ManşetSivil Toplum

Nafarat: Türkiye’den Almanya’ya yolculuk. Son Bölüm. 3.3. Balkan Yolu: Macaristan

0

Bu 11 Suriyeli ve 1 Fransız dostun hikayesi. 15 Temmuz-15 Ağustos tarihleri arasında, Türkiye’den Almanya’ya olan yolculukları sırasında, sınırları geçerken, tuttukları günce.

***

(Arapça’da Nafar isimsiz olan, hakları bulunmayan, kalabalık arasında yalnızca bir numarayı ifade eden anlamına geliyor ve kaçakçılar müşterilerini böyle adlandırıyor. “Sadece bir para kesesi”).

Son Bölüm

Bölüm 3: Balkan Yolu

Macaristan (3/3)

Güncenin önceki bölümleri için burayı tıklayınız.

For English, click here.

noborder

Belgrad’da Macaristan sınırını geçmek için hazırlık yaparken, Fransız arkadaşımız bir karavan kiralama planı için Viyana’ya uçtu.

Bizim için, göçmenlerin çoğu için olduğu gibi, bu geçiş en korkutucu olanı. Yunanistan, Makedonya ve Sırbistan’da da en zorlu zamanlar sınır geçişleriydi ancak geçişten sonra doğrudan yerel polise gidip ülkeden geçip gitmek için gerekli izni alabiliyorduk. Fakat Macaristan’da yakalanmak demek parmak izlerimizi vermeye zorlanmak ve böylece başka bir ülkede sığınma talebinde bulunma hakkımızı tamamen yitirmek demek. Macaristan’ın sığınma ve entegrasyon olasılıkları en zor olan ülkelerden biri olduğu gün gibi ortada olsa da bu işler böyle yürüyor. Her gün ülkeye ulaşan büyük göçmen akınlarından ötürü hükümet gittikçe daha da faşist yasalar çıkarıyor. Örneğin, o sırada Sırbistan sınırında bir duvar inşaatı devam etmekteydi. Öte yandan, birkaç haftadır Almanya ve bir iki başka Avrupa ülkesi daha normalde (Dublin II düzenlemesine göre) Macaristan’a sığınmaya başvurması gereken kişileri geri göndermeyi durdurdu ve sığınma taleplerini kabul etti.

Macaristan’a sınırdışı edilme riskinden sakınmak için Avusturya’ya olan yolu karavanla geçmeyi planladık. Sınırı geçmek için en iyi yere Google Earth’ten baktık. Belgrad’ı Szeged’e bağlayan tren hattını takip eden yol en işlek yol olduğu için buradan uzak durarak kendimizi saklamak istiyorduk. Bu yüzden ormanın saklanmak için yeterince sık olduğu Subotica’nın batısındaki yolu seçmek zorunda kalmıştık. Bir trenle, beraber yürümeye karar verdiğimiz sekiz Suriyeli ile daha buluşacağımız Subotica’ya doğru yola çıktık. Orada kalabalık bir grup halinde yürümek aslında yoldaki göçmenlere saldırarak soymaya çalışan çetelere karşı önerilen bir şey. Bir saatlik bir yürüyüşün ardından bizi gören Sırp polisi grubumuzun yanında durup bizi içeri aldı. Bizim arkamızdan üç Afgan’ı darp ederek polis merkezine götürdüler. Bizi ormanın içine çektiler ve kişi başı ellişer Avro karşılığında bizi bildikleri güvenli bi yoldan Macaristan sınırından geçirebileceklerini söylediler. Kabul etmekten başka şansımız yoktu. Kabul ettik ve bizi orada bırakıp dümdüz yürümeye devam etmemizi söylediler. Onlar gittikten sonra konumumuzu GPS ile kontol ettik ve tren yoluna, başından beri uzak durmaya çalıştığımız yola çok yakın olduğumuzu fark ettik. Yine karanlık işler. Göçmenleri kaçırıp, yakalanacakları kesin olan bir yolda bırakan polis için her halükarda kazançlı çıkılacak bir strateji. Tam tersi yöne doğru yürümeye başladık.

Ormanın ve suların içinden 11 uzun ve yorucu saat boyunca hiç bir şey içmeden yürüdük ve Fransız arkadaşımızla buluşacağımız noktaya sabahın erken saatlerinde yaklaştık. Bulunduğumuz konumu onun akıllı telefonuna yolladık ve orada bekledik. Ancak arkadaşımız Avusturya’dan aldığı SIM kart artık çalışmadığı için konumumuzu alamadı. Ormanda iki saat bekledikten sonra aramızdan iki kişi onu bulmak için en baştan belirlediğimiz buluşma noktasına gitmeye karar verdi. Bu iki kişi sırt çantalarını diğerleriyle bırakmış ve daha az farkedilir olmak için kıyafetlerini değiştirmişti ama yine de polise yakalandılar. Oradan Kelebia’daki karakola götürüldüler.

