müzik Ödülü” ile ödüllendirdi. Filmin müziğini yapan Mircan Kaya, melodileriyle ilk kez Altın Portakal heykelciğini kucakladı.

Ünlü yönetmen Sinan Çetin’in filmi “Kağıt” da festivalden tek ödülle döndü. Film, sinema ve tiyatronun usta oyuncusu Ayşen Gruda’ya “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü”nü kazandırdı.

Selim Demirdelen’in yönettiği “Kavşak”, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’nü Cengiz Bozkurt’a kazandırdı. Film “Kent Konseyi Ödülü”nü de aldı.

Tecrübeli yönetmen Orhan Oğuz, festivalden tek ödüllü ayrılan yönetmenler arasında yer aldı. Oğuz’un yönettiği “Hayde Bre”, Nihat Düşko’ya, “En İyi Sanat Yönetmeni” ödülünü kazandırdı.

Festivalin iki kadın yönetmeninden biri olan Belma Baş ilk uzun metrajlı filmi “Zefir”, Erhan Kozan, iddialı oyuncu kadrosuna sahip “Çakal”, 57 yaşında ilk uzun metrajlı filmini çeken Ahmet Boyacıoğlu da “Siyah Beyaz” adlı filmleriyle festivalden ödülsüz döndüler. (aa)

Kızıl zehir 20-30 güne Karadeniz’de

Çevre Bakanlığı: Tuna’ya sızan zehirli atık 20-30 günde Karadeniz’e ulaşır. Balıkçılar: Gelene kadar etkisi azalır. Greenpeace: Balık yemeyin denemez

Çevre Bakanlığı, Macaristan’ın Ajka kentindeki alüminyum fabrikasından Tuna’ya yayılan zehirli kızıl çamurun ‘20-30 gün içinde’ Karadeniz’e ulaşacağını açıkladı. Bakanlık yetkilileri Karadeniz’i zaten sürekli izlediklerini, zehirli çamur denize ulaştıktan sonra da laboratuvar incelemelerini yapacaklarını açıkladı. Tarım Bakanlığı’nın da konuyla ilgili üniversitelerden bir çalışma talep ettiği öğrenildi.

Zehirli çamur felaketi, Türkiye’yi yıl boyunca hasretle beklenen balık sezonunun tam ortasında yakaladı ve ‘Karadeniz’in balığı yenir yenmez mi’ tartışması başlattı.

Tam hamsi bollaştı ki…

Macaristan’dan çıkan zehrin 20-30 güne kadar Karadeniz’e ulaşacağı haberi, Karadeniz’de hamsi bolluğunun yaşanmaya başladığı döneme geldi. Et fiyatları rekor üzerine rekor kırarken Samsun Balık Hali’ne dün 100 gırgır 25 bin ton hamsiyle döndü. Samsun’da hamsinin kilosu 5 liraya indi. ‘Bolluk’ sürerse hamsinin kilosunun 2 liraya kadar inmesi bekleniyor. Samsun haline indirilen hamsiler, Ankara, Kayseri ve Çorum’a da yollandı.

Balık yiyelim mi yemeyelim mi?

Fısıltı gazetesine göre zehirli atık katmanı ‘çoktan Karadeniz’e ulaştı’. Ancak Çevre Bakanlığı dün bunu doğrulamadı. Bakanlığın açıklamasına göre ‘buna daha 20-30 gün var’.

Radikal’in ulaştığı çeşitli kaynaklar da alüminyum fabrikasından sızan zehirli atığın Karadeniz’e ulaşana kadar giderek seyreleceğini, etkilerinin azalacağını ve uzun zamana yayılacağını ancak ne olursa olsun etkilerin mutlaka izlenmesi gerektiğini vurguladı.

Şimdilik kesin olan tek şey: Türkiye’de balıkçının ve balıkseverin Karadeniz’deki atıkla ilgili daha etkin bilgilendirmeye ihtiyacı var.

Balık toptancısı: Bize gelmez, gelse de ters akıntı var

İstanbul Balık Müstahsilleri Derneği Başkanı Ahmet Menekşe: Tuna Nehri ile Karadeniz arasında 2 bin 500 metre mesafe var. Bu kadar ağır metalin bize gelmesi imkânsız. Metali bırakın rengi bile gelmez. Ancak Romanya ve Bulgaristan’ı etkileyebilir. Karadeniz’e kadar yok olur gider. Ayrıca akıntılar da bizde ters yönde. Gelirse de bizim yöne değil kuzeye Ukrayna’ya doğru akıntı olur. Türkiye’ye gelse bile bu da iki ayı bulur. O zaman da zaten Karadeniz’de balık sezonu bitiyor.

