[Yeşil Gazete Doğu’da-4] Afganistanlı göçmenler nerede, ne yapıyor?

Haber-İzlenim Dizisi: Alev KARAKARTAL

*

Türkiye, her bakımdan bir geçiş ülkesi, bir köprü. Coğrafi, kültürel, etnik, siyasal, toplumsal… Hepsi uzun tartışmaların konusu, ama şimdiki konumuz ‘istenmeyen’ fiziki geçişler, yani resmi dilin “düzensiz göç” olarak tanımladığı kaçak göçmenler, sığınmacılar…

Van, tam dört ilçeyle (Çaldıran, Özalp, Saray, Başkale) komşu İran’la sınırı en uzun olan ilimiz. Toplum 534 kilometrelik sınırın 295 km’si Van topraklarında. Bu uzun sınır boyunca  payına düşen Kapıköy Sınır Kapısı, kentin dış dünyayla, dünyanın da kentle karadan tek temas noktası. Ancak burası “düzenli” ve resmi geçiş yapanlar için.

“Düzensizlik” ise başka bir hal. Göç İdaresi Başkanlığı şöyle diyor: “Düzensiz göç; hedef ülkeler için yasadışı yollardan gelen veya yasal yollarla gelip yasal çıkış süreleri içerisinde çıkmayan kişileri kapsarken; kaynak ülke için ülkesini terk ederken gerekli prosedürlere uymayarak ülke sınırlarını geçen kişileri içerir.

Transit ülkeler içinse; kaynak ülkelerden hedef ülkeye ulaşmak için yasal ya da yasal olmayan yollarla ülkeye girip bu ülkeyi bir geçiş ülkesi olarak kullanıp ülke sınırını terk eden kişilerdir.”

Ne sığınmacı ne mülteci

Türkiye, 1951’de coğrafi ve zaman sınırlamaları koyarak, “göçmenlere ilişkin düzenlemeleri şu ülkelerden gelenler için yaparım” ya da “10 yıl için bunu uygularım” demiş. Şu andaki durum Avrupa Komisyonu üyesi ülkelerden sığınmacı olarak gelenlere mülteci hakkı verilmesi yönünde, doğusundan gelenleri ise normal koşullarda kovmuyor ama burada da sürekli kalamazsınız, üçüncü ülkeye gitmek zorundasınız diyor. “Geçici koruma” statüsünden yararlanan tek Ortadoğulu ülke vatandaşları ise Türkiye’de sayıları 3 milyonu bulan Suriyeliler. O da adı üzerinde: “Geçici” yani, hiçbir garantisi olmayan, istenildiği takdirde gerekçesiz sınırdışı edilebilecek olanlar.

Bir de İskan Kanunu meselesi var. Taa Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan, Türkiye’nin “göç kanunu” gibi bir şey. 2006’da yenilenmiş, ama göçmen tanımı değişmemiş. Anlaşıldığına göre, Türkiye’nin göçmen tanımı, Avrupalılar haricinde Türk soyundan ve kültüründen gelen kişiler. Bir de açıkça ifade edilmese de din, önemli faktörlerden biri.

Hemen her dönem çeşitli kitlesel göç hareketleriyle karşılan Türkiye’de, son olarak Nisan 2011’de Suriye’de çıkan iç savaş yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyelilerle başlayan göç akımı, şimdi 20 yıl aradan sonra Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesiyle ülkeden kaçan Afganlarla devam ediyor.

Yasal yollarla da gelenler olmakla birlikte Türkiye’ye gelen Afganistanlıların büyük bölümü, yasadışı yollarla sınırı geçip ülkeye giriş yapıyor. Bunun için de önce komşuları Pakistan‘a, oradan İran’a, son olarak da Türkiye’ye ulaşıyorlar. Bundan sonrası, duruma göre ya Avrupa ülkeleri, ol(a)mazsa, Türkiye’de yerleşmek. Yer yer yürümek zorunda da kaldıkları bu yolculuk için de göçmen kaçakçılarına ciddi miktarda ödeme yapıyorlar.

Afganistan’dan Türkiye’ye ilk durak Van

Türkiye sınırında geçişlerin en fazla, İran‘la en uzun sınırı olan Van olması şaşırtıcı değil. Ağrı, Hakkari, Iğdır ve Kars’tan da geçişler yaşansa da en büyük grupları ilk olarak Van karşılıyor.

Şenol Balı.

