Dünyaİklim ve EnerjiManşet

Nihai iklim savaşına hoşgeldiniz

0

Yazan: Adam Tooze

Yeşil Gazete için çeviren: Mert Gevrek 

*

Çin’in tek taraflı olarak ortaya koyduğu 2060 yılında sıfır karbon taahhüdü, Batı’yı şaşırttı. Başkan Xi Jinping’in sözleri olduğu gibi alınırsa, Birleşik Devletler, Avrupa ve Japonya’nın toplamından daha fazla karbondioksit yayan Çin, radikal bir dekarbonizasyon programı başlatıyor. Küresel düzeyde iklim değişikliği politikası böylece yeni bir aşamaya geçiyor.

Xi’nin ilanının zamanlamasının arkasında taktik nedenler olduğu şüphe götürmez. Fakat Çin’in stratejisini propaganda amaçlı bir saptırma ya da Batı diplomasisine bir taviz – Xi’nin diktatörlüğü için liberal bir taviz – olarak yorumlamak, hem Batı’nın kaldıraç kuvvetini abartmaktır, hem de iklim problemini hafife almaktır. Liderinin iklim değişikliğini ciddiye almasının sebebi, tam da Komünist Parti rejiminin gelecek yüzyılı şekillendirmeye kararlı olmasıdır. Rejimin hesabında Yangtze Nehri taşkınları, tıpkı Hong Kong’daki hak temelli protestolar gibi iktidar üzerine etkisi açısından bir
tehdittir. Pekin’in otoriter Çin Rüyası’nın geleceği, kontrolden çıkan bir küresel ısınma ortamında çok daha belirsiz görünüyor.

Xi’nin hamlesi, Batı’nın peşin hükümlerini allak bullak edebilir ancak bu yüzyılın başından itibaren Çin’in küresel iklimin geleceğinde belirleyici bir konuma sahip olacağı aşikardı. Çin, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla açısından Amerika Birleşik Devletleri’ni geçmesinin beklendiği andan yarım asır önce bu ülkeyi karbon emisyonu bakımından geçmişti. Kömür, çelik, alüminyum ve çimento gibi dünyayı en yoğun kirleten endüstrilere de hakim durumda. Bu, bir zamanlar offshore Batı üretimine atfedilebilirdi. Bugün Çin ağır endüstriyel çıktısının çoğunu ülke içinde tüketiyor. Xi, AB ve ABD’nin yapabileceği herhangi makul hamleyi gölgede bırakan dekarbonizasyon taahhüdüyle gerçek kararın nerede verildiğini basitçe netleştirdi.

‘Oyunu değiştiren’ açıklama

Nitekim, Çin’in stratejisini her şeyden önce Doğu-Batı ilişkileriyle alakalı olarak konumlandırmak kendi başına geriye dönük ve artan biçimde anakronik bir bakış açısıdır. Her geçen yıl Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin iklim değişikliğindeki önemi azalmaktadır. 2018’de, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa birlikte, küresel toplamın çeyreğinden az olan 8,9 gigaton karbon emisyonu oluşturdu. Üretim bazında toplam 10,1 gigaton emisyonla Çin tek başına daha ağır bastı. Bu üçlü – Çin, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği – toplandığında küresel toplamın yarısından biraz fazlasına tekabül ettikleri görülüyor. Geri kalan 17,9 gigaton, ki Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin iki katı, Hindistan ve dünyanın geri kalanı tarafından oluşturuluyor. Dahası Üç Büyüklerin emisyonları durgunken – Amerika Birleşik Devletleri ve AB’deki düşen rakamlar Çin’deki herhangi bir artışı telafi ediyor – dünyanın geri kalanındaki eğilim güçlü bir biçimde artıyor.

Giderek daha fazla ülke enerji yoğun orta gelirli büyüme aşamasına girip  şehirleştikçe, elektrik santralleri inşa ettikçe ve daha iyi durumdaki vatandaşları araba ve klima satın aldıkça, CO2 emisyonları artıyor

Sonuç olarak, G3 arasında yapılacak bir anlaşmayla küresel istikrarın sağlanabileceği noktayı çoktan geride bıraktık. Hem Batı hem de Çin iklim politikasının ihtiyacı olan şey, sadece Hindistan’ı değil aynı zamanda Brezilya ve Endonezya gibi diğer yükselen büyük piyasa ekonomilerini, Pakistan ve Nijerya gibi gelecekteki muhtemel nüfus devlerini, Avustralya, Kanada, Rusya ve Körfez devletleri gibi kömür, petrol ve doğalgaz üreticilerini de kapsayan bir istikrar anlaşmasıdır. Küresel iklim görüşmelerinde yıllardır bu tartışmalar sürmektedir. Fakat Çin’in açıklaması oyunu tüm taraflar açısından değiştirmiştir.