40 yıldır bu suyu biliyoruz. Sıkıntı sadece bugün değil yıllardır yaşanıyor. Tuna Avrupa’nın tüm pisliğini Karadeniz’e taşıyor. Avrupa, Tuna’yı çöp tenekesi yaptı. Ama teknoloji gelişti, artık tehlike o kadar açık görünüyor ki. O nedenle son birkaç yıldır biraz düzelme var. Biz yıllardır bunu söylüyoruz, bu defa pisliğin rengi kırmızı olunca tehlikeyi fark ettiler. Karadeniz daha yeni verimli olmaya başladı. Artık Avrupa’nın daha dikkatli davranması lazım.

Balık satıcısı: Gemi batmış kadar etkisi olur

Arfish Balık’ın sahibi Cahit Savaş Yazıcı: Çamur dağılarak yayıldığı için etkisi sürekli azalır. Karadeniz ’e etkisi, bir geminin batmasından kaynaklanan atıktan daha fazla olmaz. Türk sularına gelmez. Gelse de yoğunluğunu fazlasıyla kaybeder. Herhangi bir problem olacağını düşünmüyorum. Karadeniz’den günlük ortalama 40-50 bin kasa yani 100 ton hamsi çıkıyor.

Greenpeace: Balık yemeyin demek olmaz

Greenpeace Akdeniz Denizler Kampanyası Sorumlusu Banu Dökmecibaşı: Atığın Karadeniz’e etkisi, Tuna Nehri’ndeki kadar olmayacaktır. Nehirdeki akışıyla birlikte atığın yoğunluğu biraz dağılacaktır. Karadeniz’deki etkisi daha uzun bir zamana yayılacak. Bu maddeler sonuçta suda çözülmüyor ya da doğada yok olmuyor. Tabii bu konuda felaket senaryoları çizmemek lazım. ‘Balık yemeyin’ demek olmaz. Tuna Nehri’nde gördüğümüz ölü balık manzalarını Karadeniz’de görmeyeceğiz. Belki sadece Karadeniz’e aktığı ilk noktalarda görülür. Bu konuda neler yapılıp yapılmadığını tam olarak bilmiyoruz çünkü Macaristan’dan net bir bilgi akışı yok.

Türkiye’nin bu konudaki bilgileri Tuna’ya komşu ülkelerden alması ve bunu kamuoyuyla paylaşması gerekiyor. “Karadeniz büyük bir deniz, bize bir şey olmaz” demek mümkün değil. Atık, şu anda Tuna’nın su altı habitatında büyük bir zarara yol açmıştır.

Balıkçı: Karadeniz biterse biz de biteriz

İstanbul Su Ürünleri Kooperatifleri Bölge Birliği Başkanı Ali Güney: Çevre ve Tarım Bakanlığı’ndan herhangi bir uyarı gelmedi bize. Bildiğimiz kadar da bakanlık bu konuda harekete geçmedi. Eğer bu atık Karadeniz’e ulaşırsa bütün balıkçılar etkilenir. Bizim ana balık merkezimiz Karadeniz. Önlemler alınmaza Karadeniz ve Boğaz balıkçılığı çok büyük bir darbe alır. Öyle bir şey olursa, balıkçılık yasaklanır. Zorda olan Türk balıkçılığı tamamen biter. Ülke ekonomisi de bundan kötü etkilenir. Et fiyatları 50 liraya 60 liraya çıkar.

Çevre Bakanlığı: Gözümüz zaten Karadeniz’in üstünde

Bakanlıktan dün yapılan açıklamada “Atık çamur ilerleyişi izlemeye alındı. Tuna Nehri’ne karışan kırmızı çamurun, 20-30 gün içinde Karadeniz’e ulaşacağı tahmin ediliyor” denildi.

“Çamur ulaştıktan sonra yapılan testin sonuçlarını da açıklayacağız ve bu sonuçlara göre yol haritamızı belirleyeceğiz” diyen Bakanlık yetkililerinin görüşü zehirli çamurun Türkiye’de etkili olmayacağı yönünde.