Vanlı meslektaşlarımızla,  son zamanların en büyük göç dalgası olan ‘Afgan göçünün’ hem göçmenler hem de kent halkı bakımından fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz.

“Afganistan’dan olan göç yeni bir hikaye değil” diyor Şenol Balı. SSCB’nin 1978’de ülkeyi işgali, ardından 1989’da başlayan iç savaşla birlikte, Türkiye’ye doğru göç dalgası da başlıyor: “Afganistan sürekli ve düzenli olarak önce çevresindeki Pakistan, Hindistan, İran, Irak, Türkiye gibi ülkelere ve oralardan da bütün dünyaya göç pompalayan bir ülke.”

Göç İdaresi’nin verileri de onu doğruluyor. 2014 yılında 12 bin 248 Afganistan uyruklu kaçak göçmen yakalanmış Türkiye’de. Bu rakam ertesi yıl 35 bin 921’e yükselmiş. Çatışmalar, intihar saldırıları, bombalı saldırılar ve hava operasyonları sonucu 10 binden fazla sivilin hayatını kaybettiği 2018 yılında 100 bin 841’e yükselerek büyük bir sıçrama gösterdiği ve 2019’da daha da artarak 201 bin 437 kişiye ulaştığı görülüyor. 2020 içinde 50 bini biraz aşan sayıda göçmen yakalanmış. Ancak geçen yaz, günde bin 500 kişiyi geçen bir göç hareketinde, bu rakamların devede kulak olduğunu söylemek zor değil. Henüz içinde olduğumuz 2021’de ise bu sayı yaklaşık 40 bin.

Balı, Van’ın Türkiye topraklarında bu dalgayı karşılayan ilk temas noktası olduğunu; 2002’deki büyük göç dalgasının ardından, geçen haziran ayında ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve Taliban’ın ülkede hakimiyeti ele geçirmesinin ardından ikinci büyük pik yaşandığını anlatıyor.

‘Erdoğan’ın söylemleri davet gibi algılandı’

2021 yılının yaz aylarında, gerçekten de alışılmadık görüntülerle karşılaştı Türkiye kamuoyu. Birkaç kişi ya da küçük gruplar değil, neredeyse bin-bin 500 kişilik dev göçmen gruplarının sınırı, biraz da elini kolunu sallaya sallaya aşıp Van’a, oradan da Türkiye’nin çeşitli kentlerine  dağılmalarını izledik yaz boyu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, o dönemde bir yandan Taliban’la, biraz da Kabil Havalimanı’nın işletmesini alabilmek amacıyla uzlaşma yolları arar, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” derken, şaşkın kamuoyuna da “Afganistanlılar kardeşimizdir, Afganistan bizim iç sorunumuzdur” mesajları veriyordu.

Ruşen Takva.

Vanlı gazeteci Ruşen Takva ise bu söylemlerin ülkeyi terk etmek isteyen Afgan vatandaşlarını cesaretlendirdiğini, bir davet olarak algıladıklarını söylüyor.

Her ne kadar Erdoğan, muhalefetin 1.5 milyon düzensiz göç olduğu yönündeki tespitine hiç katılmayıp yalanlasa ve emniyet kayıtlarında 300 bin Afganistanlı göçmenin olduğunu söylese de, Vanlılar aynı görüşü paylaşmıyor. “Yakalanmayıp Türkiye’nin içlerine dağılanlar ve sınırdan “itildikleri” için istatistiklere yansımayan ama hemen geri dönenlerle bu sayının dört-beş katından rahatlıkla bahsedebiliriz” diyorlar; şehirde kalanlar da cabası.

Türkiye geçen yıl, Avrupa Birliği ile anlaşmazlık yaşayınca ‘sınırları açıyorum’ dediğinde Pazarkule’de günlerce soğuk ve açlıkla boğuşarak, dikenli telleri aşmaya çalışanların büyük çoğunluğu Afganistanlılardı. Ancak Türkiye artık sadece bir geçiş ülkesi değil, Avrupa’ya geçmeleri çok zorlaşan sığınmacılar, burada bir iş bulup hayatlarını sürdüreceklerine dair inanç ve kararlarını değiştirmiş görünüyor; yani son durak şimdilik Türkiye gibi. Önceden gelip de buraya yerleşen çok sayıda Afganistanlı, iş bulmuş, az çok Türkçe öğrenmiş ve ilişkiler geliştirmiş. Yeni gelenler bu insanlar üzerinden kurdukları kontaklar sayesinde entegrasyonda büyük sıkıntı yaşamıyor.