Aktivistler, emisyonları azaltmak ve iklim değişikliğini yavaşlatmak için 195 ülkeden oluşan bir anlaşma olan BM COP21’de tartışılacağı için, 12 Aralık 2015’te Paris’teki Arc de Triomphe yakınlarındaki bir gösteri sırasında iklim adaleti çağrısı yapan dev bir afiş tutuyorlar. Küresel ısınma konferansı. Fotoğraf: Alain Jocard.  

Amerika Birleşik Devletleri’nin iklim politikası anlatıları küresel ısınmayı ele
almak için yeryüzündeki hemen hemen her ülkenin hemfikir olduğu ilk olay olan; 2015’te Paris’teki küresel anlaşmaya odaklanma eğilimindedir. Fakat Paris aldatıcı oldu. Ne kadar efor sarf edebileceklerinin taahhüdünü ülkelere bırakırken, 2 derecelik bir sıcaklık hedefi ve 1,5 altı için bir başarı arzusu belirledi. Tartışmalı kalan karbon bütçesinin adil dağılımı meselesini görmezden gelerek yatıştırdı. Sonuç ise modellemenin sıcaklık hedeflerine ulaşmak için tamamen yetersiz olduğunu gösteren bir taahhütler paketiydi. Küresel emisyonlar artmaya devam etti. Genel enerji manzarası neredeyse hiç değişmedi. Ekonomik büyüme, enerji verimliliği kazanımlarını ortadan kaldırdı.

İklim müzakerelerinde çok kutupluluk dönemi

Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi, Brezilyalıların, Avustralyalıların, Rusların ve Suudilerin geri çekilmelerine kapı açarak felaket durumu daha da kötü hale getirdi. Bu, son birkaç yılın olağanüstü özelliği olagelen, iklim eylemi için kökleşmiş siyasi hareketliliği tetikleyen son derece endişe verici bir durumdur. Sene başında sorulan soru, Amerika Birleşik Devletleri’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesinin Avrupa Birliği ve Çin’in yeni taahhütleriyle dengelenip dengelenemeyeceğiydi.

Bildiğimiz iklim politikası başladığında dünya farklı bir yerdi.”

Xi’nin açıklaması herkesin beklediğinden daha ileri gitti. 2015’te Çin’in kesin bir emisyon yolu tarif etme taahhüdünü reddetmesi, Paris Anlaşması’nın yarım kalmasına neden olmuştu. Geleceğin en büyük parçası sabitlenmeyi reddederse, çözülecek denklemi tanımlamanın yolu da olmaz. Şimdi Pekin iddiasını sürdürüyor. Önceki iklim görüşmelerindeki gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler arasındaki çizgiyi bir kez ve tümüyle terk etti. Bu durum Avrupa’nın taahhütlerinden dönmesini daha zor hale getirecektir ve Amerika Birleşik Devletler’in yanı sıra, Hindistan’ın üzerinde de baskı kuracaktır. Bu aynı zamanda Paris için zemin hazırlayan süper güç pazarlık stratejisinin sonuna işaret ediyor. Artık çok kutupluluk ile uzlaşmak zorundayız.

Bildiğimiz iklim politikası başladığında, dünya farklı bir yerdi. 1980’lerde Amerikalı ve Avrupalı bilim insanları iklimi küresel bir sorun olarak konuştular, fakat bu Batı’da varsayılan ve Batı’dan analiz edilen bir küreydi. Çin ve Hindistan ekonomileri, küresel ekonominin yüzde birkaçını oluşturuyordu. Batı ve Sovyetler Birliği emisyon bilançosunu domino ediyordu.

