[Şarm El-Şeyh’ten COP27 Notları-5] Sonuç zafer mi yenilgi mi?

Mısır’ın Şarm El Şeyh kentinde yapılan 27. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP27), bir buçuk güne yakın uzadıktan sonra, bazı yorumcuların beklentisinin aksine çökmedi ve pazar günü, epey cılız da olsa alkışlarla kapandı. Alınan kararların özetini haberimizde bulabilirsiniz.

BM İklim Konferanslarının izlemesi en ilginç kısımları açılış ve kapanış oturumlarıyla son günlerde, karar arifesinde yapılan başkanın gayrı resmi değerlendirme toplantılarıdır (informal stocktaking). Bu toplantılarda müzakere gruplarının sözcüsü olan ülkeler ve söz almak isteyen tek tek ülkeler müzakerelere ilişkin pozisyonlarını açıklarlar. Bu oturumlarda bazen prosedürel laf kalabalığı arasında işe yarar bir cümle yakalamaya çalışırsınız, bazen de gerçekten sağlam bir konuşma dinlersiniz. Ayrıca kim kimi veya neyi alkışladı, kim kime teşekkür etti, hangi ülke hangi ülkenin fikrine açıkça veya dokundurarak karşı çıktı veya referans verdi, bunları gözlemlemeye çalışırsınız.

COP27 başarıyla mı sonuçlandı yoksa yenilgiyle mi sorusunu ülkeler açısından cevaplamak için kapanış oturumunun başlarındaki, Şarm El Şeyh Uygulama Planı adı verilen ana karar metninin oylamasının ardından kararları kimlerin alkışladığına ve kimlerin ellerini göğsünde kavuşturup alkışa katılmadığına bakmak yeterliydi. Buna göre ev sahibi Mısır ve gelişmekte olan ülkelerin çoğu konferans sonucunu başarı olarak görürlerken, Avrupa Birliği başta olmak üzere gelişmiş ülkeler yenilgi olarak değerlendirdiler. Özellikle alkış sırasında delegasyon sıralarında dolaşan kameranın Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı ve AB delegasyonu sözcüsü (eski Hollanda Dışişleri Bakanı) Frans Timmermans’a kilitlenmesi ilginç oldu. Timmermans, asık bir suratla, çevresindekilerle birlikte alkışlamadan, öylece duruyordu.

Bölünme ve açmaz

Burada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında bugüne kadar görülen belki de en keskin bölünmenin yaşandığını ve iklim hareketi açısından da ilginç bir açmazın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Batı’da iklim hareketi içinde COP27’nin büyük bir başarısızlık olduğunu söyleyenler çok sayıda. Gazeteci ve yazar George Monbiot’dan Naomi Klein’a ve NASA’dan iklim bilimci Peter Kalmus’tan gazetemizin yazarlarına kadar büyük çoğunluk COP27’de iklim kriziyle mücadelede ileri bir adımın atılmadığını düşünüyor. Oysa aynı iklim hareketi ve yazarlar hiç kuşkusuz iklim adaletini merkeze alıyorlar. Sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, Batı’nın ve gelişmiş ülkelerin bütününde de mücadelenin odağını, soruna neden olan erken sanayileşmiş Batı ülkeleri ile emisyonları sonradan artmaya başlayan ya da hiçbir zaman artmayan, ama iklim krizinden en ağır şekilde etkilenen gelişmekte olan veya azgelişmiş ülkeler arasındaki çelişki oluşturuyor. Bu nedenle yıllardır finansman desteği konusu bu kadar ön planda.

Sözünü ettiğim açmaz, bu sene epey farklı bir gelişme yaşanmasından ve iklim adaletinin her zamankinden fazla gündeme gelip kararlara da yansımasından kaynaklanıyor. İklim müzakereleri tarihinde bu yıl ilk defa daha önce ortada olmayan bir finansman konusu COP27 gündemini işgal etti. Bu yıl yoksul ülkelerin iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının salımını ya da ortaya çıkacak zararlara karşı kırılganlıklarını azaltmalarını (azaltım ve uyum) sağlayacak bildiğimiz tipteki iklim finansmanı değil, iklim değişikliği nedeniyle oluşan sel, fırtına, kuraklık, açlık gibi etkilerin artmasını ve giderilmesini (erken uyarı sistemleri, insani yardım, altyapıların onarılması, rehabilitasyon) sağlayacak yeni bir finansman mekanizması gündeme alındı. Böylece iki haftalık yoğun bir pazarlığın ardından, COP27’nin karar metinlerine, şimdilik tam olarak adı konmasa da Kayıp ve Zarar Fonu diye adlandırabileceğimiz, yeni bir finansman mekanizması girmiş oldu. Gelişmekte olan ülkeler, Afrika ülkeleri, küçük ada devletleri vb. bunu büyük bir zafer olarak görüyorlar. Hem delegasyonları hem de sivil toplumu…