Bu arada Fransız arkadaşımız bir wi-fi bağlantısıyla grubun konumunu okumayı başardı ve onları bulmak için yürümeye başladı. Ayağında parmak arası terliklerle ve uykusuzluktan bitkin bir halde yürürken grupla iletişim kurmak için hiçbir yolu yoktu, o da sesinin duyulması umuduyla şarkılar söylemeye koyuldu. Kırk beş dakikalık bir arayıştan sonra şarkıları duyuldu ve buluştuk. O anda karakola götürülmüş olan iki arkadaşımızı geride bırakmak zorunda kaldık.

Yolculuk iyi geçti. Viyana’da aşırı kalabalık bir Budapeşte-Münih trenine bindik. Çok büyük bir rahatlamaydı. Çoğumuz en sonunda varış noktasına ulaşmıştık.

Bu sırada Macaristan’daki son iki kişi birbirinden ayrılmış ve bir daha haberleşememişlerdi. Birisinin daha önceden ormanda (bir dal yüzünden) gözü yaralanmıştı ve hastaneye götürülmüştü.

Ayrılmadan önce her ikisi de parmak izlerini vermeye razı olmuşlardı. Eğer reddetselerdi haftalar boyunca hapiste kalacaklarını, daha sonra Sırbistan’a geri gönderileceklerini ve sınırı geçmek için tekrar uğraşmak zorunda kalacaklarını biliyorlardı. Daha fazla enerjileri yoktu, bu yolculuğu artık bitirmek istiyorlardı ve kamplardaki kötü yaşam koşullarını da biliyorlardı.

Her şeye rağmen yine de kapalı kamplarda iki gün geçirmek zorunda kalmışlardı. Bir süre sonra içlerinden biri hapse gitmek zorunda kalmıştı. Orada, mültecilerin haklarına nasıl burun kıvırıldığını görmek için yeterli zaman geçirdi. Hapishanenin küçücük bir odasında seksen kişi beraber kalıyor, dışarı çıkamıyor, yemek ya da su alamıyorlardı. Günde sadece bir kere herkese hızlı bir etkisi olan sandviçler veriliyordu: bu sandviçleri yedikten sonra herkes uykuya dalıyordu… Geceyi geçirmeleri için, soğuğa rağmen ıslak battaniyeler veriliyordu. Cep telefonunu geri alabilmek için bir polise 10 Avro vermek gerekiyordu.

Bu kamplarda koşullar felaket ve ırkçılık ana kuraldır. Polisler özellikle Afrikalı, Afgan, Iraklı ya da Pakistanlıları taciz etmekten keyif alır. İlk gün parmak izlerini vermeyi reddeden Iraklı bir adam dövülmüştü. Adam ağlamaya başladığında polisler bir fotoğrafını çekti ve duvara astı. Herkesin kendi espri anlayışı var.

Bu korkunç anıların şoku ile tutulmuş olan iki arkadaşımız en sonunda serbest kaldı ve Fransız arkadaşımızla buluşmak için Bükreş’teki tren garına gitti. Üçü beraber Avusturya sınırını arabayla geçip grubun geri kalanına katılmak için Berlin’e ulaştılar.

Yolculuk bitti. Amacımıza ulaştık. Ama sağ salim olduğumuzu söyleyemeyiz. İyileşmek ve burada, bu bilinmeyen ülkede kendimiz için bir hayata başlamak için zamana ihtiyacımız olacak.

Peki ya şimdi?

***

“11 Nafar ve 1 İnsan”

Biz 12 kişilik bir grubuz. Türkiye ya da Suriye’de tanışmış ve Avrupa’ya beraber gitmeye karar vermis 12 umut ve hayalle dolu genç insan. Grubumuzda bir doktor, bir hakim, iki mimar, bir avukat, bir ressam, bir tasarımcı, bir sinemacı, bir sosyal çalışmacı, bir aşçı ve bir ilkyardımcı bulunuyor. Grubun yarısı eğitimini savaş yüzünden tamamlayamadı. Çoğumuz Türkiye’ye, denizi geçmekten yana şansını denemeye karar vermeden birkaç sene önce geldi. Fakat Türkiye’de kalmak demek, yasal olarak çalışma ya da okuma şansının hiç olmadığı bir yerde kalmayı kabul etmek demek. Durum değişsin diye beklemeyi kabul etmek, sadece beklemek demek. Ancak gençliğimiz uzun sürmeyecek. Grubumuzda on bir Suriyeli var. Bir de Fransız. Onun için, pasaportu sayesinde, bütün sınırlar açık. Bu sistemde o bir insan, onun nerede isterse orada olma hakkı ve imkanı var. Farklı sebeplerden dolayı, fakat ortak olan bu deneyimi hep beraber yaşama arzusuyla İstanbul’u terkettik ve şu anda “nafarat”ların da tekrardan insan olabileceği bir ülkeye doğru yola koyulduk. Amacımız bu, en azından.

(Yeşil Gazete, Göçmen Dayanışma Mutfağı)

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.