Daha sonra 1990’larda bir zamanlar seçkin Batılı bilim insanlarının konusu olan şey, modern küresel iklim müzakerelerinin gürültülü siyasetine dönüştü. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Konvansiyonu’na taraf olan 197 devletin yıllık toplantıları – sözde Taraf Devletler Konferansı (COPs) – BM Genel Kurulu biçimindeki buluşmalarıydı ve önerildiği kadar hantal ve karmaşıktılar. 1997 Kyoto Protokolü ile örneklendiği üzere esas anlaşmazlık, iklim sorununu sanayileşmiş ülkelerin çözmesi gerektiğinde ısrar eden Çin ve Hindistan’ın başını çektiği, gelişen büyük pazarlar ile Çin’in yer almadığı hiçbir anlaşmaya imza koymaya yanaşmayan Amerika Birleşik Devletleri arasındaydı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Kyoto Protokolü’ne muhalefetinin temelinde bu vardı.

Elbette, aynı zamanda bazı Cumhuriyetçilerin benimsediği bilim karşıtı duruş da ihmal edilemez. İtirazın sponsorluğunu yapan Exxon’un öncülük ettiği fosil yakıt menfaatleri söz konusu. Ancak netice itibarıyla Kongre’nin her iki tarafının da neredeyse oybirliğiyle paylaştığı Kyoto Protokolü’ne itiraz jeoekonomikti. Emisyonların tarihi ne olursa olsun Çin, geleceğin iklim süper gücüydü ve Birleşik Devletler de Çin’i bağlamayan bir anlaşmayı onaylayamazdı. Nihayetinde süper güç pazarlığını gerekli kılan şey, iklim sorununun Çin ve Hindistan tarafında iklim adaleti ve Amerika Birleşik Devletleri tarafında jeoekonomi açısından yorumlanmasıydı.

Çin’in taahhüdü tek başına yeterli değil

Kyoto kesintilerinin ikinci turuna tek taraflı bir taahhütte bulunarak Çin ve Hindistan’ı masaya getiren ilk başta Avrupalılardı. Daha sonra Obama yönetimi, Çin ve Hindistan ile ikili pazarlıklara aracılık etti. Aralık 2015’te Paris’te iklim genel kurulu ortamını hazırlayan bu süper güç anlaşmalarıydı.

Çin, şimdi Paris iklim çerçevesini ikiye katladı. 1990’lı yılların başında iklim
görüşmeleri başladığından beri ilk kez, en fazla emisyon yayan ülke
dekarbonizasyon taahhüdünde bulundu. Ancak bunun kadar önemlisi, bu taahhüdün tek başına yeterli olmayacağı… 

Bir adam 3 Eylül 1990’da Suudi Arabistan’daki Ras-Tanura petrol rafinerisinin egzoz bacalarına ve borularına bakıyor. Fotoğraf: Jacques Langevin. 

Pekin’in ve iklim istikrarına önem veren diğer herkesin şu anda sadece Amerika Birleşik Devletleri’nden paralel bir taahhüde değil, dünyanın geri kalanından da derin dekarbonizasyon için bağlayıcı taahhütlere ihtiyacı var. Ve bunun için uygun bir üst yapıya ihtiyacımız olacak. Karbondan arındırmaya gelince, ilgili ülkeler grubu geniş ve heterojen. Hem büyük enerji üreticileri, hem de büyük enerji tüketicileri bulunuyor. Dekarbonizasyon genel anlamda net bir fayda olabilir. Fakat dağıtım takasları acı verici. Ve bazı devletler, kendilerini net kaybedenler arasında görebilirler.

Kapsamlı küresel meclisler yönetilemez ve süper güç anlaşmaları çok dar ise, ihtiyaç duyulan şey karbondan arındırmaya aracılık edecek daha yönetilebilir bir gruplamadır.”

Başka hiçbir yükselen piyasa, enerji geçişlerinin sektörel maliyetlerini dengelemede Çin’in kaynaklarına sahip değil. Başka hiçbir ülke -zengin ya da yoksul- geçişin yerel kaybedenleri arasındaki anlaşmazlığı bastırmada, Çin rejiminin otoriter kapasitesi ile boy ölçüşemez. Orta gelirli enerji üreticileri, petrol ve doğalgaz ihracatlarını sürdürmek için çaresiz durumda. Birçok orta ve düşük gelirli ekonomi, hiçbir koşul olmadan ucuz enerji tekliflerine duyarlı olacaktır. Dünyanın her yerinde yılda yüz milyarlarca dolara ulaşan enerji sübvansiyonları, özellikle hevesli orta sınıf için toplumsal pazarlığın önemli bir parçası olmaya devam ediyor. Dünya çapında yüz milyonlarca insan hala elektriğe erişemiyor. Zengin ülkeler için bir geçişi hayal etmek zor ise, henüz sanayileşmenin ilk aşamalarında olanlar için çok daha zordur.