Gazeteci Şenol Balı, geçen yaz yaşanan Afganistanlı göç dalgasıyla ilgili artık bu insanların “kalıcı” olmalarının dışında diğer farklarına da değiniyor:

“Daha önce şiddet ve yoksulluktan kaçan, ekonomik durumu zayıf göçmenleri görüyorduk. Bu sefer, özellikle de Taliban’ın yeniden ülkede hakimiyetini kurmasından sonra, orta sınıf memurlar ve bürokratlar ülkeyi terk etmeye başladı. Bunlar dönemin merkezi hükümetinde çalışmış insanlardı ve şimdi kendilerini tehlike altında hissediyorlar.

İkincisi gençler ve erkekler. Bu kişiler Afganistan’da  daha önceleri de problemli olan ekonomik sistemin hepten bozulmasıyla Türkiye’de iş bulmak ve geride kalan ailelerini geçindirmek için göç dalgasını kabarttılar.”

Irkçı dalga ve nefret söylemi

Yaz aylarında büyük gruplar halinde Türkiye’ye giren Afganistanlı göçmenlerin medyada ‘köpürtülmesi’ ve muhalefet partilerinin göçmen düşmanlığına varan söylemlerinin yarattığı ırkçı dalga ve nefret söylemi ise göç ve göçmenlik meselesindeki en tehlikeli dönemeç. Bunun sonuçlarını, Ankara Altındağ’da olduğu gibi Suriyelilere yapılan ve ölümle sonuçlanan çok sayıda saldırıdan biliyoruz.

Fotoğraf: Ruşen Takva.

Afganistan’dan gelen grupların basına yansıyan fotoğraflarında genç ve erkek nüfusun baskın oluşu da ülkede giderek yükselen bir ırkçı nefretin konusu olmakta gecikmedi. Kadın ve çocukları Taliban’ın elinde bırakıp kendilerini kurtaran kişiler olarak yaftalanan sığınmacılar ve/veya aralarında Taliban militanları olduğu söylenceleri bir anda siyasi partilerden sokaktaki vatandaşa kadar bütün ülkenin turnusol kağıdı haline geldi. Ancak durum pek öyle değil.

Takva ve Balı anlatıyor:

“Kadın ve çocuklar da geldi yaz ayları boyunca, hem de büyük sayıda. Gelmeye de devam ediyorlar. Ancak görünür değiller ve medyada da yer almadılar. Bunun iki nedeni var. İlki kadınlar ve çocuklar göç konvoyunun hareket kabiliyetini ve hızını düşürüyor. En az üç ülkeyi geçerek, kilometrelerce çok tehlikeli bir yolu en az iki ila üç hafta yürüyerek geçmeye dayanmaları, genç erkeklerden çok daha güç. Yol boyunca ölüm ve birbirlerini kaybetme ihtimalleri çok yüksek. Bu yüzden de geçiş yollarında, dağlarda kar altından çıkarılan cesetlerin çoğu kadın ve çocuklardan oluşuyor. Bu nedenle kaçakçılar onları ayrı gruplar halinde getiriyor.

Kadınların göç yolunda taciz, tecavüz ve şiddete uğrama olasılığının çok yüksek oluşu, kaçırılıp satılmaya çalışılmaları da az rastlanan durumlardan değil. Ayrıca birçok kadın İslami geleneklerden kaynaklı olarak erkeklerle aynı kafilede yürümeyi, aynı araçlarda gelmeyi de tercih etmiyor.

Fotoğraf: Ruşen Takva.

Genç, çalışabilecek durumdaki erkeklerin asgari yaşam standartlarını elde ettikten sonra aile bireylerini yanına almak istemesi de, hemen bütün göç hareketlerinde görülen bir davranış kalıbı. Kişi başı bin doların üzerindeki kaçakçı ücretini ödeyebilecek aile bulmak ise hepsinden zoru.”

‘Duvar’ politikası

Şu sıralar hem yaz aylarındaki görüntüler yüzünden yükselen tepkiyi dindirmek ve “açık kapı” politikasının sonuçlarından kaçınmak için alınan tedbirler ile kent içinde düzenli olarak yapılan kontrollere kış koşulları da eklenince Afganistan’dan gelenler sona ermese de sayıları epeyce azalmış.