(Gülşen Cebeci Ballım / Neslihan Taniş / Radikal)

Zehirli atık yayan fabrika yeniden açıldı

0

Geçtiğimiz hafta büyük bir zehirli balçık faciasının yaşandığı Macaristan’ın Ajka kasabası yakınlarındaki alüminyum tesisleri bugün tekrar üretime açıldı.

Bununla aynı zamanda, sel faciasının yaşandığı Kolontár köyü sakinlerinin bir kısmının da köylerine geri döneceği açıklandı.

Bu haberler, aslında fabrika çevresinde devam etmekte olan kriz çalışmalarıyla bir çelişki de oluşturuyor.

Kriz masası sözcüsü Tibor Dobszan, sel felaketinin ardından söz konusu bölgedeki kurtarma ve zehirli selin etkilerini giderme çalışmalarının devam ettiğini, ama bugünkü gelişmelerin bu çalışmaları aksatmayacağını söyledi.

Yeni set inşaatı

Resmi yetkililer, geçtiğimiz hafta inşa edilen ve yaklaşık bir kilometre uzunluğundaki yeni setin, artık yeni bir sel baskınını kesinlikle bertaraf edeceği görüşündeler. Eski duvarlarda çatlaklar olsa da, eski setin altında inşa edilen bu ikinci set, atıkların olası bir taşkın halinde bile yerleşim bölgelerine akmasını engelleyecek.

Öte yandan, geçtiğimiz hafta çıkarılan acil bir yasayla hükümet denetimine alınan fabrikanın yeni idarecileri, üretimin başlamasıyla birlikte oluşacak yeni atık maddeler için yeni ve güvenlikli bir atık göleti hazırlandığını da vurguluyorlar.

Avrupa alüminyum piyasasının sekizde birini elinde tutan dev tesisin üretime başlaması bölge insanları tarafından farklı tepkilerle karşılandı. Binlerce kişiye iş imkanı veren fabrikanın açılmasını olumlu karşılayanlar olduğu gibi, bölgeden hemen taşınmak isteyen insanlar da var.

Peki, sağlık açısından uzun vadede bir tehlike var mı? Uzmanlara göre bu konuda tatmin edici bir yanıt vermek çok güç. Çünkü bilim dünyası bu büyüklükte benzer taşkınlarla ilgili deneyime sahip değil. Ama sağlık uzmanları, taşkın sonrası zemine bulaşan zehirli maddelerin, toprağın kurumasının ardından toz halinde ve solunum yoluyla insan sağlığı açısından tehlike oluşturabileceğini düşünüyorlar.

Tuna nehrinde ise, ölçümlere göre sağlık açısından riskli değerler oluşmadı.

Nehir suyu ölçümleri, Macar makamları tarafından olduğu gibi, Tuna nehrinin Macaristan’dan sonra ulaştığı ülkelerin uzmanları tarafından da sürekli olarak yapılıyor (BBC)

Kusturica’ya benzettikleri oyuncuyu dövdüler!

Yönetmen Emir Kusturica, kendisine karşı düzenlenen kampanya sonucu Altın Portakal Film Festivali’nden ayrılarak ülkesine dönmüştü. Antalya’da bir grup, Kusturica’ya benzettikleri İsviçreli oyuncu Michael Neuenschwander’i dövdü.

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin jüri başkanlığını yapmak üzere davet edilen Emir Kusturica, AKP hükümetinin bakanları dahil geniş bir kesimin kendisine karşı yürüttüğü kampanya nedeniyle Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştı. Kusturica, bu kararı aldığında yanında 50 kişilik koruma ordusuyla jüri üyeliği görevini yürütemeyeceğini, birisinin kendisini çekip vurmayacağından emin olamayacağını söylemişti.

Kusturica’nın kaygılar haklı çıktı. ANF’nin haberine göre İsviçreli oyuncu Michael Neuenschwander, başrolünü oynadığı “180 derece” filminin galasının çıkışında bir grup tarafından Emir Kusturica’ya benzetilerek dövüldü. Saldırgan grup “Bu adamı kovmamış mıydık?” ve “Hala ne işi var burada?” diyerek sanatçıyı tartakladı.

Başta niye saldırıya uğradığını anlayamayan Neuenschwander, kendisine saldıran grubun elinden film ekibi ve güvenlik elemanları tarafından kurtarılarak salondan çıkartıldı.