Hızlı ve derin dekarbonizasyon ile tüm iş modelleri altüst olacak büyük ve muhalif yüzlerce şirket var. Exxon gibi Batılı petrol şirketleri bu listede başı çekiyor. Fakat son beş yılda CO2 emisyonlarını en dramatik şekilde artıran on şirketten dördü Hintli, ikisi Çinli, diğerleri de Avustralyalı, Rus ve Koreliydi. Dünyanın çimento tedarikçisi İsviçre merkezli Lafarge Holcim, ikinci sıradaydı. Enerji, devlet kapitalistlerinin işidir. En fazla karbondioksit yayan 20 şirketten 12’si devlete aittir. İran, Irak, Meksika, Cezayir ve Venezuela’nın petrol şirketleri yalnızca işletme değiller, aynı zamanda ulusal ekonomilerinin ve devlet maliyelerinin temel direkleridir.

G20’nin rolü

Ayrıca genel karbondan arındırma hamlesini engelleyen, enerji özerkliği ve ekonomik kalkınma projeleri inatçı koalisyonunun gelişeceği endişesine de unutmamak gerekir. Avrupa Birliği içinde bile kömüre ağır bağlılığı ile Polonya, 2050’de sıfırlama taahhüdünü vermeyi reddetti. Bu yılın temmuz ayında, pazarlık gücünü Avrupa korona kurtarma anlaşmasının karbon kimlik bilgilerini delmek için kullandı. Küresel ölçekte tekrarlanan bu durum endişe vericidir. Doğu Akdeniz’deki gaz yatakları üzerindeki nüfuz için gittikçe artan çılgınca mücadele buna iyi bir örnektir. Türkiye’nin hızlı bir biçimde artan bir enerji talebi var. Rusya’dan yaptığı kaygı verici gaz ithalatı bağımlılığını gidermek için yeni gaz kaynakları istiyor.

6 Kasım 2018’de Seul’un batısındaki Songdo’daki yoğun kirlilik sırasında yüksek katlı apartmanların havadan görüntüsü. Fotoğraf: Ed Jones. 

Kapsamlı küresel meclisler yönetilemez ve süper güç anlaşmaları çok dar ise, ihtiyaç duyulan şey karbondan arındırmaya aracılık edecek daha yönetilebilir bir gruplamadır. G20, bariz bir çerçevedir. Örgüt, tarihi iklim politikasıyla paralel ilerliyor ve çok kutuplu bir 21’nci yüzyıl dünyasında bu politikayı meşrulaştırmak ve koordine etmek için uygun bir çerçeve bulma çabasını yansıtıyor.

G20’nin kökeni, 1990’lardaki Latin Amerika borç krizinin ve Asya mali krizinin neden olduğu tartışmalara dayanır. Geriye bakıldığında kuruluşu 1944’teki Bretton Woods toplantısına dayanan ve krizle mücadele çabalarına öncülük eden Uluslararası Para Fonu (IMF), Amerikalı ve Avrupalı hissedarlarının hakimiyetindeydi. Soğuk Savaş ve kolonyalizm sonrası dünyada IMF’nin sert tedbirleri artan bir şekilde egemenliğe saldırı olarak görülüyordu. G20, dünya ekonomisinin yönetimine daha geniş bir politik taban sağlamanın bir yolu olarak 1999’da bir araya geldi. Hikaye, o dönemki Hazine Bakanı Larry Summers’ın, yardımcısı Timothy Geithner’a Alman mevkidaşı Caio Koch-Weser ile birlikte muhtemel aday devletlerin listesini derleme görevini vermesiyle başladı. Nüfus ve GSYİH tablosu giderek kötüleşirken Fransa ve Güney Afrika onaylandı, Nijerya ve İspanya dışarıda kaldı. Sonuç, Suudi Arabistan, Endonezya, Arjantin, Meksika ve Türkiye gibi ülkelerin masaya eklenmesiyle birlikte, G-8 ve sözüm ona BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ülkelerinin hakim olduğu bir gruplaşma haline geldi. 

Çevre dostu ‘Bir Kuşak Bir Yol’ önerisi, orijinal kömür temelli öneriden daha dramatik olabilir.”