Bu arada Türkiye-İran sınırına örülen duvarın kalan 64 kilometresinin de son hızla bitirilmeye çalıştığını ekleyelim. Bakanlık ve Valilik eliyle sürekli kamuoyunun gündeminde tutulan duvar inşaatına, sık sık medya mensuplarının götürüldüğünü ve ardından yapılan “kuş uçurtmuyoruz” haberlerinin ve geri gönderme merkezlerine yapılan turların da “öfkeli kamuoyunu yatıştırma” çabasında işe yaradığı görülüyor.

Takva, göçmen sayısının günde 300 ila 500’e düştüğünü söylüyor, ki bu da çok büyük bir rakam. Sokaklarında dolaştığımız kentte neredeyse hiç Afganistanlı görmeyişimizin ardındaki gerçek ise can yakıcı:

Fotoğraf. Ruşen Takva.

“Kamuoyundaki ırkçı tepkiler ve saldırılarla, Türkiye devletinin politikasını değiştirerek, önlemleri artırıp gelenleri kayıt dışı yöntemlerle sınır dışı etmesi nedeniyle kaçakçılar da yöntemlerini değiştirdi. Halen Van’a gelen gruplar var, ama yaz aylarındaki kadar kalabalık gruplar halinde değiller artık. Şimdilerde giriş yapan insanlar, kentin gettolarındaki “depo” diye anılan derma çatma yapılarda saklanıyor. Sokağa çıkmıyor, ortalıkta görünmüyorlar.. Buralarda fahiş fiyatlarla onlara satılan ekmek ve suyla beslenerek bir süre bekletildikten sonra, güvenli görünen bir aralıkta, başka kaçakçı grupları gelip onları topluyor, kamyonlarla veya yolda çok denetim varsa göl üzerinden Tatvan’a götürüyor. Oradan da Türkiye’nin çeşitli illerine dağılıyorlar.”

Göçmen ekonomisi

Şenol Balı da Tatvan’da başka bir kaçakçı ekibine devredilen sığınmacıların gönderildikleri illerin başında Düzce, Denizli, Konya, İstanbul ve Ankara’nın geldiğini anlatıyor. Türkiye’ye girdikleri andan itibaren her bir kaçakçı ekibi değiştiğinde, “transitçi” denilen yeni gruplara  ödenen meblağlar da kişi başı 500 TL’den başlıyormuş. Buna Afganistan’dan çıkıp sınıra gelme ücreti olan bin ila bin 200 dolar dahil değil. Çok büyük bir “ekonomi”den bahsediyoruz yani.

Fotoğraf: Ruşen Takva.

Ama aynı “ekonomi” sığınmacılar için söz konusu değil. Yine aracılar üzerinden nerede iş varsa oraya gidiyorlar. En ağır iş gücü gerektiren, özellikle de beden emeğine dayalı; tarımsal işçilik, tamircilik, nakliyecilik, bahçıvanlık, taşımacılık, kanalizasyon-tekstil- inşaat işçiliği, kağıt toplayıcılığı, çobanlık gibi işlerde çalışıyorlar. Genellikle de kaçak olduklarını bilen iş sahiplerinden almaları gereken cüzi ücretleri alamadıkları için şehir şehir dolaşıyorlar.

Türki gruplara mensup olanlar ve daha erken dönemde gelenler ise imtiyazlı bir grubu oluşturuyor. Bu kişiler genelde küçük dükkan sahibi, çoğunlukla da oturma izni almış olanlar. Ancak son yıllardaki büyük oranı, kayıtsız, belgesiz ve statüsüz olan, en ağır işlerde çalışan genç erkekler oluşturuyor. En ağır sömürüye de onlar maruz kalıyor.

Sığınma başvurusu yapabilen ve “uluslararası koruma”ya alınan kişilerin sayısı ise son derece sınırlı. Yine de bu durumda oluşan statü, kişilere uzun vadeli ülkede kalma veya vatandaşlık imkanı vermiyor. Göç İdaresi’nin verilerine göre, Türkiye’de 2020 yılında en fazla uluslararası koruma başvurusu yapanlar Afgan uyruklular olmuş. 2020 sonu itibariyle 22 bin 606 Afganistanlı, Türkiye’de uluslararası koruma başvuru yapmış. Onları  5 bin 875 başvuruyla Iraklılar, Bin 425 başvuruyla İranlılar takip etmiş.

