Sosyal medyada ‘Covid-19 Normalleşme Planı’ başlıklı bir belge paylaşıldı. 4 Mayıs tarihli belgenin uygulanacak olan bir eylem planı olarak hazırlandığı ve Cumhurbaşkanlığı‘na sunulduğu anlaşılıyor. Bu belgede hangi yasakların ne zaman kalkacağı yer alıyor: Sosyal hayat, eğitim, ticaret, turizm, kültür, din, spor, ulaştırma, adalet… Üzerinde Cumhurbaşkanlığı forsu yer aldığına göre eylem planı resmi olmayan bir şekilde açıklanmış oldu. Ancak takvime göre de birtakım uygulamaların başlamış olduğu, bir bölümünde de farklılıklar olduğu görüldü.
Bu planda yer aldığı gibi 11 Mayıs’ta AVM’ler ve berberler, kuaför salonları açıldı. Ancak restoranlar, kafeler açılmadı. 27 Mayıs’tan itibaren yurtiçi ve yurtdışı uçuşlar, yolculuklar başlayabilecekmiş. 1 Haziran’da ise plajlar, kültür merkezleri, müzeler, sergiler. 12 Haziran’da camiler (cemevleri, kiliseler, havralar denmiyor ama herhalde onlar da olmalı). 15 Haziran’da sınır kapıları… 1 Temmuz’da konserler, falan filan…
Bu planda tuhaf bir şekilde bu sürecin yönetimi ile ilgili taraflar, yöntemler, eylemler, konular yok. Bu süreçte örneğin yerel yönetimlerin önemli sorumlulukları var. Ancak tıpkı olağanüstü dönemde olduğu gibi, onların merkezi yönetimin temsilcilerinin altında yer almaları amaçlanmış gibi gözüküyor.
Soru şu: Kriz yönetiminde farklı özellikleri olan bir salgın topografyasını ortak kamu imkanlarıyla ve tek merkezden yönetmek gerekebilir. Ancak “reanimasyon” ya da “normalleşme” döneminin aynı yöntemlerle yönetilmesi mümkün müdür? Bu sürecin çok boyutlu, çok taraflı ve çok öncelikli olarak yapılandırılması gerekmez mi?
Yani “normalleşme” denen sürecin otokratik bir yönetim sürecinin sürdürülebilirliğini sağlamak için özellikle muğlak bırakıldığı düşünülebilir. Tıpkı 99 Depremi‘nden sonra merkezi yönetimin denetimi yeniden tesis ettiği uygulamalardaki gibi:
Sonuçta bu planda aktif olarak özne olabilecek bir toplum yok, temsilci olduğu varsayılan iktidarın egemenliği var. İktidarların, temsilcilerin egemenliğini sağlayan bir toplum düzeni mi? Halkın egemenliğine dayanan bir toplum düzeni mi? Hangisinden yanayız?
Baştan başlayalım:
Acil durum yönetimi yukarıdan birtakım kararların alınmasını gerektirir. Bir Bilim Kurulu oluşturulması gibi falan. Geçici bir dönemdir bu. Kriz anlarında bilim kurullarıyla, bürokratik bir yöntemle tepeden kararlar alınması gerekebilir.
Peki neden hayat kriz anındaki gibi yönetilmez? Neden şöyle denmez: Ülkeyi, şehirleri, sağlığı, ekonomiyi… bilim insanları yönetseler ne harika olurdu…”
Kamu katılıma açılmadığı takdirde kamu olamaz. Katılım, yönetimlerin kendilerini merkezine koydukları bir süreç değildir. “Normal” hayat bu yöntemle yönetilemez. İlişkiler çok daha karmaşıktır, ilişkili ve etkileşimli olması gerekir.
İşte tam da bu nedenle bu süreçteki katılım anlayışımız nasıl bir yönetimden yana olduğumuz hakkında bir ipucu niteliğinde. Nasıl bir gelecek hayal ediyoruz? Otokratik bir devlet mi? “Katılım” deyince piyasaya bırakılmış bir kamusal alan mı?
Yoksa her karar aşamasında katılımı, canlıları ve cansızları nesneleştirmeyen bir bilgi üretimini mi hedefliyoruz?
Bu kriz sonrası yaşantımızla ilgili de bir ipucu niteliğinde: Kendimiz bilerek mi yaşayacağız yoksa nasıl yaşayacağımızı bizim adımıza başkaları mı bilecek? İlkelere, bilgiye ve kurallara ihtiyaç olduğu kesin. Ancak yönetimler kitleleri nasıl görüyorlar? Yaşamlarını, eylemselliklerini planlayıp, “doğrusu bu, bundan sonra böyle yaşayacaksın”
Önce neye “normal” diyoruz, buna bir karar vermeye çalışalım.
Normal dediğimiz, şehirsel hareketliliğin tamamen çıkar üzerine kurulduğu, araçsal bir bakışın hakim olduğu, bilimin de popülist politikalarla izole edildiği, iktidar aygıtı içindeki imtiyazlı bir grubun tıpkı bir ruhban sınıfı gibi bir işlev gördüğü bir durum. Bu nedenle kamu hayatı hiç bir zaman planlanamıyor, şehirsel mekan bu imtiyaz gruplarının muazzam bir gelir transfer ettikleri bir mücadele alanına dönüşüyor.
İktidar ile örtüşen “bilimci” bir yönetimle “teokratik” bir devlet arasında hiçbir fark yok. Çünkü bilim de her düzeyde sınırsız bir deneysellik gerektiriyor. Koruma uygulamalarında, planlama süreçlerinde görüldüğü gibi imtiyaz yapıları tarafından güç ve imtiyaz ilişkilerine sabitlendiğinde bilim olmaktan çıkıyor.
Bu nedenle bu plan taslağının bize “normal” diye neoliberal ekonominin otokratik yönetim modelini dikte etmeye çalışması hiç şaşırtıcı değil.
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…