Ancak bu yeni fonun kurulmasının gelişmiş ülke temsilcilerinde de iklim adaletini merkeze alan Batı’nın iklim hareketinde de pek bir heyecan yarattığı söylenemez.

Açmaz dediğim bu.

Gelişmiş ülkeler bunun yerine 1,5 derece hedefini güçlendirmek için sera gazlarının azaltılmasını sağlayacak yeni adımların atılmamasını, fosil yakıtlardan çıkışın metne sokulmamasını, daha doğrusu Çin, Hindistan gibi büyük gelişmekte olan ülkelerin emisyonlarını daha da azaltmalarını sağlayacak hükümlerin kabul edilmemesini ön plana çıkarıyorlar. Yenilgi veya başarısızlık dedikleri bu.

Kayıp ve zararın neresinden dönülecek?

Tabii, Kayıp ve Zarar Fonu hakkında fazla heyecanlanmamamızı öğütleyen uyarılarda haklılık payı olabilir. Her şeyden önce bu fonla ne kadar bir finansmandan bahsettiğimiz belli değil. İklim rejimi altında birkaç yüz milyonluk pek bir işe yaramayan küçük fonlar var. Kayıp ve Zarar Fonu’nu da bunlara benzetip herkesin umudu kesmesini sağlayabilirler. Ya da azaltım ve uyum için yılda 100 milyar dolarlık iklim finansmanı bile toplanamazken, büyük bir kalemin daha çıkmasının zengin ülkeleri daha da eli sıkı yapacağı, hedeflenen paranın toplanamayacağı, ölü doğmuş yeni bir finansman mekanizmasıyla göz boyandığı iddia edilebilir.

Öte yandan AB, yeni fona, iklim rejimi içinde gelişmekte olan ülke kategorisinde yer alsalar da hem kirletici hem de paralı olan diğer bazı ülkelerin de (Çin, Rusya, Güney Kore, Singapur, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman, Bahreyn gibi) katkıda bulunmasını (haklı olarak) isterken, bu ülkelerden örneğin Çin, ancak gönüllü katkı veririz, uluslararası mekanizmaya girmemizi beklemeyin diyerek rejimi esnetmeye yanaşmıyor. (Bunun arkasında para vermek istememekten ziyade, kategorileri bir kez tartışmaya açtırırsak altından kalkamayız kaygısı yatıyor olabilir; Türkiye’nin Ek-1’den çıkma talebine karşı çıkmalarında olduğu gibi.)

Bir de bu fonu kimin kullanacağı sorusu var. Kararda “iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı özellikle kırılgan olan gelişmekte olan ülkeler” diyor. Ama hangi ülkelerin özellikle kırılgan olduğuna kim nasıl karar verecek, bu henüz belli değil. En az gelişmiş ülkeler (46 ülke) ve gelişmekte olan küçük ada devletleri (en az gelişmekte olanlar arasındaki ada devletlerine ek olarak 30 ülke daha) tamam, ama geri kalan 120 ülke arasında özellikle kırılgan olanlar yok mu? Bu sene topraklarının üçte birinde 33 milyona yakın insan iklim krizi nedeniyle sel sularıyla baş etmeye çalışan Pakistan, mesela. Ne ada devleti, ne de en az gelişmiş ülke, ama bu kadar büyük bir yıkım Kayıp ve Zarar Fonu’ndan desteklenmeyi hak etmiyor mu? Üstelik bu sene konunun gündeme gelmesini Pakistan selleri sağladı bile denebilir. Ya da yüksek gelirli sayılsa da kasırgalarla boğuşan küçük bir ada ülkesi olan Barbados veya bu yıl açlıkla boğuşan Doğu Afrika ülkelerinden Kenya ne olacak?