Kusturica’nın Türkiye’den ayrılması üzerine yapılan yorumlardan biri de, kendisine kimsenin bir şey yapmayacağı, güvenlik korkusunu abarttığıydı. Ancak Neuenschwander’e yapılan saldırı, Kusturica’nın güvenlik kaygısının haklı olduğunu ortaya koydu. Kusturica’ya karşı yürütülen siyasi kampanyada kullanılan söylem, Sırp karşıtı bir milliyetçilikten de fazlasıyla besleniyordu.

Kusturica: Tepkileri AKP başlattı
Kusturica, Sırbistan’a döndükten sonra “Politika” gazetesine verdiği röportajda, kendisine gösterilen tepkileri çok “anlamsız” bulduğunu ifade ederek, tüm filmlerinin Türkiye’de gösterildiğini ve 10 kez de Türkiye’de konser verdiğini söyledi.

Kendisine dönük tepkileri AKP’nin başlattığını iddia eden Kusturica, “İstanbul’daki siyasetçilerin Antalya’daki sosyal demokratlara bir darbe vurmaları için ben uygun bir sebeptim” ifadesini kullandı.

Kusturica, Antalya’da sosyal demokratlarla yaşanan gerginliğin “meşale taşıyıcısının” Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay olduğunu iddia ederek, “Tüm bunlara rağmen orada çok güzel bir şey yaşadım. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, Antalya’nın fahri hemşehrisi olmamı teklif etti” dedi.

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın ise, Kusturica’ya fahri hemşehrilik teklifinde bulunduğu iddialarını reddederek, “Bunu kim uydurdu bilmiyorum. Konuşmamızda fahri hemşehrilik konusu geçmedi” diye konuştu.

(sol)

Kadın kolları başkanı dediğin böyle olur!

Demokrat Parti (DP) Alanya İlçe Başkanlığı’nda genel kurul sonrası yapılan görev dağılımında partinin Kadın Kolları başkanlığına bir erkek getirildi.

DP Alanya İlçe Teşkilatı’nın, geçen hafta yapılan genel kurulunun ardından görev dağılımı için parti binasında toplantı yapıldı. Toplantıda, partinin eski Kadın Kolları Başkanı Nevriye Eğilmez’in İlçe Yönetim Kurulu’na getirilmesiyle yerine, kadın aday çıkmayınca aynı zamanda Gençlik Kolları Başkanı da olan sürücü kursu sahibi 33 yaşındaki Mutlu Aydemir atandı.

DP İlçe Başkanı Yaşar Uysal, parti tüzüğünde bu birimin, ‘Kadın ve Gençlik Kolları’ olarak geçtiğini söyledi. Uysal, “Gençlik ve Kadın Kolları’nı yeniden oluşturacağız. Gençlik Kolları Başkanı Mutlu Aydemir arkadaşımızı şimdilik Kadın ve Gençlik Kolları Başkanlığı’na getirdik. Partimizin başarısı için hep birlikte çalışacağız” diye konuştu. (dha)

Endüstriyel futboldan: Fiyapı İnönü Stadı

0

Beşiktaş taraftarının kendi aralarında Şeref Bey Stadı olarak adlandırdığı İnönü Stadının adı değişti. Taraftarın istediği yönde olmayan bu değişiklik sonunda yeni isim: Fiyapı İnönü Stadı! Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören ile FİYAPI Yönetim Kurulu Başkanı Fikret İnan, BJK İnönü Stadı’nın isim sponsorluğu konusunda sözleşme imzaladı.

Son dönemde yaptığı transferlerin yanında sponsorluk anlaşmalarına önem veren Beşiktaş Kulübü, bir sponsorluk anlaşması da BJK İnönü Stadı için yaptı.

Siyah-beyazlı kulüp, stadın isim hakkını 1 artı 1 olmak üzere 2 yıllığına FİYAPI’ya verdi. BJK Nevzat Demir Tesisleri’nde kulüp başkanı Yıldırım Demirören ve yöneticiler Fahrettin Curoğlu ile Ertunç Soğancıoğlu’nun katılımıyla gerçekleştirilen törenle sözleşme imzalandı.

Yıldırım Demirören ve FİYAPI Yönetim Kurulu Başkanı Fikret İnan’ın imzaladığı sözleşmeyle stadın ismi 1 yılı opsiyonlu 2 yıllığına FİYAPI İnönü Stadı oldu.

