Doğa Sporcusu,Gezgin
23.12-2004-04.01-2005
Dünyanın yedi zirvesinden Afrika’daki Kilimanjaro (5892m.)Dağı zirvesini 2001’de gerçekleştirmiş ve “Neden olmasın!”, diyerek gözlerimi Güney Amerika’daki 6962 metrelik Aconcagua Dağı’na dikmiştim.2002 ve 2003 yıllarında Şili’ye, Brezilya, Arjantin ve Peru’ya yaptığım seyahatler sırasında uğramıştım. Güney Amerika’dan Antarktika ’ya uzanan çok uzak bir coğrafyada, And Dağları ile Pasifik sahilleri arasındaki servi boylu ülke, bana yakın hissettirmişti kendini. Aconcagua Ekspedisyonu (Arjantin, Mendoza) öncesi Şili’nin Pasifik kıyısını, imkanım olursa özellikle Patagonya bölgesini görmek çok büyük moral verecekti bana.
“Ülkenin Sloganı: Mantıkla ya da güçle (Motta: Por la razón o la fuerza)”
Şili çok enteresan bir coğrafya. Kuzeyden güneye yerleşim yerleri ve doğanın cömert güzelliği; dağlar,okyanus ve bereketli bakir topraklar. Şehre yakın ilk gözüme çarpan üzüm bağları. Pasifik Kıyıları bizim Karadeniz sahillerinin elli-altmış sene önceki halini anımsatıyor; el değmemiş, bozulmamış,turist de yok fazla.
Santiago de Chile, And Dağlarının etekleri ile Şili sahili arasındaki vadinin ortasında. Şehrin bugünkü şeklini alması Paleozoic(birincil dönem)dönemde başlamış. Bugünkü şehrin bulunduğu yer yüz milyonlarca yıl önce okyanuslar altındaymış ve tek kara parçası Cordillera Sahili imiş. Buzul çağından sonra güçlü volkanik patlamalar, buzulların erimesine ve vadide derin çöküntülere sebep olmuş. Bu şiddetli volkanik patlamalar 5000 yıl öncesine kadar devam etmiş. Bölgede birçok sönmüş volkanik dağ var. And Dağları’nın Şili coğrafyasındaki en yükseği Santiago’da; Tupungato Volkanik Dağı( 6570metre). Ben önümüzdeki günlerde And Dağları’ nın en yükseği olan ve Arjantin sınırlarında bulunan 6962metrelik Aconcagua’ya zirve çıkışı yapacağım.
Bizde kış mevsimi, onlarda yaz. Kurak ve sıcak bir hava hâkim Aralık ayının sonunda. Şehri, geniş caddelerini turluyorum. Metroya biniyorum. Santiago, modern dev binaları, alışveriş merkezleri, çok hızlı büyüyen mimarisi, modern yer altı metrosu ile dev bir metropol. Geniş otobanları ile şehrin batısından doğusuna 25 dakikada gidilebiliyor. Metropoller çok fazla ilgimi çekmiyor, ama iki üç gün Santiago’dayım. Patagonya’ya nasıl gidebileceğimi araştırırım. Uygun bir şey bulamazsam Galapagos Adası’na gitmeyi deneyeceğim.
1973-1990 arası yakın geçmişte insan haklarını ihlal eden, katliamlara imza atan, ABD yanlısı,demokrasiyi alaşağı eden Pinochet cuntası sonrası her şey düzelmemiş. Askeri dönemde vahşete sebep olanların büyük bir bölümü halkın içinde, ya da yurtdışında kayıplara karışmış. Sosyal eşitsizlik çok, gelir dağılımında da dengesizlik büyük. Halk sinmiş. Sosyalist halk ruhu silinmiş gibi. Hemen her alan özelleştirilerek tekelleştirilmiş.
Yılbaşı kutlamaları da bendenizin bulunduğu tarihe denk düştü. Meydandaki kutlamalara karışıyorum. Rengârenk giyinmiş neşeyle şarkılar söyleyen insanlar samba, rumba, çaça; çılgın Latin dansları ile karşılıyor yeni yılı. Beni batılı sanıp büyük bir ilgi ve sempati gösteriyorlar, zorla şarap ikram edip beni Latin danslarına katılmaya zorluyorlar. Meydanda havai fişekler patlatılıyor, balonlar, süsler uçuşuyor. Onların neşesi bana da bulaşıyor, ama dedim ya, metropoller beni sıkar diye. Patagonya’ya geçebilirsem, hayatımın mihenk taşlarından birini daha gerçekleştirmiş olacağım.