Esasında bu bir maliye bakanları toplantısıydı. 2008’de Kuzey Atlantik’te bankacılık krizi patlak verdiğinde hükümet başkanları düzeyine yükseltildi. Bu tarz seçici gruplamaların kuşkusuz meşruiyet sorunları olur. Bu nedenle G20, 19’uncu yüzyıldaki “güçler uyumuna” dönüş olarak görüldüğü için kınandı. Ve asıl mesele buydu. Nüfusu binlerle ifade edilen devletlerle Çin ve Hindistan’a eşit davranılmasını sağlayan egemenlik fikri, uluslararası hukukçuları memnun edebilir ama kapasite ve güçteki hakiki farklılıklar karşısında egemenlik nosyonu kaybolur. G20’nin iklim politikasının bir sonraki aşaması için uygun olmamasının nedeni, küçük ülkelerin dışarıda kalması değil, gerçek büyük ülkelerin dahil edilmemesidir. İklim politika
oluşturulurken Rusya, Suudi Arabistan, Brezilya, Endonezya, Güney Kore ve Türkiye gibi ülkelerin hepsi çok önemlidir. Ancak Bangladeş, Pakistan, Etiyopya, Nijerya, Mısır ve İran gibi büyük devletler nasıl dışarıda bırakılabilir? Yaklaşmakta olan iklim felaketinin ele almak için yapılacak sıkı pazarlığın uygun forumu, G20’den ziyade G40’tır.

Ancak forum oluşturma yalnızca tek bir adımdır, bir sonraki soru şu: Gerçekte hangi güçler anlaşmayı zorunlu kılabilir? Çin ve Avrupa Birliği karbonsuzlaştırma hamlesine öncülük ederlerse, süreci hızlandırmada nasıl bir etki yaratabilirler?

İşçiler 21 Aralık 2009’da Çin’in Shandong eyaletinin Rizhao kentinde bir banliyö evinin çatısına güneş ısıtıcıları yerleştirirken. Fotoğraf: Barcroft Media. 

Eğer tarih bize bir şey anlatıyorsa o da uzaktaki büyük güçlerin yalnızca sınırlı bir etkiye sahip olabileceğidir. Gayri resmi imparatorluk göründüğü kadar kolay değil. Gerçek etki, güçlü yerel aktörlerin çıkarlarıyla uyuma bağlıdır ve ağır yatırım bedeli ile ağır bir riske mal olur. Çin’in genişleyen Bir Kuşak Bir Yol girişimiyle başladığı tam olarak budur. Geçen yıl itibarıyla 126 ülke bu girişime dahil edildi. O zaman itibarıyla bu ülkeler dünya nüfusunun üçte ikisini, küresel gelirin yüzde 23’ünü ve küresel karbon salınımının yaklaşık yüzde 28’ini oluşturuyordu. Bu ülkeler ayrıca dünyanın bilinen fosil yakıt rezervlerinin yüzde 75’ine ev sahipliği yapıyor.

Bir Kuşak Bir Yol yeşil olabilecek mi?  

Dünyanın geri kalanını karbondan arındırmaya devam ederken bu ülkeler Çin tarafından modellenen karbon yoğun büyümeyi sürdürürlerse, 2050 yılına gelindiğinde Çin’in Bir Kuşak Bir Yol girişimindeki ortakları, küresel salımın yüzde 66’sından sorumlu olabilirler. Elektrik santrallerinden püsküren dumanlar tek başına dünyayı 3 derecelik bir ısınma senaryosuna sokmaya yetecektir.

Pekin, geçmişte “yeşil” Bir Kuşak Bir Yol yapma vaatlerinde bulunmuştu. Fakat tarihi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu konuşmasında Xi, Çin’in dış projelerinden hiç bahsetmedi. Pekin’in karbon tarafsızlığı taahhüdüne söz konusu girişimin dahil olup olmayacağı kritik bir test olacak. Bu Çin’in ağır sanayi lobisinin muhalefetine uğrayabilir ancak Pekin’in kalkınma bankaları biçimde büyük bir kaldıracı var. Tek başına Çin Kalkınma Bankası’nın Bir Kuşak Bir Yol projesine yıllık 40 – 45 milyar dolar kredi vermesi bekleniyor.

Çevre dostu ‘Bir Kuşak Bir Yol’ önerisi, orijinal kömür temelli öneriden daha dramatik olabilir. Planın 126 üyesinin hepsini 2 derecelik bir senaryoyla uyumlu hale getirirken, ekonomik ve endüstriyel kalkınmayı gerçekleştirmelerini sağlamak için bir tahmine göre 2030 yılına kadar 11,8 trilyon dolar yatırıma ihtiyaç duyulacak. Bu devasa bir rakam ve Covid şokundan sonra gerçekleşmesini hayal etmek de kolay değil. Bu yılki pandemiye karşılık kümülatif mali yanıtın 7 trilyon dolara ulaşması öngörülüyor.