DEMİRÖREN: ”BUGÜN KULÜP TARİHİNİN EN ÖNEMLİ İŞİNİ YAPIYORUZ”
Törende konuşan Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören, bugün yine kulüp tarihinin önemli  işine imza attıklarını söyledi.
Demirören, FİYAPI ile 1 artı 1 yıllık olmak üzere stadın isim hakkını verdiklerini belirterek, ”Sözleşmenin özelliği, stadımız bir sene sonunda yıkılırsa mukavele geçersiz kalıyor” dedi.

Kulüplere sponsor olanlara her zaman destek verilmesi gerektiğini kaydeden başkan Demirören, ”Maalesef kamuoyunda bazı şeyler gördüm. Bazı konuşmalara üzüldüm. Türkiye Futbol Ligi’nin ismi kanunla değişti. Önce Turkcell, ardından Spor Toto oldu. Demek ki şartlar isimleri değiştirebiliyor. İsimlere saygımız sonsuz ama kulüplerin de yaşaması gerekiyor. Anlaşma her iki taraf için hayırlı olsun” diye konuştu.

Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün sponsorluk konusundaki açıklamasının hatırlatılması üzerine Yıldırım Demirören, ”Biz zaten yazılı başvurumuzu yaptık. Kulüpler sponsorla yaşıyor. Bir sıkıntı olmayacağına inanıyoruz” dedi.

Geçtiğimiz hafta sonu divan kurulu toplantısında stadın isminin değişmesi halinde mahkemeye gideceği yönünde açıklamalarda bulunan Ali Rıza Dizdar’ın bu tepkisinin sorusu üzerine Demirören, ”Herkes demokratik haklarını kullanır. Ali Rıza Dizdar da mahkemeye verebilir. Türkiye Futbol Ligi’nin ismi kanunla değişti. Türkiye’den büyük isim var mı. Şartlar bunu gerektiriyor” diye konuştu.

Başkan Demirören, yapılan sözleşmeyle stadın isminin FİYAPI İnönü Stadı olacağını ifade etti.

Stadın sponsorluğu konusunda Medikal Park ile yaptıkları görüşmelerin hatırlatılması üzerine, ”Bir süre görüştük. Onlara zaman vermiştik. Bu zaman içinde bize dönmeyince süreç devam etmedi” dedi.

Yıldırım Demirören, FİYAPI’dan sonuç almaları halinde diğer şubelere de desteğin olabileceğini ifade ederken, 15 gün sonra başka bir sponsorluk anlaşması için bir araya geleceklerini sözlerine ekledi.

NEŞELİ HALLERİ DİKKATİ ÇEKTİ
Yıldırım Demirören’in toplantıda neşeli halleri dikkati çekti. Sözleşmenin imzalanması için gözlüklerini takan Demirören, ”Gözlükle çekmeyin yaşlı gözüküyorum” şeklinde espri yaparken, FİYAPI Yönetim Kurulu Başkanı Fikret İnan’ın bundan sonra Beşiktaş’a daha sempatiyle bakacağı yönündeki açıklaması üzerine ”Artık Beşiktaşlısınız diyebiliriz” dedi.

İNAN: ”FİRMAMIZ ONURLU BİR İŞ YAPTI”
Beşiktaş Kulübü’nün stadına isim sponsoru olan FİYAPI Yönetim Kurulu Başkanı Fikret İnan ise bu anlaşmayla onurlu bir iş yaptıklarını söyledi.

İnan, başkan Yıldırım Demirören ve yönetim kuruluna kendilerine gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür ederek, ”Yaptığımız anlaşma iki kademeli. Birinci kademe FİYAPI İnönü Stadı isim hakkını alarak tamamladık. Ama esas amaç izinlerin alınması halinde bu stadın yıkılıp yerine Beşiktaş Kulübü’ne, camiasına, seyircisine yakışacak yeni bir stat yapılması ile ilgili ciddi bir uğraş vereceğiz. İnşallah bundan sonraki basın toplantısında yeni bir stat müjdesini vermek istiyoruz” diye konuştu.