İran’la Türkiye arasında eziyet

Üstelik bütün bu manzara sadece Türkiye’ye has bir durum da değil. Sığınmacıların ahvali, İran’da da benzer hatta yer yer daha ağır seyrediyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) verilerine göre, Afganistan’ın sınır komşusu İran, 800 bini kayıtlı olmak üzere yaklaşık 3 milyon Afgan vatandaşına ev sahipliği yapıyor.

Oturma izni olan 950 bin Afgan mültecinin yanı sıra 1,5 milyonu aşkın Afganistan vatandaşı da kaçak şekilde ülkede bulunuyor. İran, Afganistan’daki çatışmaların artması üzerine ülkenin güneydoğusunda yer alan Sistan-Belucistan eyaletindeki Milek Sınır Kapısı‘nı 6 Ağustos’ta kapatmıştı. Afganistan’daki çatışmaların ilk günlerindeki göç dalgasına karşılık önce üç eyalette geçici çadır kampları kurulacağı açıklansa da daha sonra göçü tetikleyeceğinden endişe duyarak kararını değiştiren İran, gelen göçmenlere geçici barınma sağlamayı ve koşullar düzeldikten sonra ülkelerine geri göndereceklerini açıkladı.

Fotoğraf: Ruşen Takva.

Şenol Balı, Türkiye’nin son zamanlarda sık sık yaptığı üzere herhangi bir kayıt tutulmadan, bazen de zor kullanılarak sınır dışı edilen bazı sığınmacıların, İranlı askerlerin göz yummasıyla aynı gün veya ertesi gün geri döndüğünü söylüyor:

“Bu insanlar ülkelerine dönmek istemiyor. Taliban’ın onlara verdiği bir umut, ışık yok. Bu nedenle ağır insani ve maddi külfeti olmasına karşın defalarca deniyorlar.”

Görüştükleri sığınmacılardan öğrendiklerine göre, özellikle son dönemde İran askerinin da dahil olduğu sınır köylerinde yaşayan bazı insanlar çeteleşerek mülteci kaçırmaya başlamışlar. Bunlara işkence edildikten sonra Afganistan’daki ailelerine videolar gönderilerek fidye isteniyormuş.

İranlı askerlerin yakaladıkları Afganlıların ise inşaatlarda, temizlik işlerinde ücretsiz çalıştırdıkları, telefon, para gibi eşyasına el koydukları, kadın sığınmacıların sık sık taciz ve tecavüze maruz kaldıkları da herkesin bildiği bir sır olmuş.

Avrupa’ya gelince yükselttikleri sınır duvarları ve tel örgüleri, bu insanların ülkelerine gelmemeleri için Türkiye hükümetine sağladıkları maddi desteklerle halen günü kurtarma derdinde. AB yetkilileri Suriyelilere sağlanan geçici korumadan Afganistanlıların da yararlanması için kesenin ağzını biraz daha açmaya gönüllü görünüyor.

Yüzlerce yol kilometreyi aşarak gelen Afganistanlıların bir bölümü, artık sonsuza dek Türkiye’de. Zorlu göç yolunda, açlıktan soğuktan, gölde boğularak ya da vurularak hayatını kaybeden bu kişilerin bir isimleri, mezarları başında dua edecek bir yakınları yok. Onlar, Van’daki ‘Mülteciler Mezarlığı’nda dinlenenler; ‘Afkan’lar..

Velhasıl, savaştan, şiddetten, yokluk ve yoksulluktan kaçmak için çoluk çocuk, ölümü göze alarak yollara düşenler, “düzensiz göç” kavramının sınırları içinde bir o duvara bir duvara çarparak, bütün insanlığın sınavı haline gelmiş durumda. Nasıl iklim krizine karşı bütün dünyanın bir araya gelme zorunluluğu varsa, iklime bağlı olsun olmasın, göçmen, sığınmacı ya da mülteci adına ne derseniz deyin, yokluktan, savaştan ve ölümden kaçan insanların önüne duvarlar dikerek, ırkçı, nefret saldırılarıyla yok etmeye çalışarak ya da bir ülkeden ötekine “deport ederek” sorun çözülmüyor.

Ya ülkelerinde kalacak koşulların oluşturulması için el birliğiyle o ülkelere ekonomik ve sosyal desteği sağlamak, demokrasisinin gelişmesine katkı yapmak veya gelene “parya” muamelesi yapmadan, insan gibi yaşama koşullarına ulaşmalarının önünü açmak gerekiyor.

Paylaş
Yazar:
Karakartal Alev