Öte yandan bütün bu zayıflıklara rağmen fonun henüz tam olarak kurulmadığını, önümüzde iki yıllık bir müzakere zamanı olduğunu hatırlamamız gerekiyor. İşin iyi yanından bakarsak şunlar söylenebilir: İki hafta önce elimizde sık sık iklim felaketleri yaşayan yoksul ülkelerin yaralarını sarmaya yönelik herhangi bir araç yoktu, bugün nüvesi de olsa var. İklim felaketleri arttıkça bu fon daha çok önemsenebilir ve işler hale gelebilir. Bu biraz da hareketin iklim adaleti talebinden vazgeçmemesine bağlı. Gelecekteki felaketlerin yaratacağı kamuoyu baskısı zengin ülkeleri buraya daha fazla fon vermeye zorlayabilir. Hatta zaman içinde Çin gibi ülkeler de donör olmayı kabul edebilir.

Ortada bir finansman mekanizması olmadığında, bu sene Pakistan sellerinde veya Doğu Afrika ülkelerinde yaşanan açlık felaketinde olduğu gibi, iş sadece gönüllü insani yardıma kalıyor, onu da yapan pek hayırsever olmakla övünüyor. Oysa açılışta gelişmekte olan ülkelerin sözcüsü Pakistan delegesinin söylediği gibi Kayıp ve Zarar Fonu sadaka değil iklim adaletinin gereği olmalı. Bir başka deyişle adaletin gereği olarak sağlanan fonlar çok taraflılık çerçevesinde toplanıp uluslararası kuruluşların denetiminde hakkaniyetli bir şekilde bölüştürülmeli. Yoksa iş ülkeler arasındaki ikili siyasi ve ticari ilişkilerin bir aracı haline geliyor. Çin’in mekanizmaya girmek istememesinin bir nedeni de bu olabilir, yani parayı ikili ilişkilerde diplomatik silah olarak kullanmaya alışmış olması. Ayrıca kayıp ve zarar mekanizması insani yardımdan ibaret değil, teknolojik destek, kapasite geliştirme gibi farklı boyutları da var. Hele bir de Antigua ve Barbuda Başbakanı Gordon Browne’ın fosil yakıt şirketlerinden yapılan kesintilerin kayıp ve zarar fonuna eklenmesi çağrısı karşılık bulursa, değil iklim rejimi, kapitalist sistemin kendisi dönüşmeye başlamış demektir.

Bu fonun ortaya çıkmasının bir önemi daha var. Bundan birkaç sene önceye kadar ne zaman bir iklim felaketi olsa, aralarında bilim insanları da olan pek çok kişi çekingen bir şekilde “bu felaket tek başına iklim değişikliğinden kaynaklanıyor diyemeyiz” diyorlardı. Sonra felaketler giderek artmaya başladı. Avustralya’daki orman yangınları, rekor hızla şiddetlenen Ian gibi kasırgalar, Çin ve Avrupa’da yaşanan sıcak dalgaları ve kuraklık, Almanya ve Pakistan’daki devasa seller gibi olayların iklim krizinin olmadığı bir durumda bu sıklıkta ve bu kadar şiddetli ortaya çıkmasının imkânsız olduğunu kanıtlayan çalışmalar arttı. Zaten çoğuna daha önce hiç tanık olmadığımız bu kadar büyük felaketler gözümüzün önünde o kadar sık gerçekleşmeye başladı ki şüpheci veya temkinli sesler pek duyulmamaya başladı. Yani eskiden iklim felaketi diye bir şey olduğunu anlatmaya çalışırken, birkaç yıl içinde buralara geldik.

Artık dünyanın bütün ülkeleri, bu büyük felaketlerin tarihsel olarak zengin ülkelerin salımına daha çok katkıda bulunduğu sera gazlarından kaynaklanan iklim krizine bağlı olduğu, parası ve kapasitesi olmayan ülkelerin yaşadıkları zararın karşılanması için gereken paranın da zengin ülkelerin oluşturduğu çok taraflı uluslararası bir fondan sağlanması gerektiği konusunda, en azından prensipte, anlaşmış durumdalar. İklim adaleti mücadelesinde, (üstelik “iklim adaletini” ancak tırnak içine alarak kullanabilen) Paris Anlaşması’ndan bu yana, bundan daha büyük bir aşama kaydedilmemiş olabilir.