Çinli bir kadın 26 Kasım 2015’te Çin’in Shanxi kentindeki kömürle çalışan bir elektrik santralinin önünden geçerken bacalardan duman yükseliyor. Fotoğraf: Kevin Frayer.

Ancak Çin trilyonlarca dolar ölçeğinde dış finansmanı öngörme alışkanlığındayken, Batı için bu rakam büyük ihtimalle etiket şokuna neden olacaktır. Birkaç yıl önce Almanya, Afrika için Marshall Planı fikrini ortaya attığında, Birleşmiş Milletler’in sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmak için gereken yıllık 600 milyar doların kamu fonlarından karşılanamadığı sonucuna varıldı. Berlin hararetle yerel altyapıya yapılan “ayak basan” müdahaleler yerine, Afrika devletlerinin kendi kaynaklarının özel sermayesinin işe yarayacağını umuyordu.

Eğer sahiden Batı’nın yapabileceğinin en iyisi buysa, sorun gereken yatırımların nasıl teşvik edileceğidir. İçten yanmalı motorlu araçların ithalatının yasaklanması gibi düzenlemeler gerekiyor. Küresel ticaret için bir zemin hazırlamak üzere resmi bir küresel karbon ücreti belirlenmesi eşit derecede önemli. Bu bölgesel karbon fiyatlama planlarıyla başlamalı, ancak karbon sınır vergilerinin ötesine geçmelidir. Sadece ulusal bir tedbir olarak değil, aynı zamanda karbon yoğun üretimi gelişen piyasalara taşeron olarak sağlayacak çokuluslu şirketlerin stratejilerini kapsaması için çok önemlidir.

Karbon vergileri

Avrupa Birliği bu yaz Çin’e yönelik karbon vergisi tehdidini gündeme getirdi. Bu Xi’nin açıklamasını yapmasına yardımcı olmuş olabilir. Piyasa büyüklüğüne göre, Avrupa Birliği düzenleyici bir süper güçtür. Amerika Birleşik Devletleri de olabilirdi. Fakat artan bir biçimde küresel ticaretin en dinamik ekseni Batı ile olan değil, büyük ve hızla gelişen yükselen pazarlar arasında gerçekleşiyor. Bir karbon fiyatlama mekanizması geliştiren Çin, düşük maliyetli gelişmekte olan pazarlardan ithalat için dev bir pazar olarak karbon sınırı vergilerini uygulamak isteyebilir. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin tarafından kabul edildiği takdirde karbon vergileri, dünya genelindeki enerji tercihlerinde büyük bir baskı uygulayabilir. Kömür, petrol ve doğalgaz yerine güneş ve rüzgar enerjisini kullanan ihracatçı ülkeler için büyük bir avantaj olur ve para da bunu mutlaka takip eder.

Ve fiyatlara ve kısa vadeli marjlara dönük dar bir odaklanma, iş başındaki güçleri azımsayabilir.  Pekin’deki komünist rejim gibi Batı’daki “büyük paranın” stratejik bir bakışa açısına sahip olmaya başladığına dair işaretler var. Xi’nin Birleşmiş Milletler’deki konuşmasından önceki hafta, 47 trilyon dolarlık varlıklı küresel yatırımcıları temsil eden bir lobi olan Climate Action 100 Plus grubu, küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 80’inden sorumlu en büyük şirketlerin 161’nin, net sıfır karbon salımına doğru ilerlemeleri ile değerlendirileceğini duyurdu.

Şi’nin açıklamasında olduğu gibi, bu açıklamada da bir yeşil yıkama unsuru
olduğuna hiç şüphe yok. Fakat BlackRock ve Pimco gibi dev varlık yöneticilerinin, sermaye birikiminin istikrarının uzun vadede istikrarlı bir çevre zarfının korunmasına bağlı olduğunu kabul ettiği şeklinde de okunabilir. Xi rejiminde olduğu gibi Batı sermayesi için de bu riskler hem siyasi hem de fizikseldir. Gelecekteki iklim krizlerinde, iklim istikrarını pervasızca tehlikeye attığı görülen firmalar aniden faaliyet ruhsatlarını kaybetme riskiyle karşılaşabilirler. Havayollarının 2020 yılındaki tecrübesi, muhtemel bir çevre krizine verilecek toplumsal yanıtın, bir sektörün tamamını nasıl tehlikeye atabileceğini göstermiştir.