İşin kendilerine teklif edildiğinde, bunun şık bir iş olduğunu düşündüklerini kaydeden İnan, ”Sponsorluk anlamında yapılacak en üst düzey bir iş. İnşaat firması olarak tarafımızdan bu hakkın alınması bizim için önemli. Firma olarak yapılmamışları yapmak gibi bir amacımız var. Sektörde hep ilkleri yapmak anlamlı. Beşiktaş’a sempatim de bu işle birlikte güçlendi. Daha önce herhangi bir takım tutmuyordum. Bu dakikadan itibaren Beşiktaş’ın menfaatleri için çalışacağım” dedi.

Sponsorluk konusunda örnek aldıkları bir durumun olup olmadığı yönündeki soruyu ise Fikret İnan, ”Örnek aldığımız bir durum yok. Başkanımız ve yönetimin ön gördüğü rakamlar üzerinde konuştuk. Her iki taraftan da kabul gördü ki anlaşma yapıldı. Buradan verim aldığımız sürece maddi ve manevi olarak gerek futbola, gerekse diğer branşlara destek vereceğiz” diye konuştu.

Fikret İnan’ın bu açıklamaları üzerine Yıldırım Demirören, ”Seneye bir yıldız sözü verdi” diye espri yaptı. Bu arada, Beşiktaş Kulübü yapılan protokol gereği sponsorluk bedeli olarak, ilk yıl 3 milyon 500 bin lira artı KDV, ikinci yıl ise 3 milyon dolar artı KDV para alacak. (Ntvspor)

Modern hayatın getirisi: Kanser

Yapılan bir araştırma, kanserin modern hayatın aşırılıklarının yol açtığı “insan yapımı” bir hastalık olduğunu ortaya koydu.

Araştırmacılar, antik Mısır ve Güney Amerika’daki bin kadar mumya üzerinde yaptıkları incelemede, sadece bir avuç eski çağ insanının kansere yakalandığını belirledi. Günümüzde ise neredeyse her üç ölümden biri kanserden.

Daily Telegraph’ta yayınlanan haberde araştırmacılar, kanserin ana nedeninin modern yaşam ve sanayinin yol açtığı kirlilik olduğunu, bunun doğal olarak oluşan bir hastalık olmadığı sonucuna vardı.

Kanser seviyesinin Sanayi Devrimi’nden bu yana başta çocukluk dönemi kanserleri olmak üzere önemli ölçüde yükseldiğinin belirlendiği araştırmada, bu artışın sadece ömürün uzamasından kaynaklanmadığı da belirlendi.

Manchester Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Rosalie David, “Sanayileşmiş ülkelerde kanser, kalp-damar hastalıklarından sonra ikinci ölüm nedeni. Ancak antik dönemlerde bu hastalık çok nadir görülüyordu. Doğal hayatta kansere sebep olacak bir şey yoktu. Dolayısıyla bunun, beslenme ve yaşam biçimimiz ve kirlilikten kaynaklanan insan yapımı bir hastalık olduğunu söyleyebiliriz. Kısaca kanser modern yaşamın yarattığı modern bir hastalıktır” dedi.

Prof David ile Prof. Michael Zimmerman, kanserin geçmişe doğru izini sürmek için 3000 yıl önceki mumyalarla fosillerde ve antik tıbbi kayıtlarda inceleme yaptı. David ve Zimmerman, tüm bu örneklerde dokular üzerinde yapılan mikroskopik incelemede sadece 5 habis tümöre rastladı.

Zimmerman, antik toplumlarda tümöre ameliyatla müdahale olmadığı için mumyalarda tümör kalıntılarının mutlaka bulunması gerektiğine işaret etti. Zimmerman, tümörlerin zaman içinde yok olmuş olabileceği argümanını, “deneysel çalışmaların kanserli tümörlerin normal dokulardan dahi iyi korunduğunu gösterdiğini” belirterek reddetti.

Nature Reviews Cancer dergisinde yayınlanan araştırmada, fosil kalıntılarında da kanser vakasının çok seyrek olduğunun görüldüğü belirtildi.

Araştırmacılar, 17 yüzyıla kadar meme kanseri ve diğer kanserlerle ilgili bir tanımlamaya da rastlamadı.

Araştırmacılar, damar sertliği ve kireçlenme gibi modern çağın yaştan kaynaklanan diğer hastalıklarıyla ilgili vakaların antik dönem insanlarında da görülmesinin ise “antik insanların kansere yakalanacak kadar uzun yaşamadıkları argümanını ortadan kaldırdığını” kaydetti. (aa)