Bu yazı bir nedenle sakıncalı, bir nedenle de sakıncasız. Jim Jarmusch’un son filmi Sadece Âşıklar Hayatta Kalır filminden iki kısa diyalog anlatılıyor. Spoiler olarak kabul ederseniz filmi izlemeden okumayın. Sakıncasız çünkü okunmaktan başka bir şey için yazılmadı tabii ki.
En çok okunanlar: edebiyatta kaybolan kahraman
Eve ve Adam birbirine yüzyıllardır âşık iki vampirdir. Dünya, en az bizim için olduğu kadar onlar için de küçülmüş olmalı ki Eve Fas-Tanca’da yaşarken Adam, Detroit’in terk edilmiş bir semtinde izole bir müzisyen hayatı yaşamaktadır. Eve, Adam’a telefon açar ve birbirlerini çok özlediklerinden hemen görüntülü konuşmaya geçerler. Fakat Adam, Eve’e biraz solgun ve yorgun görünür.
Belirsiz bir sessizlik olur. Eve Adam’ın gerçek bir tepki vermesini beklemeden, “Bunları daha önce de yaşadık, unuttun mu? Sen asıl eğlenceyi hep kaçırdın. Ortaçağı, Tatarları, Engizisyonları, sel baskınlarını, veba salgınlarını…” Eve bir an durur. Nefes alır.
Konuşmanın gidişatından Adam’ın içindeki tekinsiz sıkıntıyı Eve’le beraber hemen kavrarız. Modern zaman vampirinin bunalımını geçirebilecek ne olabilir? Zombilerin (insanlara zombi demektedirler) bu bıkkınlık veren haline daha fazla nasıl katlanabilir? Kendini ne kadar izole ederse etsin sanki sürekli Zombilerin dünyaya yaptıkları bir şekilde ona sızar, varlığını kemirir. Oysa bir kere öldükten sonra dayanmak daha kolay olmalıydı – diye düşünüyor insan izlerken, ister istemez, bil(e)meden. Jim Jarmusch’un son filmi Sadece Âşıklar Hayatta Kalır, günümüzün varoluş sıkıntısında insan olmanın krizine zarif, zeki ve acımasız bir eleştiri güzellemesi. Adam’a göre zombiler – yani insanlar, biz – kendi hayallerinden bile korkuyorlar ve bu dayanılabilir bir şey değil. Gerçek bir şeyler yaşamak ve hissetmek isteyen akıl ve arzu, kurgu karakterlerde birer vampire dönüşerek – zombilikten soyutlandığı narsist bir naiflik var. Bu narsist naiflik, aynı zamanda bir çeşit varoluşsal krizi simgeliyor.
Kalbimiz atmaya, nefes alıp vermeye devam ettikçe bu krizle başa çıkmaya çalışabilir ya da onu yanlışlayabiliriz aslında. Onu anlamaya çalışarak onunla mücadele edebiliriz ya da tam tersi. Bütün bunlar olup biterken ise genelde böyle düşünmeyiz. Biz daha çok hava koşullarına en uygun şekilde giyinmeye çalışır, bir yere giderken trafiğe takılmamak için belki metroyu kullanırız, hastalanırız, şanslıysak âşık oluruz, yemek yaparız, çocuk yaparız, akşam haberlerini izleriz ve uyuruz. Demek istediğim, bütün bunları yaparken kendimizi bu krizin içinde ya da dışında hissetsek de bir şey değişmez, ölüyoruzdur ve bu değişmiyor. İzlediğim bütün vampirli film ve dizilerde ölüm, vampirler için sürekli bir gerçeklikken, ölümü sadece bir son olarak başka bir mekâna ve zamana gönderip sanki onu unutmuş gibi yaşayansa insanlar oluyor. Gündelik hayatlarının içerisinde ölüm üzerine onlarca bilgiye, kavramsal olarak ölüme alışıkken onu belki de sadece en yakınımızın başına geldiği takdirde tecrübe ediyoruz. Bir kere yüzleştiğinde de kavramsal olarak alışık da olsan, babanın ölümü – yani somut olarak ölüm sadece bir an olmaktan ibaret kalıyor, kalacak, biliyorum. Babamızı gerçekten öldürmek kolay değildir çünkü. Ölü bedenine bakmak, üzerine roman yazmak ya da film çekmek, olabildiğince içine atmak bile yeterli olmayabilir. Bütün bunları o bedeninin ölüme teslim olmasından önce ya da sonra yapmanın bir şey değiştirdiğinden de pek emin değilim. Kavramsal olarak – ya da gerçekten babanın senin için ölmüş olması ne demek, onu da bilmiyorum sanırım. Bunları düşünürken ve daha da hızlı bir şekilde yaşarken, çaresiz bir acıma ve belki de küçümseme duygusuyla değil de; kendimden daha büyük daha güzel bir şeyle tanıklık etmek istiyorum buna (söyleyelim, babamın ölümüne). Bütün bu varoluşsal krizlerdeki klişenin tam da ortasından o saf duyguyu dolandırmadan, kendinden ve kendiliğinden bir tür çıkış ve özgürleşme olabilir yazmak. Sırf bu yüzden, anlatmak istediğim, tam da böyle bir çıkış olabileceğini düşündüğüm bir hikâye.
Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard, 1998’de babasını kaybettiğinde 30 yaşındaydı. Bu sırada ilk romanı da yayına hazırdır. Cenaze hazırlıkları için gittiği babasının büyüdüğü evde bu ilk romanında aslında tamamıyla onu, babasını yazdığını anlar. Bunu daha önce fark etmemiştir. Daha da ötesi, bir alkolik olan babasının belki de ölmek istediğini de o zaman düşünebilmiştir. İşte, babasının da aynı kendisi gibi biri olabileceğini kavradığı bu peşi sıra gelen fark ediş anlarından hayatının asıl hikâyesi beliriverir: Kavgam.
Her zaman babasının ölümünü yazmak istediğini, ilk romanında da bunu yapmaya çalıştığını sonradan anladığını söyleyen yazar, bir gün kendisini bu kadar kasmayarak olanları, öyle, oldukları gibi yazmaya karar verir. Kavgam’ın ilk cildini bitirdiğinde toplam 6 ciltten oluşan 3600 sayfalık bir kitap yazmakta olduğunu kendisi de bilmemektedir. Kavgam ilk olarak 2009’da, 5 milyon nüfuslu Norveç’te basıldığında 450.000 gibi bir satış rakamına ulaşır ve ülkede nadir rastlanan bir dalgalanma yaratır. Bu etkinin sonucu olarak kitap kısa sürede 20 civarında dile çevrilir. Kitap Almanca çevirisinde “Otobiyografik Roman” olarak tanımlanırken, İlk 4 bölümü yayınlanan İngilizce çevirisinde her cilde farklı bir isim konur; ancak belli bir tür belirtilmez. (Book 1: A Death in the Family / Book 2: A Man in Love / Book 3: Booyhood Island / Book 4: Dancing in the Dark) Son dönemin en önemli edebiyat olaylarından biri olarak niteleyebileceğimiz bu kitap Haziran ayında Monokl Yayınevi tarafından Ebru Tüzel’in Norveççeden çevirisiyle Türkçe yayınlandı. Kitabın ilk baskısında, Kavgam üzerine The New Yorker, The Slate gibi uluslararası dergi ve gazetelerde yayınlanan yorumlardan yapılan alıntılara iki sayfa yer verilmiş.
Şimdi, serinin ilk bölümünü bitirdikten sonra Knausgaard’ın bana, kendisine ve edebiyata ne yaptığını ve yapacağını merak ediyorum. Örneğin Paul Auster’ın Yanılsamalar kitabını okuduktan sonra günlerce Hector Mann’in oynadığı sessiz filmleri aradığımı hatırlıyorum. Mann’ın, Auster karakterlerinden biri olduğunu anladığımdaysa, evet, Auster’a daha da hayran olmuştum. Ama aynı zamanda da üzülmüştüm çok. Telaşlanmıştım. Yanılsamalar Kitabında bulduğum benzersiz iyileştirici, hayat kurtarıcı etkiyi tekrar yaşayamayabileceğimi düşünmek beni ürkütüyordu. Sadece okuyacaklarım için değil; yaşayacaklarım için de ürküyordum. Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ı Ulricht’in, Musil’in kendisiyle alakasız bir hayat yaşadığını çok zor kavradım ve kabullendim. Viyana’ya gitsem, Ulricht’ten bir sürü iz, hatıra bulabileceğimi düşünüyorum hala, Avrupa şehirlerinin tarihine güvenerek. Bunlar, kendi hafızamdan da daha gerçek gerçeklerdi. Bugünse, Kavgam’la beraber gelen soru şu: Musil’in sefil bir hayat sürmesine ve hakkında pek bilgimiz olmamasına, Ulricht’in bakışlarına ve ses tonuna kendi kendime değiştiremediğim gerçekleri ve dolduramadığım boşlukları hem dolduran hem de başlı başına bir kült haline gelen bir edebiyat olayından mı bahsediyoruz? Sıradan bir Bahar’ın hafızasının Ulricht’inki gibi bir gerçeklik alanı yaratabileceğini söyleyeceğiz neredeyse.