Protestocular, 29 Nisan 2017’de Başkan Donald Trump’ın çevre politikalarını protesto etmek için Halkın İklim Hareketi sloganıyla, Washington’da, Beyaz Saray’a yürüyorlar. Fotoğraf: Astrid Riecken. 

Bu nedenle Çin ve Avrupa Birliği’nin iklim taahhütleriyle dünyanın kritik bir
kitleye ulaştığını ummak cazip geliyor. Teknolojik değişim, düzenleyici yönetim, fiyat teşvikleri ve yatırımcı baskısı karbonsuzlaştırmaya yol açacak. Ama bu güçlere tek başına güvenmek naifliktir.

Yaşamımızı düzenleyen fosil yakıt sistemleri sadece teknoloji ve karla bağlantılı değil. Karbonsuzlaştırma, ilk olarak fosil yakıt ekonomisinin inşası gibi uluslararası güç ve jeopolitik mevzuları kapsamaktadır. Yenilenebilir enerjinin 1970’lerin düşü olan; nihayetinde yeni bir “yumuşak” adem-i merkeziyetçi enerji ve buna uygun siyaset dönemini başlatabileceğini düşünenler var. Ancak bu beklenmedik vizyon, bir hedef olarak kalsa bile, o hedefe ulaşmak için bir güç eylemi yani fosil enerjinin burçlarının sökülmesini gerektirir. Kolayca yol vermeyeceklerdir. Yakın bir zamanda Jason Bordoff’un işaret ettiği üzere karbonsuzlaştırma jeopolitiği karmaşıktır ve doğrusal değildir. Ve Amerika Birleşik Devletleri’nin devreye girdiği yer tam da burasıdır.

ABD olmadan olur mu? 

Karbonsuzlaştırma gündemini Çin ve Avrupa Birliği belirliyor. Ancak hiçbiri ABD’nin jeopolitiğine erişemiyor. ABD’nin ilerici bir politika hamlesi, Hindistan, Latin Amerika, Kanada ve Japonya’da karbondan arındırma davası açmayı kolaylaştıracaktır. Birleşik Devletler’in tutumundaki bir değişiklik Avustralya ve Brezilya’daki muhafazakar hükümetlerin katılmaktan memnun oldukları Trump’ın iklim inkarcısı çizgisini tersine çevirebilir. Bu, geriden liderlik etmenin oksimoron olmadığı bir durumdur.

Amerika Birleşik Devletleri’nin fosil yakıt üreticileri bakımından eşsiz bir konumu vardır. ABD, 20. yüzyıldaki fosil enerji sisteminin hem mimarı hem de çapasıydı. Amerikalı ilericiler Yeşil Yeni Düzeni ve İkinci Dünya Savaşı’nda “demokrasi cephanesinin” başarılarını sevgiyle andıklarında, bunların petrol ve kömür sanayilerinin zaferleri olduğunu unutmamalıyız. Ortadoğu’daki petrol imparatorluğu, – petrol şirketlerinin, Amerikan ulusal güvenlik aygıtının ve yerel rejimlerin rabıtası – ilk kez yaratıcı Amerikan devlet idaresinin ve yüzyılın ortalarındaki devlet aktivizminin altın çağında kuruldu.  Amerika’nın hem Batı Avrupa’daki, hem de Uzak Asya’daki ittifakları bu Ortadoğu enerji platformunun üzerine inşa edildi. 

Gençler, 29 Kasım 2019’da Yeni Delhi’de iklim değişikliğine karşı eylem çağrısı yapan bir gösteriye katılıyor. Fotoğraf: Para Sharma.

1973 Krizi bu sistemin sorgulanmasına yol açtı. 1970’lerde Amerikan hükümeti iklim değişikliği ve yenilenebilir enerjideki erken çalışmaların sponsoru haline geldi. Ancak sonunda Victor McFarland’ın yenilikçi Oil Powers adlı çalışmasında bizlere gösterdiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri tercihini, Batı’nın petrol arzını koruma taahhüdünü açık hale getiren Carter Doktrini ve Suudi Arabistan’dan yana kullandı. Bu durum on yıllardır süren Ortadoğu’daki derin ve askeri angajmanın gidişatını belirlemektedir.  

