Ben bir hikaye biliyorum. Babam anlatmıştı yıllar önce. Kimseye anlatma demişti. Zaman geçti. Ona verdiğim sözü tutup kimseye anlatmadıkça o hikayeye dair daha da çok şey öğrendim. Kimselere anlatmadıkça, etrafımda daha da çok o hikayenin kenarından köşesinden ya da bizzat kendisinden konuşulduğunu fark ettim. Bizler, hikaye kahramanının eşi, dostu; konu-komşusu o hikayeyi konuşarak kimselere anlatmıyorduk. Ne kadar kendi aramızda konuşursak onu o kadar iyi saklıyor, sahipleniyorduk.
Aralık ayında babam öldü. Ben Aralık ayından beri sözümü tutmakta zorlanıyorum. Aklımda anlattıkları, konuşmak istiyorum. Hangi hikayeyi kimden, neden sakındığımızı unutmadım. Ama bu o hikayeleri saklayabilecek kadar güçlü olduğum anlamına gelmiyor. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra idamın tekrar gündeme gelmesiyle.
İlk harf: İdamın İ’si
12 Eylül’den sonra Türkiye’de 50 idam cezası uygulandı. Son idam mahkumu Hıdır Aslan’ın karşı koğuşundaki 51. mahkum bu hikayenin kahramanı. Hıdır’la son kez o konuştu insanca. Sonra, ertesi gün de onu almaya geleceklerdi. Bekledi. Gelmediler. Bugün yaşıyor.
Hikaye başta bu kadardı. Biz onu sakladıkça uzadı, başka hikayelere aktı. 51. İdam mahkumunun infazdan kurtuluşunun hikayesi sevinç dolu mu olmalıdır mesela? Umutlanmak için mi anlatırsınız, öfkeyi aşarak nefretle sınanmak için mi? Kader, mücadele, inanç ya da tarihsel durum cümleleriyle açıklanabilir mi 51. idam mahkumunun o zaman yaşadıkları. Yıl: 1984.
Dağlara çıktığını, denizlere açıldığını sonra da bir kıyıya demirlediğini duydum. Babamla İzmit’teki evin balkonundaydık. Tamam, demiştim Bahar artık karıştırma, aklında böyle kalsın bu hikaye.
Kalmıştı da aslında. Bu geceki dolunay gibi sade ve aydınlık, kendime has bir kaç yolunu bulmuştum acıları geride bırakmanın.
Bu bir yol. Hepimizin içinden geçebilen güzel ve zor bir yol. Şiir gibi yani. İçinde idam’ın i’si yok.
Darbe girişimini ilk duyduğumda o kadar çok korktum ki, ne kadar korkabildiğime şaşırdım. İdam bu korkunun son halkasıydı belki de. Sonuçta idamsız darbeler, darbesiz idamlar da vardı dünyamızda ve 2016 yılındaydık. Görüntüler geldi gözümün önüne: yeşil evdeki slogan atölyeleri, en yakın arkadaşımın eşcinsel olduğunu söylediği akşam, babamla köyde ekoloji cep kitabını okuyuşumuz, sokak yürüyüşlerinde unutamadığım olaylar… Anlar güzeldi ama ben kendimi berbat hissediyordum. Sanki o anları kaybetmiştim, artık benim değillerdi. Onlar da, kaybetmemek için kimseye anlatmayacağım hikayelerden miydi artık?
Darbenin D’si mi, Demokrasinin D’si mi?
Şimdi D dedin, buraya yazdın. Kimisi için darbenin, kimisi için demokrasinin çağrışımı oldu. D sadece bir harf ve sen bir harf üzerinden Demokrasinin reklamını yapmaya çalışıyorsun. D insanlara demokrasiyi çağrıştırsın, darbenin değil demokrasinin ilk harfi olsun toplumsal algımızda diye mücadele ediyorsun. Hayat bir seçim deniyor ve tercihler arasında bırakılıyoruz çoğu zaman iyiyi bulmak için…
Oyun adam asmaca, sor bakalım aradığın kelimede d var mı, asılmaktan kurtulmak için?
Yokmuş.
Belki de D’yi fazla anlamlandırdığın için şimdi sadece bir harfi değil, koskoca demokrasiyi arkada bırakmak zorunda kalmış gibi hissediyorsun. Ben böyle hissettim yani. Özellikle geziden sonra sokakları öyle sahiplenmişim ki (yukarıdaki haliyle sahiplenmek), Recep Tayyip Erdoğan daha ilk bağlantısında sokaklara çağırdığı anda kalabalıkların çıkacağına inanamadım, sokakları kaybedeceğimi hissettim. Yukarıdaki mesele yani, olay sokakların siyasi simgesine bile gelmemiş, ben hemen kaybetmiş hissediyorum. Bu hallerime gülümsüyorum şimdi. Sana ne oluyor ayol?
Aynı anda Muhafazakar’n M’sini, Kadının K’sını ve Şölenin Ş’sini söylüyorum.
Cesaretli (olduğunu zannettiğim) çıkışlar yapmaya çalışırdım kendimce.
Ben daha müslümanlıkla ilgilenmezken sunniliği önemseyen bir arkadaşıma ateist olduğumu söylemiştim. Hiç o an olduğum kadar ateist olmadım, olmayı da hiç o an önemsediğim kadar önemsemedim. Başbakan Binali Yıldırım’ı ağlatan resmi gördüğümde hatırladım bunu.
Sanki sokağa çıksam, tekrar öyle ateist; ve daha çok devletsiz, milletsiz, cinsiyetsiz olmak için tarihi bir fırsatım vardı yani. O yüzden ben de olsam bu resimde, belki de yüzü gülerdi Yıldırım’ın. Toplumsal hareketler böyledir diyebiliriz sanırım. Bireyin, sade bir birey olarak görünür olabilmesi için o hareketin, topluluğun çalışması, katılımcı, yaratıcı falan olması iyi olur. Bu resim de bir çeşit yaratıcılığın sonucu değil mi? Hiç böyle olmayan askerlere karşı siper almak, öncelikli olarak bunu gerektirmeyebilir, bence çok da anlaşılır bir durum. Yani 15 Temmuz gecesinde neden az kadın, hiç çocuk, hiç lgbti, az gezi vardı diye konuşmaya başlayabilirsek önyargıları görmüş olur, elimize birlikte yaşam adına olumlu veri geçmiş olurdu. Henüz o noktaya gelmedik sanki.
Bahar Topçu
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…