Fosil yakıt zengini devletler bastırınca

Ancak tabii AB, İngiltere ve diğer gelişmiş ülkeler de fosil yakıtların azaltılması ve kömürden çıkış konusunda gelişmekte olan ülkelerin ayak diretmeye devam etmesi konusunda kızgın olmakta haksız değiller. Gerçekten de şu an Çin en büyük kirletici ve üstelik sanayi devriminden beri atmosferde en fazla karbondioksit biriktiren ABD’den sonra ikinci ülke. Zira atmosferde biriken sera gazlarının yarısından fazlası 1990’dan sonra salındı ve bu da Çin’in ve diğer hızlı büyüyen gelişmekte olan ekonomilerin ekonomik büyüme dönemine denk geliyor. Öte yandan Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya ve Paris Anlaşmasına hâlâ taraf olmayan Irak başta olmak üzere gelişmekte olan ülke statüsünü taşıyan ve Katar gibi bazıları kişi başı emisyonda en üst sıralarda olan, çoğu epey zengin petrol ve gaz devletleri işin içinde. Müzakerelerde azaltıma yönelik gelişmeleri baltalama konusunda bu ülkeler ve bunların etkisi alanındaki devletler (Mısır dahil) ustalık düzeyinde yıkıcı bir diplomasi sergilediler.

Bu sene COP27 bu konuda ilginç bir satranç oyununa (yoksa poker mi?) tanık oldu. Geçen yıl Glasgow’da ev sahibi İngiltere’nin bastırdığı kömürden çıkış kararını son dakika hamlesiyle kömürün azaltılmasına çevirmeyi başaran Hindistan, konunun AB ve İngiltere tarafından yeniden gündeme getirilmesini önlemek için neden sadece kömürü konuşuyoruz, bütün fosil yakıtları karara sokalım önerisinde bulundu. Herhalde amaçları savaş ve enerji krizi içinde kömüre ve gaza yönelimi artan Avrupa ülkelerini, hatta yeni petrol kuyuları açmayı planlayan ABD ve İngiltere’yi köşeye sıkıştırmaktı. Ancak Batı bu blöfü gördü ve tamam dedi, bütün fosil yakıtlardan çıkışı karara ekleyelim, bütün gelişmekte olan ülkeler bunu kabul etsin, biz de kayıp ve zarar finansmanını kabul edelim (ama sadece en kırılgan ülkeler için).

İşte burada devreye dünya petrolünün yüzde 25’ini üreten Suudi Arabistan ve hem bir fosil yakıt devi olan hem de Batı’ya gol atma fırsatını kaçırmak istemeyen Rusya girdi ve bir iklim anlaşmasında enerji kaynaklarına bu şekilde bir ayrımcılık yapılmasının hoş olmadığını söylediler! Mısır’da Sisi rejimini (herhalde mali olarak da) en çok destekleyen ülkelerin Suudi Arabistan ve BAE olduğunu düşünürseniz, COP başkanlığının bu aslında absürt olduğu açık olan görüşü derhal benimsemesine şaşırmamak gerekir. (Mısır’ın Rusya’yla arayı düzeltme çabası da bu hızlı yanıtın bir nedeni olabilir ve COP başkanı bunu “dengeli sonuç” olarak adlandırıyor.) Tabii ortalıkta dolaşan altı yüz küsur fosil yakıt lobicisinin de etkili olmadığını söylemek saflık olur. Sonuçta fosil yakıtlardan çıkış konusu 30 yıldır olduğu gibi iklim politikalarının resmen bir kez daha dışında kaldı ve kömür konusunda ancak Glasgow İklim Paktı’ndaki cümle tekrarlandı.

Gelişmiş ülkelerin son IPCC raporunda yer alan küresel emisyonların 2025’te tepe noktasına çıkarılmasının kararlara eklenmesi ısrarı da gelişmekte olan ülkeler grubunun duvarına çarptı. Çünkü 2025’te emisyonları tepe noktasına çıkarmak demek, en azından Çin, Hindistan gibi büyük kirleticilerin emisyonlarını bu tarihten itibaren azaltmaları demek. Onlar azaltmadan küresel emisyonların azalmaya başlaması imkânsız.