Hatırlamakla yaratmak arasında hiçbir fark görmediğini söyleyen Knausgaard, büyük bir eser yazmak isterken, yine büyük bir aşağılanma duygusuyla her saniyesinden nefret ettiği bir sürece girdiğini söylüyor. Yazdıktan sonrasını soran pek çok röportajında daha rahatlatıcı bir süreç yaşadığını, babasının üzerindeki etkisi gibi kendisini kısıtlayan her şeyden çıkmak ve özgürleşmek için yazdığını belirtiyor.
“Bir şeyi az bildiğinde, o yoktur. Bir şeyi çok bildiğinde, o yoktur. Yazmak var olanı bildiklerimizin gölgesinden çekip çıkarmaktır. Yazmanın olayı budur. Orada olanlar değil, bizzat orasıdır. Orası yazmanın mekânı ve amacıdır. Ama oraya nasıl ulaşırız?” sayfa. 218
Yani, okurun ve yazarın ihtiyaçları ilginç bir biçimde uyum sağlıyor. Meditasyon ve narsisizm vurgularını bu yüzden aynı anda anlamlı buluyorum. Knausgaard’ın kendisi de bir yazar olan ve 4 çocuğuyla söylediğine göre kimsenin edebiyatla ilgilenmediği insanların yaşadığı İsveç’teki Malmö kentinin bir kırsalında yaşadığını okuduğum ilk anda… Ya da, kitap yayınlandıktan sonra babasının ailesinin onunla görüşmeyi kestiğini ve dava açılmasının söz konusu olduğunu, karısıyla arasının iyice açıldığını öğrendiğimde bunun başka türlüsünün daha zor olduğunu düşündüm. Yaşananlardan dolayı değildi. Herkesin başına gelebilecek şeyleri anlatıyordu Karl Ove Knausgaard. İyi bir adam olmak istediğini söylerken riske aldığı göreceli bir ahlaki durum vardı. Yaşananları, hatırlama halindeki yeniden yaratım sürecine teslim edip kimseden hiçbir şey istemiyordu. Kabul gören bir gerçekliğin peşinde de değildi. Anonimleşemediğin, güzel bir topluluğun sevilen bir hiç-kimsesi olamadığın, hayal etmekten korktuğun – ve bunu bile bilmediğin tabii, bütün yaşamını anneni ve babanı memnun etmekle geçirdiğin bir zaman ve mekanda aslında olmayan bir çemberin kenarında meditasyon yapıyordu. Bütün bunlara işaret eden psikanalizden hiçbir şey anlamadığını, ona kelimelerden ibaret geldiğini belirtiyor. Her şeyin iç içe geçtiği bir var oluş halinde, böyle, teker teker söylemek bile, sürekli eksik bırakıyor ve işte, kelimelerden ibaret kalıyor onun için. Yapmak istediği şey, kendinden daha iyi bir şeyler yaratabilmek için yazmak. Bir şekilde, kum saatinin dibine akıyoruz; asıl mesele – en azından benim için, artık tamamıyla dibe çöktüğün zaman saati çevirmeyi istemek.
Daha telefonda görüşürken Adam’ın yanına gitmeye karar verir Eve. Gittiğinde Adam, sevgilisine umutsuz ve kaygılandırıcı cevaplar verir. Eve’se kararlı bir ses tonuyla,
Ve filmin en sevdiğim sahnesine geçeriz. Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, filmi de izlemenizi tavsiye ederim. Yasemin Çongar, Kavgam’ı Knausgaard’ın kendisi için bir çeşit edebi intihar olarak tanımlamış. Yazar da bir daha bir çeşit roman yazmayı düşünmediğini söylüyor. Yine de, demokrasilerde çareler tükenmiyor, öğreniyoruz ki Knausgaard bir senaryo üzerinde çalışıyormuş. Türkçedeki okurları içinse evli ve 3 çocuklu bir adamken yazmanın zorluklarından ve ilişkisinin tökezlediği noktaları anlatan ikinci bölümün bekleyişi başladı.
Ne kadar ilginç, karşınızda babasının etkisinden kurtulmak için yıllarını sayfalara dökmüş bir adam var. Belki de edebi olarak hiç de iyi yazmıyordur ve önemli olan da bu değildir. Onlarca kitap fuarı, söyleşi, anlattığı aynı şeyler ve hala bilmiyoruz babasını kendisi için, – kavramsal olarak da diyelim hadi – öldürüp öldüremediğini. Ve yazar konuştukça bunun kendisi için de önemsizleştiğini, geride kaldığını anlıyorsunuz. Elimizde, yine, narsistlik (mi?) kaldı. Vampirler, hobitler, ak gezenler, zombiler kahramanlarını arıyor.
Hepinize iyi meditasyonlar dilerim.
Bahar Topçu
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…