UNESCO Dünya Miraslarından Galapagos Adası; Adı yabancı
Punta Arenas; dünyanın en güneyindeki “en kalabalık yerleşim yeri”. Macellan Boğazı’nın kıyısındayım şimdi! Antarktika kıyısından sadece “1400km.” mesafede. Hava çok sert, rüzgâr nefes donduruyor. Otobüse atlıyorum şehir merkezine gitmek için. Tüh! Yağmura yakalandım. Ateşim yüksek, boğazım ağrıyor, bronşlarım tıkandı gibi. Hayallerimin coğrafyasında engel mengel tanımam, hastalık vız gelir!
Yerleşim oldukça sınırlı bir alanda toplanmış; yarımadanın sadece kuzeydoğu sahilinde. Yol boyu uçsuz bucaksız bakir toprakları seyretmekten büyük keyif alıyorum. Bakir topraklar tarıma açılmamış, yağmalanmamış.”Aman bozulmasın!”, temennisi içindeyim. Hareket eden canlı familyasından sadece dört bacaklılar var; yemyeşil toprakların tadını çıkaran sağlı sollu koyun sürüleri. Yollar son derece bakımlı ve geniş. Yol kenarındaki evler ise genelde bakımsız, yıkık dökük. Bölgede petrol ve kömürün yanında, tarım, koyun yetiştiriciliği, balıkçılık ve en hoşuma gideni, ormancılık büyük önem taşıyormuş. Turizm çok az, gelişmemiş denebilir.
Punta Arenas’ta insanlar Avrupai görünümlü.”Neden?”, diye merak edip sordum. Tahmin edeceğiniz gibi kökleri 19 yüzyıl sömürge döneminde gelen İspanyol ve Hırvat kolonilerine dayanıyormuş.
Akşam döner dönmez Patagonya için dört günlük tur ayarladım. Eski bir minibüsle, sabah saatleri otel önünden alıyorlar beni. Bir İngiliz, bir Amerikalı çift, bir Brezilyalı, bir de bendeniz. Çok heyecanlıyım. İçim içime sığmıyor. Beş saat süren yolculuk süresince kamerayla, fotoğraf makinesiyle çekebildiğim her şeyi çekiyorum, yağmurun erittiği camların arkasından.
Dünyanın en güneyinde, Patagonya’da güneş ışıkları çok farklı aydınlatıyor yeryüzünü. Çok görkemli, çok etkileyici. Bizim coğrafyada alışık olduğumuz parlak renkler yok. Güneş burada aya bırakmış aydınlatma işini gibi geldi bana. Renkler ıssız, belirgin, keskin, mat. Başka bir boyuttayım, vahşi bir yağlıboya tablonun içindeyim sanki. Bulutlar üç boyutlu, havada asılı duruyor. Okyanus; yeşil, türkuaz, mavi.
Puerto Natales’e varıyoruz. Puerto Natales, Ümit Burnu’nun (Cape of Good Hope)başkenti. Patagonya’ya en yakın kasaba görünümlü küçük bir şehir. Geniş caddeler boyu kimseler görünmüyor. Katedral ve tek katlı yerel binalar ile siesta yapıyor 20.000 nüfuslu küçük şehir.
Bitkiler çok farklı, devasa. Ağaç dallarından turuncu, kırmızı, beyaz renk iri çiçekler fışkırıyor. Limana iniyorum. Pasifik Okyanusu dağların içine kadar girmiş, koylar oluşturmuş. Dev dalgalar, sahil kenarındaki küçük parkta oynayan çocukların sesine karışıyor. Ümit Burnu’nda ağzım burnum tıkalı, boğazım müthiş acıyor. Gribi de alt ederim. Dünyanın kıyısına asırlar önce yapılan fetih hikayeleri ile büyüdü, beslendi kaşif ruhum. Heyt be! İşte bugün ben de buradayım.
Torres del Paine Milli Parkı’na gideceğiz yarın. İki saatten az bir süre sonrası ilk durağımız Milodon Cave. Mağaraya girmeden önce çevrede yürüyoruz. Milli parktaki dağlar karla kaplı. Gökdelen ikonik dizi dizi granit kayalar, çam yeşili ılıman yağmur ormanları, bölgeye özgü çeşitli servi ağaçları. Servilerin etrafında çizgili üniformalarıyla ağaçkakanlar.