Başka bir taraftan bakarsak, gelişmiş ülkelerin, kendi hızlanan enerji dönüşümlerinin ve enerji krizine sadece enerji dönüşümünün çare olacağını kavramalarının da yardımıyla bütün fosil yakıtlardan çıkışı bu kadar canla başla savunur hale gelmeleri bu COP’un ikinci önemli kazanımı olabilir. Tabii bu yolla gelişmekte olan ülkeleri bölmek gibi taktik bir hedefleri de olduğu kuşkusuz, çünkü örneğin Hindistan’ın blöfünden Çin de hoşlanmayacaktı. Ancak gelişmiş ülkelerin bu kritik ısrardan vazgeçmeyerek kararı seneye bir petrol ülkesinde (BAE’de) yapılacak olan COP28’de aldırmaları asıl büyük başarı da olabilir. Yani henüz bu maç bitmedi ve fosil yakıtlardan çıkışın bu yılki karara girmemesinin dünyanın sonu olduğunu söylemek çok da anlamlı değil.

Tabii dürüstlük testi sürmeli. Bakalım fosil yakıtlardan çıkışı bu kadar önemseyen Batı ülkeleri bu yıl yeni petrol ve gaz aramalarına devam edecekler mi yoksa fosil yakıtları yerin altında bırakma politikasını benimseyip kendi yetersiz azaltım taahhütlerini geliştirmeyi mi tercih edecekler? Yoksa bütün bu diplomasi kayıp ve zarar finansmanı konusunda ayak sürümek ve gelişmekte olan ülkeleri sıkıştırmak için miydi, göreceğiz.

Bir tahmin, bir temenni

COP27 gibi baskıcı, sivil toplumu dışlayan bir yönetimin başkanlığında yapılan bir iklim konferansından hayırlı, ilerici bir sonuç çıkmasını beklemek pek de gerçekçi olmayabilir. Üstelik seneye Asya COP’u yine bir Arap Grubu ülkesinde ve bu sefer tam bir petrol zengini devlette, BAE’de yapılacak. (Fosil yakıtlar deyip duran Batı’nın COP’u iki sene üst üste Arap Grubu’na bırakması da nasıl bir diplomatik beceridir, bunu da ayrıca sormak gerek.) Fakat iklim müzakerelerinde önemli gelişmeler ancak kilitlenmelerin ve uzun bir demlenme süresinin ardından yaşanıyor. İllaki bir yerlerde yetersiz ve çok eleştirilen bir ilk adımın atılması kaydıyla.

Örneğin 2009’da çöken Kopenhag Zirvesi… Kopenhag çöktü, ama bu sayede Cancun kararları ve ardından Paris Anlaşması geldi. Paris Anlaşması çok yetersizdi, ama bir şekilde 1,5 derece hedefini, net sıfırı ve bütün ülkelerin azaltıma katılma ilkesini getirdi. Azaltım ve uyum için iklim finansmanı bir türlü yeterince toplanamadı, ama bu yetersizlik o kadar çok vurgulandı ki şimdi üstüne bir de kayıp ve zarar fonu gelecek gibi görünüyor. Bu yıl da kayıp ve zarar finansmanı meselesi ile geçen sene başlayan kömür ve fosil yakıtlardan çıkış tartışması öyle birbirine karıştı ki fosil yakıtlardan çıkış artık (kademeli azaltım şekilden bile olsa) bir iki seneye kararlara girebilir.

Tabii zamanımız hızla tükeniyor, 1,5 dereceyi görmemize belki 10 yıl bile kalmadı, bu yavaşlık ve ayak diretmeler yüzünden (Guterres’in söylediği gibi) cehenneme giden otoyolda ayağımız gaz pedalında gidiyoruz. Tabii hemen fosil yakıtları yerin altında bırakmalıyız, hemen bu tüketime, kâra dayalı sistemi değiştirmeliyiz, hemen emisyonları düşürmeye başlamalıyız, hemen iklim adaletini sağlamalıyız.

Ama bütün bunları hemen sağlamanın bir yolunu bulamıyorsak, belki de bütün bu karmaşık bağlantıları ve arkasında başka başka niyetler olan müzakereleri biraz daha ciddiye almalı ve etkilemeye çalışmalıyız. Çok taraflı müzakere ve politika zeminini kaybedersek bütün gelişmeyi teknolojik yeniliklerden ve ülkeler arasındaki ikili güç ilişkilerinden beklemeye başlayabiliriz.

Çünkü elimizin altında başka bir gezegen olmadığı gibi, başka bir uluslararası sistem ve bu konuda bir şeyleri değiştirecek başka bir araç da olmayabilir.

Paylaş
Yazar:
Ümit Şahin