Şu an Amerika Birleşik Devletleri’nin fosil yakıtlardan sahiden uzaklaşacağı an,  yalnızca ülke içinde yeni bir enerji düzeni anlamına gelmemelidir.

Irak ve Afganistan’daki korkunç derecede masraflı savaşlardan bıkmış olarak, çatırdamanın geniş çaplı ticari uygulamasının Amerika Birleşik Devletleri’ne hem iklim politikasında hem de büyük stratejide bir koz sunduğu görülüyor. Fakat Obama yönetimindeki enerjide bağımsızlık övgüsü, çok kolay bir biçimde Trump yönetiminde enerji hakimiyeti iddiasını dönüştü. ABD fosil yakıt oyunundan çekilmek yerine, bunu pekiştirmeye doğru evrildi. Amerikan yönetimi kendisini Rus doğalgazına bir alternatif olarak LNG – Trump yönetimi tarafından “özgürlük molekülleri” olarak yeniden markalandı – toptancısı gibi konumlandırdı. Son dönem petrol fiyatlarındaki rekabetin gösterdiği gibi, petrolün aşırı pahalılaşması, ABD’nin hakimiyetine hizmet etmiyor aksine Amerikan ekonomisinde yeni kırılganlıkları neden oluyor.

Şu an Amerika Birleşik Devletleri’nin fosil yakıtlardan sahiden uzaklaşacağı an ise,  yalnızca ülke içinde yeni bir enerji düzeni anlamına gelmemelidir. Birleşik Devletler, dünyanın bilinen fosil yakıt rezervlerinin büyük bir bölümünü yer altında tutan küresel bir mutabakatı sağlamlaştırmak için Çin ve Avrupa Birliği ile birlikte çalışmalıdır.

Petrole dayalı küresel ekonomi sona geldi

Elbette fosil yakıtlardan uzaklaşmak tek başına Amerika’nın meselesi değil. Son yarım yüzyılda Avrupa önce Sovyetler Birliği daha sonra da Rusya ile ilişkisini enerji ithalatı üzerine kurdu. (Kuzey Akım 2 boru hattı bu tarihin bir ürünüdür). Japonya ve şimdi de Çin, Körfez ülkelerinin en önemli müşterileridir. Önde gelen OPEC devletlerinin kayda değer rezervleri ve özerkliklerini şiddetle savunuyorlar. Körfez’deki üretim maliyetlerinin düşüklüğü hasebiyle Suudi Arabistan ve Katar gibi devletler güvenle dünyadaki son fosil yakıt tedarikçileri arasında olmayı bekleyebilirler. Sıkışmayı ilk Nijerya ve Venezuela gibi yüksek maliyetli kırılgan
üreticiler hissedecektir. Ama sonunda talep ve arz dengesi değişecek ve asgari
karbon ücretlendirmesi çalışırsa eğer, fiyat savaşları kaçış sağlamayacak. 2040 ile 2060 arasında petrole dayalı küresel ekonominin sonu gelecek.

Bu, devrim niteliğinde bir dönüşüm olacaktır ve Amerika Birleşik Devletleri müdahalesini dikkatlice ayarlamalıdır. Hem Rusya hem de Suudi Arabistan’ın güç kaybetmesine neden olacak bir sürü neden var. Rejim değişikliği vizyonları cezbedici olacaktır. Fakat riskler hususunda net olmalıyız. Yalnızca çıkış yolu olmayan ve oldu bittiyle fosil yakıt üreticileriyle karşı karşıya gelmek direnci artıracak ve kuşatılmış görevlileri kurtuluş için tehlikeli kumar oynamaya teşvik edecektir. Böyle çatışmacı bir yaklaşım bir Yeşil Devrim kadar Yeşil Yeni Düzen görmek istemeyenlere de hitap edebilir.

Ancak zaman çizelgesi bilimin önerdiği kadar acilse, mutlak öncelik karbondan arındırmadır. Bu amaçla mevcut varlıkları ve refahı yeni, düşük karbonlu bir dünyaya dönüştürmenin yollarını aramalıyız. İklim istikrarı projesindeki faydayı genele yaymak en acil önceliktir. Bu Batı’nın Pekin ile en azından hemfikir olduğu bir şeydir.

Makalenin İngilizce orijinali

More in Dünya

You may also like

Comments

Comments are closed.