Mağara çevresi rekreasyon merkezi. Buzul çağında 10.000 yıl önce nesli tükenen dev kedi
Milli Park girişinde gri bir tilki. Kalıntısı değil canım canlısı. Ne sevimli şeysin sen! Etrafımızda dolaşıyor, yiyecek arıyor besbelli. Şanslıymış, bereketli topraklarda yok yok. Afiyetle götürüyor malı. Puma görmeyi çok isterdim ama yiyecek arayan bir puma yerine karşımıza bu tilkinin çıkması da, ne yalan söyleyeyim, büyük bir şans.
Araca biniyoruz. Bir çift lama “Guanacos “yavrularıyla tepişiyorlar. Asil cüce at sürüleri(caballo enano) ve biraz ileride sığırlar. Doğal yaşam alanlarında ne kadar keyifliler! Rehber birkaç çeşit orkide gösteriyor bize. Dünyanın en nadir orkide çeşitleri bu parkta mevcutmuş.
Gece park içinde ağaçtan barakalarda kalıyoruz. Hava çok soğudu. And geyiklerinin ”huemul” görünüp kaybolması bir oluyor. Bir akbaba süzülüyor gökte. Hayvanların sesleri rüzgâra karışıyor gece boyu.
Bir sonraki sabah Torres del Paine Milli Park içinde bulutları tüttüren vahşi dağların arasındaki yakut, safir, lapiz renkli Amarga Lagünü ve Pehoe Gölü kıyısına varıyoruz. Araçtan iner inmez bir telaş, bir koşuşturma. Bizi karşılayan kılıç kalkan ekibi değil, Nandular(bizdeki deve kuşunun Güney Amerika’daki kuzenleri).Pampa steplerinden sürü halinde koşuşturuyorlar. Çok komikler. Biz aradan çekilelim. Gölde pek çok kuş çeşidi; en havalısı da bembeyaz ve pembe tüylü flamingo sürüleri. Gölde Çaykovski kuğuları.
Gölün diğer yakasına, şiddetli rüzgârın beşik gibi salladığı tahta köprüden güçlükle geçerek ulaşıyorum. Buzulların arasında akıntıya inat, başına buyruk yüzen cesur bir Patagonyalı kaz. Şiddetli bir gürültü kulakları tırmalıyor. Ağzımı, kulaklarımı, boynumu iyice örterek güçlükle ilerlemeye çalışıyorum ve uzun bir mücadele sonrası And Dağlarından dökülen şelalelere ulaşıyorum. Hep duyduğum, fotoğraflarını gördüğüm sürüklenen buzulları kendi gözlerimle görmenin telaşındayım. Şelale taşları söküyor yerinden, kopup gelen camgöbeği buzullara yatak oluyor, dev buzul kütleleri lagüne dökülüyor, lagünü besliyor. Olabildiğince yakınına gidiyorum şiddetli akan şelale ve rüzgâra karşı dengemi bozmamaya çalışarak. Bu müthiş, vahşi ve yalın manzaranın her saniyesini çekiyorum kameraya. İleride üç büyük şelale daha var. Nefesim dondu. Dikkat etmem gerek. Akıntıya kapılmak an meselesi. Anıları dostlarla paylaşmak için ,”Bu kadar yeterli. “,diyerek geri dönüyorum.
Patagonya’da son gecemiz…Parktaki barakalarda kalıyoruz gene. On binlerce yıllık medeniyetler, el değmemiş geniş topraklar, yeşil ormanlar, göller, nehirler binlerce çeşidi barındıran fauna ve florasıyla dünyanın kutsal güzelliği Patagonya. Yüksek ovalarına 13.000 yıl önce gelen avcılar, 1200’lerde yerleşen Mapuçe ve Araukanya yerlileri, navigasyonda uzman göçebe ruhlu yerlileri Kaweskarlar; Doğadan hiçbir talepleri olmamış. İhtiyaçları kadar olanını alıp kendi kendilerine yetmeyi bilmişler. Sömürgelere karşı cesurca çarpışmışlar. Doğayla ahenk ve barış içinde yaşamışlar. İzleyebildiğim kadarıyla bu ruh hala yaşıyor.Günümüzde büyüyen çevresel ve küresel sorunların yanında ticari çıkar gruplarına karşı örgütlü mücadele her coğrafyada yeterli düzeyde olmasa da devam ediyor.
Santiago’ya dönüş yolundayım. Düşünüyorum da sanki “Zaman Makinesinde “eski dünya ile yenidünya arasında yolculuk yapmış gibiyim. Sade yalınlığın görkemli güzelliği Patagonya. Dünya döndükçe sen hep böyle kal!
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…